bugün

Herkesin bildiği bir şehirde, herkesin boğulduğu bir kalabalıkta, herkesin birbirine çarptığı yollarda, kimsenin tanımadığı bir adamdı. Olabildiğine sessizdi, alabildiğine yalnızlık taşıyordu cılız omuzlarında. Ortadan ikiye ayırdığı saçları apolitik bir insan olduğunu simgeliyordu O’na göre ama bu da kimsenin umurunda değildi. Belki söyleyecek çok sözü vardı da dinleyecek hiç kimsesi yoktu. Okyanus ortasında bir kara parçası gibiydi. Esas hayat oradaydı ama herkes bir tek maviyi görmek istiyordu.

http://mbsadam.blogspot.c...ahraman-hikayesi.html?m=1
Bundan tam 100 yıl önce her şeyin başladığına benzer bir yerdeyim. Küçük bir hastane odasında, tek kişilik küçük bir yatakta, 100 yıl öncesine nazaran epey büyük vücudumla öylece yatıyorum. Etrafta kimseler yok, makinalar en yakın dostlarım. Güneş gözüme vurmasın diye çekilmiş perdenin arkasındaki dünya umurumda değil. Ya da son anımda ziyaretime gelen, adını bile hatırlayamadığım insanların solmuş çiçekleri içimi rahatlatmıyor. Herkesin beni terk ettiği küçük bir hastane odasında, vücuduma bağlı makinalarla tek kişilik küçük bir yatakta, sağa sola dönemeyip gözümü alan eski bir floresanın altında öylece yatıyorum. Her şeyin 100 yıl önce başladığına benzer bir yerdeyim. Ağlasa da sevinçten havalar uçsak yerine ölse de kurtulsak kokusu var havada, en azından koklayabildiğim kadarıyla.

http://mbsadam.blogspot.c.../2017/02/veda-busesi.html
Handan’ın kahverengi gözleri vardır. Handan’ın çok güzel kahverengi gözleri vardır. Handan’ın kocaman, çok güzel kahverengi gözleri vardır. Handan’ın kocaman, çok güzel kahverengi gözlerinin kuyruğunda beni vardır. Handan’ın gülerken belli olan gamzeleri vardır. Handan’ın ağlarken gözyaşlarının toplandığı gamzeleri vardır. Handan’ın siyah, düz saçları vardır. Bir de Handan’ın siyah, düz saçlarını arkaya atışı…

http://mbsadam.blogspot.c.../bana-bir-hikaye-yaz.html
silah ve mayın,, öldürmek için tasarlanmış, sadece öldürmeye yararlar,, yarar da ne kelimeymiş; akıllara zarar!

ateş ki elle tutulmaz, ama tutan da var, o ayrı.. bedenini ve aklını parayla değiş tokuş etmiş bir zavallı, hakiki bir fakir,, hem sirk cambazı değil miydi kendisi, ip üstünde yürüyor ve ateşi yutuyor hani, tüm marifeti işte buydu! olsun, yırtıp atın tuttuğunuz tüm notları,, bakın ne diyorum; - onun böylesine maharetli biri olması, ateşin, içine aldığı herşeyi yakıp erittiği, küle çevirdiği gerçeğini pek değiştiremez!

yine de bir gayret kalkmış, elinde kalan bu son marifeti kuşanıp aşk sözcükleri döşüyor sevdiğine;

- içimde aşkın soluk ateşi, sen, gecemin en alevli yıldızı!

ve her nasıl yapıyorsa, bunları söylerken ağzından tek bir daire olsun duman bile çıkmıyor

görüntüsüne baksan tam bir budala, yani aşık, siyah beyaz bir palyaço,
belki de safkan bir katil

kadının ondan geri kalırı yok
“yürek ister yakmak!” diye hıhlıyor uzaktan
aklınca körüklüyor ateşi

ama adam ateşle oynamayı bırakalı çok olmuş, alt tarafı benzin istasyonunda bir pompacı
alaycı sözlere karşılık tek bir kelime olsun çıkmıyor ağzından,,

kim bilir neler geçiyor aklından o an, bilinmez,, sadece başını öne eğmiş, büyük bir ciddiyetle deposunu dolduruyor kadının,

gitsin diye daha da uzaklara..
“sevgilimin hiç anlamadığı bir dil bu!” dedi, üzerinde son bir umut sigarasını ararken„ “köşelere kaçıyorum çoğu zaman, o da peşimden baskın yapma gayretiyle sürekli bir takipte„ beni bulduğunda heyecanlı ve biraz öfkeli, fakat artık eskisi gibi sorularına öyle hazır ve hızlı cevaplar da veremiyor tutuk kalıyorum„, görüyorum işte, yüzünde büyük bir acı var„ bu daha çok çabalarının meyvesini alamayan bir öğretmenin yüzüne..” birden oracıkta aslında çoktan bitmiş olan sözü bitiyordu; çünkü sigarasını bulmuştu, astarın içinde son paketten düşüp oraya sıkışmış bir çöp„ şimdi ateş arıyor, ama ben içmiyorum, etrafımızda içen birileri de yok, canı sıkılıyor hem de çok„ elleri titriyor„ size nasıl anlatsam; yüzünde büyük bir acı var ve bu daha çok; çabalarının meyvesini alamayan bir çiftçinin yüzü..

ikimizin ortak yanı işte buydu; mesele kaçıp köşelere saklanmak değildi, nasıl olsa hiçkimse yalnız kalmak isteğinin aslında başka türden bir kalabalığa karışma tutkusu olduğunu hiçbir zaman anlamayacaktı„

o, ateşi olmadığı için içemiyordu, bense içimdekileri bir türlü yazamıyordum, ve şu kadın; zavallı kadın, hiçbir zaman istediği gibi bir adam çıkmayacaktı karşısına„ üçümüzün de ortak yanıydı bu;

küllenmişlik„

heveslerimiz kursaklarımızı bir eşkıya gibi tutmuş, isteklerimizi kurutmuş, ve heyecanlarımızı sonuna kadar tüketmişti

belki de içimizde en şanslı olan

ah bir ateş bulsa

yanabilecek o tek çöp sigaraydı..
Dünya eskiden daha güzel bir yerdi. Zeki Müren vardı o zamanlar, yaşamaya ve dinlemeye değer şeyler vardı. Yeşilçam’da parayla satılmayan aşklar vardı. Hep kötü adamlar kaybediyordu. Zengin ve fakir o zamanlarda vardı. Ama o zamanlar gönlü zengin olanlar kazanıyordu. Bütün acı kusan filmler bile “Mutlu son” la bitiyordu. “Canım Kardeşim” hariç.

http://mbsadam.tumblr.com...17105119033/doktor-ve-ben
ben bir sineğim..

siz insanların hayatı boyunca en az bir kez karşısına çıkan, ve en az bir kez tiksindiği türden,
kanatlı,
kara bir böceğim..

sıcak ve terli bedenlerinize yapışmayı, ağız kenarlarınızda ve burun hizanızda, gözünüzün önünde zikzaklar çizerek, ani iniş-çıkışlarımla, rüzgârda ordan oraya savrulan kuru bir yaprak parçası, çürük, içi boş bir tohum gibi, ve de üstelik vızıldayarak tepenizde uçmayı severim..
bu düzensiz uçuşum ve görüntümle sizi çok rahatsız ederim..
kocaman ellerinizle beni başınızdan savmak istersiniz, çayınıza ortak olmamdan nefret eder ve bazen de beni yakalayıp avucunuzda ezersiniz,,
sonra da gidip ellerinizi yıkarsınız..
herneyse,
asıl trajedim bu değil..

bu zaten doğama uygun bir son –sizin ifadenizle - , ve siz de doğanız gereği ellerinizi bazen böyle pis işlere sokarsınız değil mi ?
bahsetmek istediğim başka..

az önce bir örümceğin ağlarından kurtuldum.. üstüm başım, kanatlarım, bacaklarım, heryerim yapış yapış.. bu ağ benim için bir bataklık gibiydi.. çırpındıkça daha çok bulaşıyor, adeta batıyordum..
türlü desenlerle işlenmiş ağın hemen ardında, beni asıl büyüleyen şeye doğru, bir arı kovanından sızmakta olan balın tadını alabilmek için hızla inişe geçmiştim.. neredeyse bala ulaşmıştım ki milyonlarca gözümle bile göremediğim ağa düşüverdim..
düşmek de denmez buna.. daha çok, yorgun gövdemi kuş tüyü yatağa atmak gibiydi,, yumuşacıktı, ve başlarda rahatlatıcı..

ben çırpındıkça ağ incecik bir yorgan gibi üstümü örttü, tüm ayaklarımla ağdan kurtulmaya çalışıyordum, saatlerce etrafımda dönüp durdum, ayaklarımdan birini kurtarırken, diğerine başka bir iplik dolanıyordu.. sonra yoruldum.. yorulmamış olsaydım da hareket edecek yerim kalmamıştı..

en son öğlen güneşinin ışığıyla pişen balın o sıcacık şekerli kokusunu içime çekerek sonumu beklemeye başladım..

çok geçmeden, benden daha iri, daha kara ve ürkütücü, kocaman ağzı kanca gibi iki yana açılmış, davul gibi şişkin ve tüylü karnıyla bir örümcek, gizlendiği ağaç deliğinden dışarı çıktı.. sanırım ben çırpınırken ördüğü ağın ipliklerinden bir tanesi doğrudan bir telgraf teli gibi gizlendiği deliğe uzanmış, onu uykusundan uyandırıp geldiğimi haber vermişti..
kendi çizdiği iplik yoldan hızla yanıma yaklaştı.. her an işimi bitirebilirdi.. “keşke!..” dedim..

“keşke şu balın tadına baksaydım da sonra ölseydim!”
ama ne anlar örümcek halden.. bir insan bile anlamamışken..

zaten o da günlerdir deliğinde açlıktan kudurmuş bir halde ağına düşecek avını –yani beni- beklemiyor muydu ?

tüylü ayaklarıyla bir iki çevirdi beni, örgü örer gibi ağını üzerime doladı, sıkıca sarıp sarmaladı.. tam zehirli iğnesini karnıma batırmak üzereyken, ağ yeniden şiddetle sallanmaya başladı ve örümcek bile ağına tutunamayıp aşağı sarktı.. toprağa düşmek üzereyken peşi sıra saldığı ipliğine tutunup tırmanarak yeniden yanıma geldi..

bu sarsıntının nedeni o sırada ağına başka bir böceğin daha düşmüş olmasıydı..
ikimizden de iri, gösterişli, göz alıcı parlak renkleriyle büyük kanatları olan, uzun ve incecik karnıyla tüm böcekler aleminin belki de en güzeli,

bir kelebek..

örümcek bir an duraksadı, iğnesini içine çekti.. av ve avcı, ben ve örümcek, ikimiz de, kocaman desenli kanatlarını bir melek gibi iki yana açmış halde ağda öylece asılı duran, türümüzün bu en güzel, büyüleyici böceğine bakıyorduk..

“zavallı!” dedim içimden..
hoş, sanki benim durumum farklıydı..

ama sonuçta ben sıradan bir sinektim.. ve sineğe yakışan da bu değil midir ? duvarda bir leke olmak, bala giden yolda bir örümceğin ağına takılmak, ve her zaman adı bir tiksinti ifadesi olarak anılmak..

binlerce yıldır olan şey yine oluyordu ve belki de birazdan başıma gelecek olanlara dair içimde en ufak bir korku bile yoktu artık.. nasıl olsa benim sonum sıradan bir sondu.. bir alışkanlığın kimbilir kaçıncı kez yerine getirilmesiydi.. ne olacaksa oluyordu zaten.. ama şu kelebeğin durumu öyle mi?

bir günlük ömrünün şu muhteşem güzelliği ile milyonlarca gözlerimin her bir tanesi onu başka bir boyutta ve farklı tonlarda algılıyor, az ötemde kovandan sızmakta olan balı dahi unutmuş büyülenmiş bir halde onu izlemenin tadına varıyordum..

fakat şu an o da benim gibi çok çaresizdi..

kendinden daha iri ve güzel bir avın varlığıyla donup kalan örümcek, çok geçmeden kendine geldi ve başka bir iplik yoldan kelebeğe doğru gitti.. üstüne çıkıp hızla ağını örmeye başladı..
sonra da beklemeden iğnesini batırdı..

saatlerce orada her tarafım bağlı kıpırdayamadan, örümceğin kelebekle nasıl beslendiğini izledim..
ilk defa bir sinek olarak içimin acıdığını hissettim..

kendi durumumu unutmuş, nazarımda bir kelebeğin değil, bir meleğin ölümünü izlemiştim..
örümcek, karnı doymuş ve daha da şişmiş bir halde ağır ağır, ağları esneterek deliğine çekildi.. kelebekten geriye kuru, cansız, içi boş bir kabuk ve dağılmış parçalanmış kanatları kaldı..
tadını çok sevmiş olmalıydı ki diğer günler de yine kelebekle beslenmeye devam etti.. ben de sıranın bana gelmesini bekliyordum.. o sıralar ağına başka böcekler takıldı, kovanlarına çiçek özü taşıyan birkaç arı, küçük bir kırkayak, ve onlarca sivrisinek..

ama örümcek zahmet edip hiçbiriyle ilgilenmedi, kelebek ona fazlasıyla yetmişti.. bana gelince, beni de çoktan unutmuştu belki, ve ben bunca zamandır ağ hücrenin içinde hareketsiz beklemekten yorulmuş, acıkmış bedenimle, kıpırdayabilirsem örümceğe yeniden kendimi farkettirecek ve onun gelip işimi bitirmesini sağlayacaktım.. ama hiç gücüm kalmamıştı..
bir gün sonra şiddetli bir rüzgâr çıktı, savrulan kuru ot parçaları ağı parçaladı.. ağdan bu sayede kurtuldum diyebilirim.. zorlukla ağacın dibine attım kendimi, kanadımın teki ve üç bacağımı daha bu mücadelede kaybetmiştim..

eğer o kelebek olmasaydı şimdi çoktan içi boş kuru bir kabuk olarak ağda sallanıyor olacaktım..
ağına takılan diğer böcekler de, hepsi gelen bu rüzgârla ve kelebeğin sayesinde örümceğin zehirli iğnesinden kurtulmuşlardı..

ağda asılı halde, parlak göz alıcı renkleriyle kelebeğin o muhteşem güzelliğini düşleyerek milyonlarca gözümü hüzünle bir bir kapattım.. örümcek değilse bile bir kuş, ya da karınca ordusunun beni alıp götürmesini beklerken, zamanla süzülerek ağacın yarıklarından toprağa kadar inen balın o yoğun kokusuyla yeniden gözlerimi açtım..

tek yapmam gereken, kalan birkaç ayağımla gövdemi itip başımı biraz uzatmak, hortumumu küçük bal göletinin içine daldırmaktı,,

ben de öyle yaptım..
çiseleyen yağmur altında sahilde yürüyordu. birden gökgürültüsü ile bir yldırım düştü önlerine biri kömür oldu diğer ağır yaralı olarak acile yatırıldı.
tam olarak hikaye olmasa da basimdan gecen küçük bir ani; (bkz: #25049566)
hava yağmurluydu, toprağa sinen yağmur kokusunda radyasyonun etkisinden olsa gerek ki genzi yakan bir etki vardı. kahg hızlı adımlarla yürürken durdu, düşündü bi' an oysa geçireceği yıllar vardı; ama kıyısına geldiği dipsiz uçuruma bırakıverdi kendisini...
#24054901
......
-burada ne işin var?
+seni görmek istedim.
-bu saatte mi? daha uygun bir saat olamazdı zaten, haklısın. dedi korkusunu bastırmaya çalıştığı sesine alaycı bir hava katarak.
+bilirsin farklı olmayı seviyorum, diye gülümsedi karşıdaki adam.
-nasıl girdin eve?
+yedek anahtar yaptırmıştım zamanında lazım olur diyerek, çok da iyi yapmışım.
-evde yalnız değilim, bana zarar verirsen evdekiler anında burada olur.
+boşuna kıvırma evi kontrol ettim, bizden başka kimse yok.

kahretsin blöfünü yememişti. ne yapacaktı şimdi, nasıl kurtulacaktı bu adamdan.
normalde zehir gibi çalışan beyni şu an ona hiç de yardımcı olmuyordu.
telefonunu nerede bıraktığını düşündü, karşısındaki adam masanın üzerindekileri atıştırırken.
komodin, evet yatağın yanındaki komodinin üzerindeydi. ona ulaşması lazımdı böylelikle yardım isteyebilirdi.
peki kimi arayacaktı??
son iki aydır herkesi çıkarmıştı hayatından.
bir kez daha kendine lanet okudu, üzerindeki bakışları hissederek.
adam harekete geçmişti.
korkuyla uyandı uykusundan.
yine aynı kabus.. yine aynı yüz..
kaç saat uyuduğunu tahmin etmeye çalışırken yalnızca dakikalar geçmiş olduğunu görünce hayrete düştü.
halbuki ne kadar uzun gelmişti ona..
dili damağı kurumuştu, su içmek için alt kattaki mutfağa inmesi gerekecekti.
boş evde yankılanan kendi ayak sesleri yabancı geldi ona..
merdivenden inerken her defasında gıcırdayan tahtaya basınca küçük bir küfür savurdu havaya..
mutfağın ışığını yaktığında evde yalnız olmadığını farketti..
çığlık atma dürtüsünü nasıl engellediğini sonra düşünecekti şimdi sadece bu adamdan kurtulmaya odaklanmalıydı..
senden sana gelsin.
--spoiler--
zamanın birinde bursa diye yemyeşiil bir şehirde keşiş dağlarının beyaz eteklerinin dibinde yazın püfür püfür esen rüzgarında kışın sokaklarınında kestane kokusu olan bir yerde bir perikızı yaşarmış ailesiyle. bu perikızı ailesinin büyük kızı olduğundan annesinin en büyük yardımcısı küçük kardeşinin ablası babasının da ilk gözağrısıymış. bu kız ufacık tefecikmiş biraz arkadaşları hep onu küçük porselen bebeklere benzetir severlermiş. ama kocaaman hayalleri varmış bir de kocaman kalbi ama kalbi kırıkmış biraz. üzmüştür onu çook sevdikleri. yine de o hep gülmeyi severmiş, güldürmeyi de.hiç ağlayamazmış yanında biri varken üzmek istemezmiş başkalarını. neyse bu perikızımız kocaman hayallerini gerçekleştirmek için hergün uzaktaki okuluna gidermiş. kocaman bir arazisi olan içinde bir sürü gri bina olan iki yamacın ortasında kışın daima kampüsünün buz kestiği yazın sıcaktan durulmadığı bir yermiş okulu. ama o çok severmiş oraları. arkadaşlarını da. eve geldiğinde küçük kardeşi okuldan gelmiş olurmuş annesi işten gelene kadar otururlarmış beraber. bakmayın siz küçük kardeşi dendiğine küçük kardeşi perikızdan uzunmuş anneleri gelince bir şenlik koparmış. çünkü çok şen şakrakmış hep gülermiş ama kızdırdın mı fena. beraber yemek yaparlarmış akşam üzeri gelicek baba için. babaları da garip bir adammış biraz. herkes öyle tanımlarmış. işi gücü sürekli evde acayip icatlar yapmak olan bir adammış kendileri çünkü. akşam yemeğinde herkesin sofrada olması kuralmış. dışarda karnını doyurmuş bile olsa kişi o sofrada oturmalıymış tüm ahali. çünkü en güzel sohbetler orda yapılırmış. yemek biter bitmez çay koyma görevi peri kıza düşermiş. çünkü babası pek severmiş içmesini. çay içerken de arada bi bağlamasını eline alır güzel güzel türküler söylermiş ailesine. böyle güzel sevdiği bir evi varmış bu peri kızın. hem onlardan kopmak istemez hem de kendi ayakları üstünde durduğu çok sevdiği bir şehirde yaşamanın hayalini kurarmış. belki bir gün hayalleri gerçekleşir . ne dersiniz?
--spoiler--
16.01.1998/Giresun

Saati hatırlamıyorum bizim oralarda bu saatte zaman durur. Soğuktan yelkovan akrebin peşine takılamaz takati kalmaz. Sobanın başında henüz yarım saat önce demlenmiş olan çay ve dışarıdakileri bekleyen çay bardakları... Şehir merkezine giden yol yaklaşık 9 gündür kapalı. Köy içinde sadece muhtarın nissan marka pickup'ı ilerleyebiliyor. Yavaş yavaş toplanmaya başladı ev halkı sofra kuruluyor... Gaz lambasını dedem yaktı mayhoş bir koku olur lamba her yağdığında.

Arabanın motorunu neden durdular, muhtar geldi eve. En küçük amcam beni başka odaya götürdü, iyi de bu oda çok soğuktu neden öbür odaya gitmiyoruz hem orada soba yanıyor.

Kadir abi geliyor amcamın askerden arkadaşı, karda hızlıca gelirken ayağı kayıp yere düştü, bende güldüm.

Son kez güldüm.

Köyde bir hafta elektrik yoktu abim trafo direğine çıkmış, yüksek akıma kapılıp vefat etmişti. Abim yok olmuştu yanarak.

08.04.1998/giresun

Zaman durduğu yerden devam etti, yollar açıldı, elektrik geldi ama abim bir daha asla gelmedi.
Odanın kapısını tıklattıktan sonra içeriye girdi.Doktor umutsuzca Okan’ın yüzüne bakıyordu.Bunu nasıl söyleyebilirdi karşısındaki genç delikanlıya?..Ama mecburdu.Okan ise bir an önce sonucu öğrenip ayrılmayı düşünüyordu.Oradan çıkıp şirkete çok önemli bir toplantıya katılacaktı.Zaten kendini bildi bileli hastaneleri hiç sevmemişti.Doktor Adnan bey konuşmaya başladı:
-Buyurun Okan bey lütfen oturun.
Okan bir yandan sandalyesine otururken sordu:
-evet, Adnan bey sizi dinliyorum.Telefonda bana çok önemli demiştiniz.
-Okan bey bunu size nasıl söyleyeceğimi bilemiyorum.Adnan Bey’in kelimeleri boğazında düğümleniyordu adeta.Devam ederek:
-Emin olmak için sizden almış olduğumuz kan ve doku örneklerini iki kere teste tabi tuttuk.
Okan merakla:
-Adnan bey nedir emin olmak istediğiniz şey?
Doktor Adnan kendi kendine karar vermişti.Bir çırpıda söyleyecekti:
-Üzülerek belirtmeliyim ki kansersiniz…
Okan bu durumlarda nasıl davranılacağını bilmiyordu.Bir an odada sessizlik oldu.yüzünde bir tebessüm belirdi.Oysa ki basit bir baş ağrısı için gelmişti doktora, kim olsa bu duruma önce hayret eder ardından gülerdi.Okan’ın kafasından bu düşünceler geçerken doktor Adnan bey bu delikanlıya acı haberi nasıl vereceğini düşünüyordu.Sessizliği ilk bozan Okan oldu:
-Peki doktor bey,şimdi ne yapacağız?
-Hastalığınız tedavi edilemeyecek düzeye gelmiş durumda…Maalesef az bir ömrünüz kaldı.
Okan,boynundan vücuduna akan soğuk teri hissetti.Ve doktora malum soruyu sordu:
-Ne kadar ömrüm kaldı doktor,benimle açık konuşur musunuz?
-iki ay…Belki de daha az…
Okan,başını avuçlarının içine aldı,ne hissettiğini bilmiyordu.Doktor,ne yapacağını bilmiyordu.Teselli vermek istese iki ay ömrü kalmış bir adama ne diyebilirdi ki?Kısa bir süre sessizliğin ardından doktor:
-Size tavsiyem,kendinizi stresten uzak tutun.Gezin dolaşın…… (devam edecek).
hava yağmurluydu. ıslak sokaklarda yalnız başına evine doğru yürüyordu. sokaklar onun ayak sesleri ile yankılanıyordu. dert ortağı kaldırımlar sokaktaki sakinliğin tadını çıkartıyor ve mutluluktan ağlıyordu. yağmurlu havayı oldu olası sevmişti. sonunda evine vardı. kapıdan girer girmez odasına gidip üstünü değiştirdi. her zaman yaptığı gibi televizyonun karşısına oturdu ve rastgele bir kanal açtı. kalkıp bir kitap aldı ve okumaya başladı. televizyona bakmıyordu bile. onun için televizyon yalnızlığını örten bir araçtı sadece. ee ne sıkıcı işmiş hikaye yazmak...
okurken arkada çalsın moruk

http://www.youtube.com/watch?v=WtnLPLYhRlY

hiç unutmam bir gün yine 19 yaşındayım.

askere gidicem . bartın çıkmış , hazırlıklar tamam . zamanın geçmesini bekliyoruz , her zaman ki gibi . geçen - yada geçmek bilmeyen mi desek - zaman içinde düşünüyorum , niye üniversite okumadım ki lan diye. kafamı sikeyim.şimdi derdim askerlik değil de dersler olacaktı diyorum kendi kendime. hayat işte seks , eğlence , gırgır ,şamata ulan diye geçiştirdik şu zamana kadar . değilmiş be amına koyim.çok idealistiz ya , hayatımızı istediğimiz gibi yaşayacağız ya... neyse bokunu çıkarmayalım, pişmanız işte be bilader.

biraz hava almak için dışarı çıkıyorum . hava buz gibi , kuru ayaz. elimde sigaram , götüm dona dona kadıköy rıhtımdaki siyah demirlere yaslanmış öyle malca etrafı izliyorum . çiçek satan çingenelerin sesleri , greenpeace'çi entellerin gereksiz cümleleri ve gün içinde binlerce insanın üstünden geçtiği vapurların sesi. kafamı sağa çevirdim . beşiktaş iskelesi yönüne , vapur yanaştı millet iniyor. curcuna , insanlar birbirini eziyor . durun lan, yavaş. ne bu heyecan köleler ! velhasıl kelam bir de bakıyorum ki inenlerin arasında bizim faruk. liseden faruk. o da beni görüyor. tokalaşıyoruz ,sarılıyoruz .ayaküstü muhabbet başlıyor . okul işini soruyor , burun kıvırıyorum , yok olmadı diyorum . istemiyordum ya zaten !

ben soruyorum sen ne yaptın diye , avusturya da bir üniversiteye kayıt yaptırmış .5 boyunca orada yaşayacakmış. üniversite mevzusu ayrı bir koyuyorda , o avrupada yaşama olayı beni bitiriyor. çık lan hayalimden piç kurusu o benim hayatım...neyse bozuntuya vermiyorum muhabbet de ergeç bitiyor ve ben yine tek başıma beşiktaş iskelesiyle başbaşayım.

askere gitme günü geliyor , gözü yaşlı annemin elinden öperek uzaklaşıyorum istanbuldan. biraz da heyecan var tabi , '' ulan 19 sene boyunca burdaydık da noldu , belki orada başıma güzel bir şey gelir '' düşüncesiyle.-ki gelmiyor - neyse askerlik başlıyor ve '' dur lan biraz da şurada durayım ''larla bitiyor . -aradaki zamani bir de bana sorun , lakin sıkıcı olmasın diye uzatmıyorum- .

askerden dönünce , insan değişiyormuş cidden. dedikleri doğruymuş . daha bir özgürlüğüne düşkün oluyorsun, daha bir aldığın nefesin değerini biliyorsun.

döner dönmez , hemen bir işe giriyorum .peder ayarlamış, sağolsun. bir sigorta firmasının call center'ında ''buyrun ben x , nasıl yardımcı olabilirim '' cilerden biri oluyorum bende. 6 ay boyunca böyle devam ediyor hayat . sıkıcı ve bir an önce bitmesi istenen bir şekilde. iş, ev , yatak. tekrar iş .

derken , yine aynı başlayan o 25. pazartesinde onu gördüm.yeni işe alınanlardan biriydi. öylece baka kaldım 1-1.5 boyunca... o da bana bakıyordu ara da bir. vallahi lan . göz göze gelmiştik bir kaç kere. işte o anlar dünyadaki her şey duruyordu. o anlarda mutluluk , istanbul takımını deplasmanda yenen anadolu takımı seviyesine çıkıyordu.

bir gün , molada çıktık arkadaşla sohbet ediyoruz. yaktık sigaraları.döküldüm ben. hani bazen bir insanı uzaktan öyle bir seversin ya , 60 yıl boyunca uzak kalsan da o sevgiden zerre eksilme olmaz heh işte benimkisi de öyle dedim. aldığım cevap da çok güzel ve içtendi tabiki .

- abi o kızla olmaz . o sana bakmaz .

bende bıraktım gitti.olmadı , belkide olacaktı ama olmadı işte. vazgeçmemden ötürü ve kafamdan sürekli '' acaba ? '' sözcüğü dolaştığından delirdim .platoniğin böylesi makbül derler ya , biraz hayalperest , biraz paranoyak olacaksın. e bizde hakkını verdik.

bir piskoloğa gittim . hatun bana yapmak istediklerinin listesini yap dedi . bu kadar çok olduğunu nereden bilsin tabi sayfalarca çıktı. eline listeyi aldı ve

- hmm , x'cim hayatını hep ertelemişsin.bundan sonra yapmak istediklerini hiç bir zaman erteleme , daima dilediğin gibi yaşamaya bak.

be içine sıçtığım ben bunları zaten biliyorum ve yapamadığımdan dolayı buraya, sana geldim diyemedim tabi. kafamı salladım ve odadan çıktım.bir daha da gitmedim .

eve dönerken tekele uğradım . 1 tane muhtar çakmağı aldım , mutlu oldum . sonra bir baktım ki o da listede varmış . check .herkes gibi değiliz koşamıyoruz, mizacımız farklı ne yapalım...

eve vardım annem yine nerelerdeydin diye sordu . bende her zamanki , belkide hayatımı özetleyen cümleyi kurdum ;

- yorgundum anne , biraz hava almaya çıktım .
soğuk ankara sabahlarından biriydi, kızılay dan cebeci istikamtine doğru yürürken yılların yükünden yorulmuş astarı delik deşik paltomla soğuğa karşı koymaya çalışıyordum, adımlarım hızlandıkça sanki soğuğun şiddeti de adımlarımla hızlanıyordu,
arkamdan birisi ''celal'' diye seslendi, arkama dönüp baktığımda iş işten çoktan geçmişti, kaburgamın altından giren kurşun nefesimi kesmiş yere devrilmiştim, neden bakmıştım arkama, oysa adım celal bile değidi ki, bir anlık refleksin faturasını yediğim kurşunla ödemiştim, sebebini bile bilmediğim bir kurşunla.

yere düştüğümün farkında bile değildim, nefes almam çok zorlaşmış kısık kısık aldığım nefesin vücuduma yetmediğinin farkına varabilecek kadar şuurum açık kalmamıştı,sonra o film şeridi gözümün önünden geçmeye başladı,

çocukluğumdan bir kare vardı gözlerimin önünde, sıcak bir temmuz günü mahalle arasında arkadaşlarımla top oynarken annemin camdan bana ''yemek hazır eve gel'' diye seslenişini görüyordum, sırtımdan akan ter bir taraftan annemin sesi bir taraftan çılgınca topu tepikliyordum, yolun karşısından babam gözüktü elinde poşetler belli ki ay başı, küçük rakısı da elinde sallanıyor,
babam sadece ay başlarında etle beraber bir küçük rakı içerdi, birden bana seslendi ''evlat hadi eve gitme zamanı geldi'' topu bırakmak zor gelse de neşeyle babamın boynuna atlayıp eve doğru yol aldığımı görüyorum, evde annem bulgur pilavı yapıyor tane tane kokuyor mübarek, masa hazır babam sesleniyor anneme '' hanım şu etten de bir iki parça çevir, mübarek rakıyla daha bir lezzetleniyor'' annemin yüzünde o tatlı gülümsemeyi görüyorum, o anı tekrar canlı canlı yaşıyorum sanki,

sahne birden değişiyor ışık hızıyla başka bir kareye geçiyorum, hava soğumuş gök kararmış hastane odasında babamın yanındayım, babam bana soluk gözlerle gülümsüyor ''evlat herkes bir gün gidecek, benimde vakit geldi sanırsam, sana yapamadıklarım için beni affet, her zaman iyi bir evlat oldun'' diyor.

sahne yine değişiyor, annem sabah kahvaltısı hazırlıyor, okulda derslerimin kırık olan kısımlarını tamir etmem için bana öğütler veriyor, kuzine den çıkan ekmeğin tereyağla birleştiği an daki kokusu şuan burnum da nede güzel kokuyor, masadan arkama dönüyorum sahne 5 yıl ileri sarmış annem yeni bir palto almış bana kapıda onu üzerime giydiriyor, ne güzel parlıyor pırıl pırıl, içide sıcacık, ankara soğuğu bile işlemiyor içime, otobüsten kızılay da inip yürümeye başlıyorum cebeciye doğru,
yakıyorum bir sigara çekiyorum derin bir nefes yürüyorum okula doğru, köşelerde polisler var, yine olay var besbelli kapının önü zincirlenmiş, ne girmek isteyen girebiliyor içeri, ne çıkmak isteyen çıkabiliyor dışarı, polis ittirip kaktırıyor, ne oluyor demeye kalmadan sırtıma sert bir darbe iniyor,

sahne yine değişiyor, kızılay da yürüyorum gazete bayisinden gırgırımı almış kahveye arkadaşların yanına gidiyorum sobanın yanında duran masaya çöküp arkadaşlara selam veriyorum, kağıtlar dağılıyor rıfkı diyorum, ilk kupa çıkıyor sahne yine değişiyor,
karşıyaka mezarlığında babamın yanına annemi toprağa veriyorum, yine soğuk yine puslu yine karanlık bir gün, göz yaşlarım içime akıyor, sap gibi kaldığım dünyanın ne kadar anlamsız olduğunu tüm iliklerimde hissediyorum, esen rüzgar sesiyle okunan duaların sesi karışıyor, neden sahne değişmiyor !

otobüse biniyor kızılaya doğru yola koyuluyorum mutsuzluk umutsuzluk içerisinde hayatın aslında doğmak ve ölmek arasında geçen süre olduğunun bilincinde olmama rağmen kendimi telkin edemiyorum, teslim olmuş bir vaziyetteyken, daha fazla nefes alabilecek gücüm kalmadığını hissediyorum, başımda bir dünya kalabalık, herkes meraklı bakışlarla üzerimde büyük bir karartı yapmış durumdalar, nefes almak için çırpınıyorum ama bir türlü o nefesi alamıyorum, ışık gittikçe azalıyor azalıyor, birden yüksek bir sarsıntıyla uyanıyorum otobüs kızılay durağına yanaşırken önünde duran otobüse çarpmış,

otobüsten sersem gibi inip yürümeye başlıyorum ziya gökalp cadesinden cebeciye doğru,
yakıyorum bir sigara, havanın soğukluğundan doğru düzgün bir nefes bile çekemiyorum, paltom soğuk karşısında çaresiz bırakmış durumda beni, adımlarım hızlanırken arkadan bir ses geliyor, ''celal !''....
Esma, beyaza aşina ve siyaha elbette. Karın beyazı. Az sonra rüzgâr olacak bir üfürüntü de kopan elektrik tellerinin iki odalı, düzenli, korunaklı kireç kokulu lojmanı boğacağı karanlığa ışık kadar alışık gözleri. iran sınırında tek ağacın görülmediği, kıraç, topraksız uçsuz bucaklığa aşina. Ovanın sınırsızlığına, çoban köpeklerine. Savunmacı saldırgan ve vahşi görünümlerinin yanı sıra sahiplerinin yanında büründükleri arsız şımarık sokulgan ruh hallerine.
Ovanın diline alışkın . Elleri suların aşındırdığı vadiler kadar derin rüzgar çatlaklarıyla Kürt çocuklarına. Kuru iklimin çabuk çizdiği tenleriyle çocuk olamamış çocuklarına. Lojmana su taşıyan, kardeşlerini büyüten; Kürtçe, Türkçe her dilde yumuşak bir dokunuşun utandırdığı mahcup gülümseyen çocuklarına öyle alışkın. Su akışıp giden bir şey değil uzun zamandır onun için . Taşınan, saklanan özenle harcanan bir hazine. Hazinesini özenle kullanıyor. Kireç kokusu, deterjan kokusu, yokluğun kokusu, tebeşir kokusu, her sabah tutuşturduğu sobanın odun kokusu , ovanın kokusu birbirine giriyor çoğu zaman. Trafiği, sesleri, sokakları , koşuşturmayı, geceyi unutuyor Esma.
Ovanın diliyle düşünüyor. Sinemayı unutuyor önce. Caddeyi, karanlıkları kalabalıkları. Esma sürekli unutuyor. Unuttukça unutup, yokluğunu hissetmediği her şeyi temizlikte buluyor. Steril bir laboratuar kadar temiz iki göz odası. Lojmanı ile yirmi adım uzaklıktaki okuluna gidiş gelişlerine yirmi adım atıyor. Sabah rüzgârına, akşam ılıklığına, gerçek dünyaya karışıyor. Adımları bitmeden yolculuğu bitiyor. Sınıfta nefes alıyor. Sürekli umut ediyor. Sınıf tüm bu saçmalığın tek gerçek tarafı belki de. Anlatıyor, gülüyor hüzünleniyor, oyun oynuyor. Bir an için kendisini önemli hissediyor. Aldığı nefesi ciğerlerinde hissediyor. Ellerinin nasıl kirlenmiş olduğunu önemsemiyor. Bakterileri, virüsleri, kokuları…
Yirmi adımlık dönüş yolunda yeniden başlıyor. Kaybettiği özlediği her şey temizlikle unutulacak, belki de kazanılacak. Yirmi adım boyunca temizlenmeyi kuruyor, düşlüyor. Ellerini, parmak aralarını, tırnaklarını, yüzünü temizliyor. Her bir adımı üşenmeden ince ince gerçekleştirdikten sonra rahatlama hissediyor. Uzun zamandır farkında bu anlamsızlığın bu sahte mutluluk bir yalanın habercisi olduğunu biliyor içten içe. Bu temizlik, bu sözsüz bitkin akşam yemekleri. iki kişilik sessizlikler. Gençliğinin tüm heyecanıyla sevdiği adamın mutlu şikayetsiz sessiz sevgililiği, uzaklığı... Konuşmaya çabalamıyorlar artık. iki sınıflık okuldalar ne de olsa. iki karşılıklı sınıf. Birbirlerinin seslerini duymaya öyle alışıklar ki bazen aynı sınıfta olduklarını sanıyor. Anlatacak bir şey yok öyleyse. Sevgili memnun halinden. Bu çok düzenli iki göz oda yaşamın ta kendisi onun için. Naylon ile kapılı kapısız evi, çocukluğu ,yoksulluğu ,babasının bağırışları ,evden her kovuluşu ,annesinin ağlamaları … Kardeşlerinin hüznü ve yaşadığı çaresizlikten sonra nefeslerin en temizi gibi Esma. Esma’nın sessizliği babasının bağırışlarından sonra mutluluk demek. Esma’nın her gün arttırdığı temizlik düzen çocukluğunda hayalini kurduğu düzen. Esma susuyor. Esma temizliyor. Esma pişiriyor. Esma yirmi adım kadar karışıyor hayata. Esma elleriyle bir dünya yaratıyor. iki odalı dünyasına sıkıldıkça yeni bir şeyler ekliyor. Çiçekli perdeler, masa örtüleri, tahta boyamaları, çiçekler. Esma lojman dediği bir dünya yaratıyor. Dışarıda bıraktığı her şey duvarların arasında şimdi.
Bir süre sonra ellerini saklıyor Esma. Dokunamaz oluyor. iki göz odası dışında kirli bir dünya. Çatlak ellerini yumuşatsın diye nemlendiricilerle çocuklarının ellerini ovardı. Yapamıyor. Kirli geliyor her şey. Yüreği nemlenmiyor. Korkuyor.
Konuşmaya başladıkça sevgili huzursuz. O da kirli belki. Dokunamıyor. dünyasının duvarları çatırdamaya başladığında ağlıyor, yardım istiyor. Bağırıyor. Sevgili daha çok bağırıyor. Daha çok korkuyor. Çocukluk kâbuslarını yaşattığı için. Kapılara, musluklara peçetesiz dokunamadığı için. En çok kendisine dokunmadığı için belki. Korktukça saldırıyor. Esma’nın duvarları yıkılıyor. Her şeyin kendiliğinden geçeceğini düşlemek yetmiyor. Sevgili, artık sevgisiz. Saldırıyor. Vurmaya başlıyor.
Esma’nın şaşkınlığı geçmek bilmiyor. Geride bıraktığı yaşamda yok bunlar. Sırtını dönüp kolaylıkla terk ettiği yaşamı, ailesi çok uzakta. Sevgi değil bu, biliyor. Sadece biliyor. Şaşkınlıktan tepki veremeyecek kadar güçsüz. Sevgili vurdukça şaşırıyor. Her seferinde ilk kez oluyormuş gibi. Çamaşır suyu kokuyor elleri. Her seferinde daha çok temizlik yapıyor. Sular kırgınlıklarını alıp götürmüyor. Ağlamıyor bir süre sonra. Utanıyor. Utancını temizliyor, acısını sabunlayıp köpürtüyor. Esma köpük köpük yıkıyor dünyayı. Sessiz anlaşma devam ediyor. Temizliyor. Sıkılıyor. Yemek hazırlıyor. Dayak yiyor. Yıkıyor. Köpürtüyor. Esma bir yaşamı köpürtüp üflüyor havaya. Baloncuklar…
Düşle gerçek arası bir zaman. Yaşama dokunmadan, kıyısından köşesinden geçip gidecek belki. On beş kişilik bir öğretmen grubuyla şelaleye gitmeseler. Su, yeşillik, sohbet, buz gibi biralar içilecek. Türküler söylenecek. Bir an için umutlanıyor Esma. Umutlanıyor sevgili.
Sevgili kendini kaybediyor sonra. Ufak bir söz belki. Belki ayların sessizliği, yorgunluk, kavga. Hasta her ikisi de, bilmiyorlar. Herkesin içinde vuruyor. Engel olmaya çalışanlar, bağırış, sevgilinin öfkeden kasılmış yüzü, küfürler... Git diye bağırışını duyuyor Esma. Hem vuruyor hem git diyor. Esma kendini seyrediyor. insanların gözleri, ayıplamalar, saklanan gerçeğin herkesin yüzünde oluşturduğu şaşkınlık. Esma çırılçıplak... Herkes onu seyrediyor.
Ertesi gün. Yolda. En donuk haliyle bir büyük şehirde. Çoban köpekleri, kar, tipi, ıssızlık duygusu, karanlık, kireç kokusu, nemlendirici kremler, yol alan bir otobüs, anlar birikimi... Zaman akıp gidiyor. Steril başka bir odada Esma. Kürtaj, boşanma; öğretmenlik yapacağım diye bir serserinin peşine takılıp giden kızlarının arkasından fısır fısır konuşan anne baba. Sarıyorlar yine de. Doktorlar sonra. Bebek kazıyanı, umut aşılayanı. Konuşmalar. Yavaş yavaş hayata karışıyor. Öğretmenlikten vazgeçmiyor. Her şey farklı bu kez. Gürültülü kalabalık içinde sabahı akşamı karmakarışık kocaman bir şehir.
Çocukların elleri çatlak değil. Bir gün çantasındaki nemlendiriciyi bırakıyor. Başka bir gün çoban köpeklerini. Ova yavaş yavaş siliniyor. Büyük bir boşluk var bu akşam Esma’nın içinde. Bu gürültü, kalabalık hiçbir şey yetmeyecek. Bu kadar insan ne yapıyor, o da onlardan biri mi? Anlamıyor. Işıklı tabelalar kireç kokmuyor. Bebek, boşluk. Eli telefonuna uzanıyor.

“ Bir şehir insanı nasıl delirtir?
Ben öğrencilerimi emzirmek istiyorum.
Delirdim mi? ”
bi adam varmış. çok sevmiş. sebepsiz terk edilmiş. üzülmüş. mutlu olamamış. bitti.
gelin ata binmiş yaa nasip demiş...
(bkz: kütle halinde entry yazmak)
adamın biri sürekli ekmek çarpsın ekmek çarpsın diyormuş ekmek arabası gelmiş çarpmış. tamam vurmayın.
Adamın biri sevgilisine ilişkimizin o eski heyecanı kalmadı demiş.Kız buna bir çakmış.Adam yere yapışmış.Sonu bağlayamadım ama güzel oldu.
üzerime mayonez döküldü. pantolonumun sağ üst bacağındaki mayonezi peçeteyle sıyırttırmaya çalışırken daha da bok ettim. masadakilere çaktırmadan, ani ve bir o kadar da usturuplu hareketlerle kafeteryanın hemen arka tarafındaki tuvalete doğru ilerledim. tuvalet kapısını açtım. hemen karşımda lavabolar ve onların üzerinde, gelenlerin kendilerine çeki düzen vermek için kullandıkları aynalar vardı. yaklaşık 5 saniye önce açtığım tuvalet kapısından - bir elim hala ardına kadar açık kapıyı tutuyordu - karşımdaki aynaya baktım. iki iyi giyimli adam az önce terk ettiğim masanın başına gelmiş, arkadaşlarıma bir şeyler soruyordu. geride iz bırakmış olmalıydım. adamlardan biri - ki bu sanırım daha önce elinden kurtulduklarımdan biriydi - sandalyemin hemen altına eğilip yeri dikkatle inceleyince, dökülen mayonezin sadece pantolonumla yetinmediğini anladım. masadaki iki arkadaşım, durumun ciddiyetinden bihaber olarak kendilerine sorulan soruları cevaplıyordu. adamlardan birinin kafasını tuvalete doğru çevirdiğini fark edip hemen kapıyı kapattım. beni görmüş olabilir miydi? görmediyse bile ne de olsa hiçbir şeyden haberi olmayan arkadaşlarım birkaç saniye içinde yerimi söyleyecekti. tuvaletin kapısı kilitlenmiyordu. hemen kabinlerden birine girip küçük tuvalet penceresinden dışarı attım kendimi. pencereden çıkmakta zorlanan sol bacağımı kurtarırken ayakkabım tuvaletin içine düştü. işimi zorlaştıracağı için diğerini de ben çıkartıp orada bıraktım. arkama bile bakmadan koştum. çok iyi bildiğim detroit sokaklarında beni yakalamalarının imkansız olduğunu düşündüm. ama yine de hemen bir hat bulup buradan kurtulmalıydım. aynı anda hem koşup hem de telefonla konuşamadığım için göl kenarındaki banklara oturup gemiyi aradım. telefon düşmedi. bir daha aradım, yine düşmedi. sanki bu anı daha önce yaşamıştım. yolunda gitmeyen bir şeyler olmalıydı. 9333'ü arayınca kontörümün bittiğini öğrendim. hafif bir mutluluk geldi. ne de olsa gemiyle alakalı bir problem yoktu ve bir şekilde onlara ulaşacaktım. ayak seslerini duyuyorum! hemen oturduğum yerden kalkıp şehrin güneyindeki telefon kulübelerine doğru koştum. çok vakit kaybetmiştim. trinity'nin sözünü dinleyip faturalıya geçseydim şu anda kamaramda huzur içinde uyuyor olacaktım. bana yaklaşmalarına izin vermemek için bütün gücümle koştum. nihayet telefon kulübelerinin olduğu meydana geldiğimde artık adım atacak gücüm kalmamıştı. üstelik adamlardan birini - bu daha önce görmediğimdi - çok uzaktan da olsa görebiliyordum. derin bir nefes alıp son 100 metreyi 9.45'te koştum. kayıtlara geçmedi. son 100'ün 6. saniyesinde telefon kartım olmadığını hatırladım. 7. saniyede geri dönmenin çok riskli olduğunu düşündüm. 8. saniyede kart olmadan telefon kulübesine girmenin mantıksız olacağına karar verdim. 9. saniyede " acaba girmesem mi? " derken 10. saniyede içerideydim. kendi eksenim etrafında 540 derece dönüp hemen gerisin geri dışarı çıktım. çıkarken pelerinim kapıya sıkıştı. eğilip düzeltirken taytım yırtıldı. " madem superman'im, neden uçmuyorum? " dedim ve uçtum. 15 saat süren yolculuğun ardından istanbul semalarına ulaştım. kadıköy'ün üzerinden geçerken stadyumun etrafındaki kalabalık dikkatimi çekti. biraz alçalıp tabelaya baktım. fenerbahçe, norveç'i 1-0 yenmişti. biraz daha alçalıp migros'un önündeki taraftarların yanına indim. irice bir ergene yanaşıp golü kimin attığını sordum. " kuyt attı abi. " dedi. " eyvallah genç. " dedikten sonra cebine 100$ sıkıştırıp uçarak oradan uzaklaştım. barbaros'taki gazete binasına geldiğimde susuzluktan ölüyordum. üstelik jet lag fena çarpmıştı. güvenlikteki arkadaştan yırtık taytım için özür diledim. " ne demek abi, al benim pantolonu giy. " dedi. çıkardı verdi sağolsun. o da benim taytı giydi. ibne gibi oldu. dayanamadım pantolonun belindeki silahi çekip vurdum göt lalesini. hemen oracıkta intihar süsü verdim. silah kendi silahı olduğundan gayet inandırıcı oldu. gazete binasına girip sebile ağzımı dayadım. buz gibi su iyi geldi. bir de doğruldum ki hemen arkamda bizim sayfa müdürü. hayır yani eskaza biraz daha eğilsem değdirecek puşt. ben içimden çok pis küfür ettim. o, dışından " manşeti hazırlamamışsın hala! neredeyse gece yarısı oldu! " dedi. ünlem işaretiyle biten iki cümleyi arka arkaya kullandığına göre yolunda gitmeyen bir şeyler olmalıydı. " hazırladım efendim. " dedim. " viking'leri kuytuda kıstırdık! " diye manşet attım. çok tuttu. gazete 14 milyon sattı. bizim sayfa müdürünü görmeniz lazım; benimle bir samimi bir samimi... " clark'cım, gel sana bir yemek ısmarlayayım. bu başarının karşılıksız kalacağını düşünmüyordun di mi? " dedi. burger king'e götürdü beleşçi pezevenk. başta çok bozuldum; ama sonra takmadım kafaya. bir whoopper söyledim. o, çocuk mönüsü aldı. " oyuncağı almasam kaça olur? " dedi. kasiyer güldü. ben de güldüm. bizim siparişler çıkınca iştahla oturduk masaya. hamburgere mayonez sıkmadım. turşunun-domatesin dökülme riskini de göze almayıp tek seferde yuttum bütün hamburgeri. kesmedi. patatesle kolayı da götürdüm bana mısın demedi, bizim müdürün oyuncağını da yedim. karnım doyunca çok mutlu oldum. çok güzel bir şey, bence siz de olun.