bugün

para kazandıran her projede ismi gecen sinan cetin'in su güne kadar güzel bir iş yaptıgına sahit olamadığım yapım şirketi
avrupa yakası,sahte prenses,ah polis olsam gibi tv dizilerinin ve aklıma ilk anda gelen mert baykal'ın yönetmenliğini yaptığı "pardon" filminin yapımcılığını üstlenen şirket
stüdyolarıistanbulseyrantepe de bulunmaktadır.
(bkz: Post Office)
Cihangir'de akyol sokak ta ilerlerken solda apartmanların arasında yer alır.Sinan Çetin in cihangir e damgasını vurmasına sadece bir etkendir.
90 ların güzel kliplerine imza atmış yapım şirketi.
Başrolünü ege tanman, tuba ünsal, hayko cepkin'in oynadığı "çocuk" filminin yapımcılığını üstlenen yapım şirketi.
asistan olarak aldığı yeni mezun radyo televizyon ve sinema bölümü mezunlarının maaşını vermemekle kalmayıp, üstüne bir de binbir türlü bahaneler uyduran, "bugün git yarın gel" anlayışındaki yapım şirketidir. Proje başına iş yapan ve buna göre ücret alan asistanlar emeklerinin karşılığı olan parayı alamamakta, bunu talep ettiklerinde ise aynen tanım cümlesinde belirttiğim üzere geçiştirmelerle karşılaşmaktadır. * Hatta kimileri çalıştığı üç ay sonunda bütün alacaklarından vazgeçmeyi göze alıp işi bile bırakmaktadır.* Yanılmıyorsam, aynı şirket ile ilgili aynı problemlerle alakalı olarak, Avrupa Yakası'nın sonuna doğru da bu tür ödeme sorunları yaşandığı açığa çıkmıştı. Bunun yanı sıra çalıştırdığı asistanlar sigortasız bir şekilde çalıştırılmakta, görevleri olmayan ufak tefek birçok önemli/önemsiz işe de koşturulmaktadır. Yapım piyasasında ünlenmiş bir şirketin bu kadar prensip yoksunu haller içinde olması oldukça düşündürücüdür.
çalıştırdığı insanlara paralarını ödememek için attığı taklalar yaptığı işlerden daha kalitelidir.

konuya örnek teşkil etmesi açısından erkan nurhan'ın facebook profilinde yayınladığı yazısını sizlerle paylaşıyorum.

''aslında baya uzun süredir bu notu yayınlayıp yayınlamamak üzerine düşünüyorum. çünkü belki birazdan okuyacaklarınız size tamamen gereksiz, saçma ve yersiz gelebilir. ama bunu yazmak zorundaydım, affola...

malum, çok hassas günlerdeyiz. namlunun iki ucunun olduğu, birisinin düşmanı! diğerinin ateş edenin vicdanını öldürdüğü, ikişer üçer kez ölünebilen, utanmaktan yorulunan, ciğer testlerinde ikmale bile kalınamayan ama toplamda sınıfta kalınan, kimin ne olduğunu ortaya çıkaran, acısı taze, zor ki ne zor günler...

hikaye, 2009 haziran’da başlıyor. malum; biricik kızım, yaşama amacım, en bi varlığım, minik “rüya”mın hayata gözlerini açtığı yıl.

2009 yılının mayıs ayında, isim vermekten çekinmeyeceğim (ki bu sebep aynı zamanda bu yazının amacıdır ve herhangi kimseyle kişisel bir münasebetim olmadığından kişi isimlerini kendime saklayıp firma ve iş isimlerini açık etmekte sakınca görmüyorum) bir yapım şirketi olan “plato film”in, aylavyu adlı filminin görüşmesine gittim. haziranın ikici haftasında başlayan ön hazırlık aşaması temmuz ayının ikinci haftası sonuna dek toplam 5 hafta sürdü. yaptığımız görüşmede işin genel koordinatörü ile, ön hazırlık aşamasında yarım haftalık, sette tam haftalık olmak üzere anlaştık. bu ön hazırlık aşamasının sadece ilk haftasının ücretini alabildim. geri kalan 4 yarım haftalığın sete çıkıldıktan sonra peyderpey ödeneceği söylendi.

14 temmuz’da mardin’de filmin çekimleri başladı. zor şartlar, kötü yemekler herkesin zaten aşina olduğu şeyler... filmin mardin’deki çekimleri tam 5 hafta sürdü. planlanan çekim takvimi de 4-4,5 haftayı kapsıyordu. mardin etabının dışında 1 günlük de istanbul çekimi planlanmıştı. mardin’deki 5 hafta boyunca ekibin neredeyse tamamı, güneş geçmesi-dizanteri-ishal-kusma-halsizlik gibi şikayetlerle bazen hastanede serum takılarak, bazen şefleri tarafından dinlendirilerek, bazen de kendi buldukları yöntemlerle çalışmaya devam edebilip filmi bitirmeye çalıştılar. bu şartlarda devam eden (temmuz ayı ve mardin sıcağı) bir filmin çekimleri sırasında ekibi ayakta tutabilecek yegane şey moraldir. moral nasıl sağlanır? ekibin bir ekip olduğunun farkına varması, maddi-manevi yönden tatmin olması sayesinde gerçekleşir ancak. şartlar yönetmen arkadaşın kimsenin anlam veremediği tuhaf yöntemleri sayesinde daha da zorlaşıyor, yönetmen; filmin ikinci gününde sanat yönetmeni-üçüncü gününde de görüntü yönetmeni ile kavga etmeye başlıyordu. ben ise arada tampon olmaya çalıştıkça kemiklerimin çatırdadığını duyuyor ama vazgeçmiyordum. sonunda mardin çekimlerinin bitmesine iki gün kala, bana da setin ortasında gözümün içine baka baka hakaret edip, bunu aslında başkasına söylemiş olduğunu itiraf edip, benim alınganlık etmiş olduğumu belirtmesi ile bende kayış koptu! o anda genel koordinatör ile konuşup beni ilk uçakla istanbul’a göndermesini istedim. ilk uçak iki gün sonra idi. eşyalarımı toplayıp istanbul’a döndüm.

16 ağustos 2009... istanbul’a dönmemle hastalanmam bir oldu. bir ay hasta yattım. dizanteri... set aşamasında ödemeler nispeten iyileşmiş görünüyordu. filmin 5 haftalık çekim süresinin ilk 3 haftalık ücretleri mardin’de iken ödenmişti. kalan 2 haftalığın ilkini de, ekibin stanbul’a dönüşünden yaklaşık bir buçuk veya iki ay sonra ödediler. kalan son haftalığın akıbetini sorduğumuzda ise aldığımız yanıt şahaneydi... “film gişede 1 milyonu geçerse öderiz!” sanki sözleşmeli, sigortaları ödenen insanlarız da sözleşmeye böyle bir madde konmuş, biz de imzalamışız! bu arada filmin yukarıda bahsettiğim bir günlük istanbul çekimi de henüz yapılmamıştı. kostüm ekibi, ancak bu sahnelerdeki devamlılıklı kostümleri vermemekle tehdit ederek kalan parasını alabildi. o da, şefleri aldığı üç kuruşu asistanlarına verdi, bitti gitti... gerek telefon görüşmeleri, gerekse bizzat yerlerine cihangir’e gidip paramı istemek sonuç vermiyordu. (kalan 4 yarım haftalık + 1 tam haftalık = toplam 3 tam haftalık alacağım vardı) avukat bir arkadaşımla görüşüp ne yapabileceğimi sordum. icra takibi başlatmaya karar verdik. icra takibinin açılmasından çok kısa bir süre sonra, plato film-muhasebe’den bir telefon geldi. “erkan bey, ödeme yapacağız, şirkete gelebilir misiniz?” tamam dedim. işe yaradı. yanıma sette beraber çalıştığım bir asistanımı alıp (bu arkadaşı da sevgiyle anıyorum burdan) cihangir’e gittik. iki saat beklettiler. iki saat sonunda, muhasebeye gittik. muhasebe görevlisi kalan ödemenin 4’te biri olan bir ücreti gözümün önünde sayıp uzattı. arkadaşına seslendi. “şu ibranameyi verir misin?” ibraname mi? şoka girdim. bana hak ettiğim paranın dörtte birini verip bu işten sıyrılacaklardı... cevabım netti. “makbuz varsa imzalarım, ama o kağıda elimi sürmem!” kadın eğer ibranameyi imzalamazsam ödeme yapamayacağını söyledi. ben de borçlarının bu kadar olmadığını, devamını da almak istediğimi söyledim. o sonra daha yetkili birisini aradı. (yetkili birisi de filmin yapımcısı. yanlış anlamayın şirketin sahibi olan medyatik şahıs değil ama onun kadar sözü geçen birisi) kısa bir görüşmenin ardından “yetkili birisi” öfkeden gözü dönmüş şekilde yanımıza geldi. çok önemli toplantısını böldüğümüz için çıldırıyordu. ne hayırsızlığım kaldı, ne tavuk s.kmeye çalıştığım ne orayı babamın çiftliği sandığım. saydırdıkça saydırdı. yanımdaki asistan arkadaş ile şoka girdik. sakinliğimi korumaya çalışarak, şu anda öfkeden gözünün dönmüş olduğunu, bilmediği bir takım şeyler olduğunu daha sonra konuşsak iyi olacağını geveledim. yetkili birisi sonra üzerime yürüdü. son raddeyi de geçtiğimizi anlayınca ben de saldırmaya başladım. daha sonra, daha başka bir mecrada yine karşılaşacağımızı, seve seve ödemedikleri paramı s.ke s.ke ödeyeceklerini söyleyip arkama bakmadan çıkıp gittim. böyle münakaşalara alışık olmadığımdan çıkınca elim ayağım boşaldı. asistan arkadaşla durumu değerlendirdik. onlara dava açmaya karar verdim. avukat arkadaşımı aradım. süreç başladı.

sonra zorlu bir döneme girdik. kimse; şirkete yanımda gelen, her şeye tanık olan asistanım dahil, tanık olmak istemiyordu. ne de olsa bu piyasa küçük. duyulur ne’me lazım... kimse tanık olmak istemiyordu derken yakın arkadaşım olan kostüm asistanı arkadaşımı ve sanat yönetmenini hariç tutayım. ben iki tanık ile, şirket üç tanık ile (bir kameraman-bir kamera asistanı-bir ışıkçı = üçü de plato film’in çalışanı) dava süreci başladı. bu sıralarda veya bir süre öncesinde de plato film “aylavyu” filmini genel koordinatör ve yönetmenin kurduğu kendi şirketlerine sattı. ama olayın geçtiği dönemlerde muhatabımız plato film olduğundan biz davayı plato film’e açmıştık.

dava süreci iki yıl, toplam 5 ya da 6 duruşma sürdü. yapım şirketi davayı iş mahkemesinden alıp, fikri ve sinai haklar mahkemesine taşımak için çabaladı. hakim, benim vergi yükümlüsü bir işveren olduğumu iddia eden yapım şirketine sözleşmemizi görmek istediğini söyleyince kendi kazdıkları kuyuya kendileri düşmüş oldular. bizim açtığımız dava, toplam alacaklı olduğumuz meblağı, tazminat davasını, faizleri ve sözleşmesiz işçi çalıştırdıklarından dolayı sgk tarafından onaylanmış şartları barındırıyordu. bu süreçte sine-sen de davaya destek oldu. zaten bu davanın benim tarafımdaki avukatı olan arkadaşım da süreç içerisinde sine-sen’in avukatı olarak da çalışmaya başlamıştı. dördüncü duruşmada sanırım, avukat arkadaşımı arayıp davaya gelmek istediğimi söyledim. bundan önceki duruşmada ise, benimle birlikte şirkete gelen benim asistanım olan arkadaşı, plato film, benim tanığım olarak mahkemeye getirmişti. benim başaramadığımı ona şirkette iş vererek, lehlerine çevirdiklerini düşünmüş olsalar gerek. kızcağız duruşmada kem küm bişeyler söylemeye çalışmış ama sanıyoruz ki plato film’in tam olarak ondan istediklerini de söylememiş. suya sabuna dokunmayan şeyler söylemiş.

iş, dördüncü duruşmaya geldiğinde, ben de beyoğlu adliyesi’ne gitmeye karar verdiğimde, bütün işler değişti... avukat arkadaş, ben, kostümcü arkadaşım ve sanat yönetmeni 4 kişi saatinde adliyedeydik. avukat arkadaş, üst kata bakmak için yanımızdan ayrıldı. geri döndüğünde suratı kireç gibiydi. şirket üç tanığı ile çıkartma yapmıştı. bu üç tanıktan kameraman olan ise, şu anda facebookta arkadaş listemde ekli olan, aynı yıllarda, aynı üniversitede okuduğumuz, aynı kantinde çay içtiğimiz bir arkadaşımdı... ve yukarıda konuşulanları duymuştu... avukatları ile birlikte üç tanık kafa kafaya vermiş, “şöyle iyiydik dicez, böyle aldık paramızı dicez, o şerrefsiz işi bıraktı gitti dicez” diye plan yapmaktalarmış. benim o gün davaya katılacağımdan kimsenin haberi yoktu. ilk kez gidecektim. sonra müthiş karşılaşma anı... sadece gözlerine baktım. üç tanıklarından yaşça en küçük olan kamera asistanı çocuk, son anda içeri girmekten vazgeçti. “abi bizim ne işimiz var burda allah aşkına ya!” “bu adamın aleyhinde mi konuşacaksınız?” dedi ve dışarıda kaldı. diğerleri ile biz hiç bir şey konuşmadan içeri geçtik. hakim sırayla önce bizi, sonra onları dinledi. ortamın fena halde tuhaf atmosferinden olsa gerek, arkadaşım olan kameraman ilk sözü aldı ve sesi titriyordu. ortalama bir şeyler söyledi. söyledikleri ne plato film’in davayı kazanmasına yardım edecek şeylerdi, ne de bizim... sonra ışıkçı arkadaş söz aldı. hemen hemen aynı şeyleri söyledi. plato film dava metninde; benim filmin çekimlerinin bitmesine birbuçuk hafta kala “sebepsiz” yere seti terk edip istanbul’a döndüğümü, ekibi zor durumda bıraktığımı (hatta abartıp, hastalanmalarından benim sorumlu olduğuma kadar), ben işten ayrılınca bir hafta yerime birisinin aranıp, istanbul’dan yeni bir yardımcı yönetmenin işe alındığını, bir haftalık beklemenin tek sorumlusunun ben olduğumu söylüyordu. kendi şahitleri ise; benim tam olarak ne zaman işten ayrıldığımı bilmediklerini ya da hatırlamadıklarını söylemişlerdi. “bir kaç gün önce falandı sanırım” gibi ortada beyanlar...
duruşma bitti. koridora çıktık. bir süre harç ücreti yatrımak gibi işleri hallettik. plato’nun avukatının yüzü düşmüştü. kameraman arkadaş bana yaklaştı. “umarım kazanırsın... kusura bakma, zaten gelmemeliydim. ama seni satamazdım işte...” gibi birşeyler söyledi. sadece kafamı sallayabildim.

sonra dava bilir kişiye gitti. bilir kişiden gelen cevap tuhaftı. “bu davada, asliye hukuk mahkemesi görevlidir” diyordu bilir!kişi... hakim bunun üzerine “davacı iş mahkemesi, davalı fikri sinai haklar mahkemesi ben de iş mahkemesi diyorum, bilirkişi nereden çıkarmış bunu?” dedi. sonra hakim ikinci bilir kişiye gönderdi davayı. herhalde ikinci bilir kişi ya iyi bir insandı, ya da plato film için fazla masraflı olmaya başlamıştım. bilir kişi, vergi masrafları kesintisi ile istediğimiz ücrete yakın biir meblağı onaylamıştı. tamamdı artık. bitiyordu...

2011 ekiminin ikinci haftası itibarı ile davada karar çıktı. 2 yıllık bu hikaye artık sona eriyordu. bir insan sadece hak ettiği parayı istediği için dilenci-köpek-tavuk s.ken muamelesi görmüş, ama pes etmemişti. uzunca bir süredir benim için önemli olan yegane şey, buradan alacağım paradan ziyade, böyle bir mektubu yazarak, insanların gözünü açmak istemekti. bunun için bu kararın çıkmış olması yetecekti.

vaz geçmedim arkadaşlar. içimde çok derinlerde kalmış bazı duygular alevlendi. uyandım. ama ne yazık ki, hala kaderimiz hukuki yollara güvenebilmek yerine iyi niyetli hakimlerin, bilir kişilerin, savcıların insiyatifinde. ben şanslıydım ki; iyi niyetli bir hakim ile bu davayı bitirebildim. sanırım şu koşullarda yapılabilecek insanın en fazla elinde olan şey, bu gibi şirketler ve insanlardan uzak durmak. bu yüzden lütfen bu hikayeyi herkesin okumasını sağlayın. ve cesur olun. korkmayın... bakın hala hayattayım.''

erkan nurhan
ekim 2011 – istanbul