"Bir Müslüman hikâyesine göre, Meryem oğlu isa bir gün, soğuktan ve sıcaktın korunacak bir sığınağı olmayan, dağda yaşayan yaşlı bir adama rastladı. isa adama, neden kendisine bir ev inşa etmediğini sordu. "Ey Tanrı'nın Ruhu" dedi yaşlı adam, "Senden önceki peygamberler yalnızca yedi yüzyıl yaşayacağımı haber verdiler. Yerleşmeye değmez."
"Yollar her ne kadar çeşitli ise de gaye birdir. Görmüyor musun ki Kâbe'ye giden ne çok yol vardır? Bazısının yolu Rum'dan, bazısının Şam'dan, bazısının Acem'den, bazısının Çin'den, bazısının da deniz yolundan Hint ve Yemen'dendir. Bunun için yollara bakarsan, ayrılık büyük ve sınırsızdır. Fakat gayeye, maksada bakacak olursan hepsi birleşmiş, hepsinin kalbi Kâbe hakkında anlaşmış ve orada bir olmuştur. Ona olan aşkları çok büyüktür. Çünkü oraya hiçbir anlaşmazlık, aykırılık sığmaz. O söylediğimiz çeşitli yollarla olan ilgi, küfür ve iman'la karışık değildir. Oraya ulaştıkları zaman, yollarda birbirleriyle yaptıkları çarpışmalar, döğüşüp çekişmeler ve karşı koymalar sona erer. Yolda iken biri öbürüne: 'Sen sebatsızsın, kâfirsin!' der ve bir başkası diğerine bunu böyle gösterir. Fakat Kâbe'ye varınca, bu kavgaların sadece yolda geçtiği ve maksatlarının bir olduğu anlaşılır."
"Vahyedilişinden yaklaşık ondört asır sonra, yeryüzünde ilk göründüğü zaman gönüllere nasıl güçlü bir heyecan vermişse, bugünün insanlarının ruhlarını o derece coşturacak bir seslenişe sahip olması, Kur'ân'ın mucizesidir. Bir Müslüman Kur'ân'ın sırf okunduğunu duymakla bile heyecana kapılır ve denilir ki, ezan seslerinden ve Kur'ân tilavetinden etkilenip etkilenmeyişi her Müslüman için imanının derecesini belirler."
"Siz de, bir uygarlığın son çocukları, evet siz de, tekrar o uygarlığı yücelten, en parlak vakitlere eriştiren öze dönerek onu yeniden ihya edebilirsiniz. Bunu yaparsanız onun aşkı sizi saracak, siz adeta bir mucize ikliminde ilerlermiş gibi olacaksınız, şeytan veya şeytani sistemlerin hiç biri size engel olamayacak. Sizi aşk yönetecek. Ve siz tekrar hakikatin bayrağını dünyaya dikecek, ilahi sistemi gerçekleştirecek, hakkın medeniyetini zafere ulaştıracaksınız."
"Ey nefsim! Anladım ki, dünyanın nimet ve lezzetlerine alışmışsın ve kendini onlara kaptırmışsın! Cennet'e ve Cehennem'e inanmıyorsan, bari ölümü inkâr etme! Bu nimet ve lezzetlerin hepsini senden alacaklar ve bunların ayrılık ateşi ile yanacaksın! Bunları istediğin kadar sev, istediğin kadar sıkı sarıl ki, ayrılık ateşi, sevgin kadar çok olur. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim! Dünyaya niye sarılıyorsun? Bütün dünya senin olsa ve dünyadaki insanların hepsi sana secde etse, az zaman sonra sen de, onlar da toprak olacaksınız!"
"Sükûnet insanın kendisini, tabiri caizse, bulutların üstünde boşluğun sakinliğini ve serinliğinde ve dünyanın tüm giriftliklerinden uzakta tutmaktır; ruhun kargaşaya, kederin kördüğümlerine ya da gizli isyana dalmasına asla izin vermemektir, çünkü kişi kimi fenomenleri suçlarken üstü kapalı bir şekilde Allah'ı suçlamaktan imtina etmek gerektir. Diyebiliriz ki sükûnet kendini bir anda benzersiz ve süreğen kadere teslim etmektir ki o da şu andır; kimsenin kaçamayacağı ve özünde Ebediyete ait olan seyyah "şimdi"ye. Saf Varlığın tabiatının bilincinde olan insan bilerek Cenab-ı Hakk'ın kendine belirlediği anda kalır; ne ateşlice geleceği kucaklar, ne de sevgiyle ya da kederle geçmiş üzerine eğilir. Saf olan şimdi, Mutlak Olanın an'ıdır: Allah huzurunda durduğumuz şimdidir- ne dün ne de yarındır:"
"insan kendi tutkularının esiridir. Bu tutkular aklın 'normal' biçimde, asıl tabiatına veya islamî terminolojide fıtratına göre işlevini yapmasını engeller. Kibir, küçük şeylerle uğraşmak ve yalancılık hastalıkları ruhun deformasyonudurlar ve bilginin gerçekleşmesine engel teşkil ederler. Hikmetli görüş bu kötülüklere veya günahlara insanın iradesiyle ilgili olarak ahlaki bir yönden bakmakla kalmayıp varlık ve bilgiyle ilgili olarak ontolojik bir yönden de bakar. insan büyüklenmemeli ve alçakgönüllü olmalıdır, çünkü kendisi değil Tanrı büyüktür ve bizim sahip olmadığımız bazı kemalâta komşumuz sahiptir."
"imajinasyon dünyamız pıhtılaşıp dondurulduğu için başkaları bizim için ürettikleri şeyleri bize empoze etmekte, hatta gece saat on ikiye bire kadar seyretmiş olduğumuz bir filmler beraber yatmaktayız. Modern nörofizyolojik araştırmalar, uyumadan evvel en son seyretmiş olduğumuz görüntülerle beraber yattığımızdan dolayı televizyonu kapatmış olsak bile şuuraltımızda o filmin devam ettiğini söylemektedir. Bir bakıma böylece modern insanın rüyaları bile işgal altında. Bundan dolayı bir çok insan geliyor hocam ben bir türlü rüya göremiyorum, diyor. Neden? Çünkü rüyaların bile işgal altında. Rüyalarını işgalden kurtar ki kendi maneviyatın başlasın."
"Kendilerini bir yağmur damlasıyla ezen zalimi tanıyor bu çocuklar. Onun buruşuk damarlarıyla ters akıntılara kapılıp gitmesini umutla bekliyorlar. Elleri hamarat. Zorbanın o kötücül damarlarını okşuyorlar usul usul. Kendi canavarını besleyen egoyu böyle söndürmeyi umarak...
Çünkü yarınları var. Bir şey yapıyorlar yarın için. Bu mağrur, terk edilmiş ve kaba çocuklar küçük hayali tepelere koltuk ile sehpa arasında oteller yapıyorlar. Kimsenin uğramadığı, beş yıldızlı. Terk edilmiş hücrelerde havalandırma deliklerinden atlıyorlar. Daha çömlek yapacaklar milenyumlar için. Başlangıcındaki bir şey olsun istiyorlar hayat. Kızgın kor sıktıkları soğuk odalarda ellerinin buzulu çözülsün diye yıllarca bekleyecekler. Billur kâselere yerleştirecekler rüyalarını. içinde cisimlerini durmaksızın parıldatan duru sular olacak. ihtiyar olacaklar, genç, başka şeyler. Benim gibi şanslılarsa ve birini çok sevebilirlerse eğer ateş su olacak, odun balık."
istikbal köklerdedir özdeyişini çok hikmetli bulurum. bence günümüz hikemiyatı içinde şimdiden yerini almış bir özlü söz. görünürde dır rabıtasıyla birbirine bağlanıvermiş iki kavramın ve son derece basit bir söz diziminin karşısındayız. ancak, istikbal mevzuunu kökler yüklemiyle irtibatlandırmak için nasıl bir şuur kalıbına, ne yönde gerçekleşmiş bir zihin terbiyesine ve tabii ne denli süratli bir sezgiye müracaat etmek lazım, sözü özünden yakalamayı becerenler, bunu bilecektir..
iyiliğin karşılığı iyilikten başka bir şey olabilir mi?
(bkz: kuran-ı kerim)
sen de uzak ülkelerden dönüyorsun ve bana bütün söyleyebildiğin, akşam, evinin eşiğinde oturmuş, serinleyen birinin aklına gelebilecek basit düşünceler. peki, ne anlamı var öyleyse, bunca yolculuğun?
(bkz: italo calvino) görünmez kentler
insanın en çok kalbi temiz olmalıdır. tüm organlarımıza buyuran bir güç var onda. anlatmaya, yorumlamaya gücümüzün yetmediği bir giz birikimi bu. insanı kalbinden tutamadınız mı, görün, nasıl kayıp gidecek elinizden! kaygan, yabancı madde dolu bir şey olup çıkacak sonunda.
kalbin gereksinimlerine dikkat edilmedi mi emek de, ekmek de yitiriverir anlamını.
ne emek, ne ekmek; önce kalbimiz bozuluyor çünkü.
(bkz: nuri pakdil) bir yazarın notları 1
kutuplarda ayı avcıları buzların içine jilet kadar keskin bir baltayı yerleştirir, keskin tarafın üzerine biraz kan sürerlermiş. bunu bilmeyen ayı gelip kanı yalarken dili kesilirmiş. ama kanın tadından dilinin acısını fark edemez, kendi kanını yalamaya başlarmış. damarlarındaki kan tükenince, olduğu yere yığılırmış. avcı da gelip derisini yüzermiş. avcılar ayıları kurşunlarla vururlarsa, ayının postu delineceği ve çok para etmeyeceği için bu yolu denerlermiş.
(bkz: cezmi ersöz) hiçbir şey senden eski değil
çağdaş hayatın en önemli özelliği, acımasızlığı ya da güvensizliği değil, çıplaklığı, ruhsuzluğu ve bayağılığıydı.s.70
özgürlük iki kere ikinin dört ettiğini söyleyebilmektir. eğer buna izin verilirse, gerisi kendiliğinden gelir. s.76
insan olarak kalmanın bir değer taşıdığını içinde gerçekten hissediyorsan, somut bir sonuç elde etmesen bile kazanmış sayılırsın. s.146
somut gerçekler göz ardı edilemezdi. felsefede, dinde, ahlakta ya da siyasette iki kere iki beş edebilirdi, ama bir top ya da uçak yapımında dört etmesi gerekirdi. s.172
en iyi kitaplar bize bilmediklerimizi söyleyenlerdir. s.174.
(bkz: george orwell) bin dokuz yüz seksen dört
insanın bir tek ve hep aynı yaşamı yoktur. peş peşe eklenen birçok yaşamı vardır ve çektiği acıların nedeni de budur.
(bkz: paul auster), yanılsamalar
belki bir başka yazma biçimi daha vardır? ben bir tek, can sıkıntısının uykunun kıyısında bana acı verdiği bu gecedekileri biliyorum.
(bkz: franz kafka) mektuplar
bir gün bir çocuğa sormuştum, deniz neden tuzludur diye. babası uzun bir sefere çıkmıştı. çocuk hemencecik karşılık verdi: deniz tuzludur, çünkü denizciler durmadan ağlarlar! neden denizciler böyle çok ağlar ki! çünkü dedi, yolculukları bitmez… onun için de mendillerini hep direklere asıp kuruturlar! gene sordum: ya niçin insanlar üzgün olunca ağlar? çünkü dedi, daha duru görebilelim diye gözlerin camını ara sıra yıkamak gerek!
(bkz: august strindberg) düş oyunu
bakmak vardı; görmek yoktu oysa. s.151
ve adamdan bana kalan son nasihate uydum; bir ırmak gibi yoklaya yoklaya bul yolunu evlat. kafanı vura vura açacaksın gideceğin yolu! ve geçtiğim yolda bıraktım kan izimi. s.152
(bkz: zeki bulduk) bozkırın atları yaman ölür
bütün bir gece, sözcükler, göçmen kuşlar gibi küme küme gelip boş kâğıtların üstüne kondular. sabaha kadar cıvıldaştılar. sabaha karşı başımı yastığa koyabildiğimde başım kum saatinden farksızdı. sağa sola dönüp durdum; kum taneleri düştü pıt pıt, o kulaktan o kulağa.
(bkz: murat yalçın) hafif metro günleri
kuşları boğdular, çimenleri söktüler, yollar çamur içinde kaldı. dünya değişiyor dostlarım. günün birinde gökyüzünde, güz mevsiminde artık esmer lekeler göremeyeceksiniz. günün birinde yol kenarlarında, toprak anamızın koyu yeşil saçlarını da göremeyeceksiniz. bizim için değil ama çocuklar, sizin için kötü olacak. biz kuşları ve mavilikleri çok gördük, sizin için çok kötü olacak.
(bkz: sait faik abasıyanık) son kuşlar
ertelenme süresini dolduran bir hayalin geri dönme ihtimali yoktur!
(bkz: gökhan şimşek) ahh! (şiir)
bir zamanlar kardeşime, ne zaman evde tamir işi yapmaya kalksam, işi bitirmeden tüm aletleri kaybettiğimi söyledim. şanslısın, dedi bana. ben yaptığım işi kaybediyorum.gülüştük.
(bkz: kurt vonnegut), hi ho
"dualarımı kabul etmemesinden bildim ben o'nu!
hz. Ali gibi sen de o'nun kudretini böyle takdir edebiliyor musun ki ey talib, hiç utanmadan "o'ndan korkmamalıyız, o'nu sevmeliyiz" türünden boş laflar sarfedebiliyorsun?
sen o'nu dualarını kabul ettiği için sevdiğini sanıyorsun.
sevdiğin o değil ki, kibrin! şımarıklığın. zaafların. kuruntuların.
sen kuruntularını seviyorsun ve onlara tanrı adını veriyosun. kendin yapıp kendin tapıyorsun!
putperestlik inkarın değil, bilakis inanmanın zaafıdır! unutma ki putperestler putlarını kabe'nin içinde saklıyorlardı.
ey talib, sen hiç kabe'nin içine baktın mı?
kendi kabe'nin içine?.."
yakın zamanlara kadar: "boş zamanlarınızı ne ile değerlendirirsiniz? diye sorulur ve mutad olduğu üzere cevap "okuyarak..." diye başlar...hiçbir yere götürmeyen etkinlik anlamına hobby denirdi. burada okumak bir boş zaman meşgalesidir.
fakat bu soru ve onun soruluş tarzı zannedildiği kadar masum değildi: okumak bu topraklarda, biraz da sorulan bu soru sayesinde "bir boş zaman meşgalesi" olarak bellendi. insanlar bu topraklarda boş zamanlarını 'okumak'la dolduruyorlardı, dolu zamanlarında ne yapıyor ve ne yapmaya davet ediliyorlardı. işlerini yaptıklarında zamanlarını dolu geçirmiş oluyor ve boşa geçmiş olup olmadığından kuşkulanmalarına gerek kalmıyordu. peki zamanlarının dolu geçmesini sağlayan işleri kim belirliyordu? bu işler belirlenirken insanların yatkınlıkları, yetenekleri göz önünde bulunduruluyor muydu? eğer göz önünde bulundurulmuyor ve bulundurulmadığı ileri sürülerek ona ayak direniyorsa, zorlayıcı yaptırım olarak bulunan neydi? o bizi nasıl ikaz ediyordu?
şöyle: "sana verilen işi yap, yoksa aç kalırsın!" verilen işi yapmamanın yaptırımı açlıktı, her ne kadar kimin eliyle infaz edileceği açık değilse de. demek ki bizi "açlıkla terbiye ediyor"du bize yapacağımız işi buyuran. eski dünyada köleler de açlıkla terbiye edilirdi. efendisi köleyi aç bırakırdı.
"Her şey sahici olmalı, Peygamber gibi. Öyle olursa gelir gelecek olan. Manen ve maddeten. Yani hem buhur kokusu dolanır
kafamızda, hem işçilerin alınteri kıymete biner, hem de Kosova'ya islam bayrağını dikeriz. Hatta Belgrad'a. Hatta Londra'ya. Yerimizde saymamız da muhtemel tabii. Ve yerimiz yer oldu mu hiç sorun değil bu; Ebû Zerr'in Ebû Zerr olduğunu kim inkâr edebilir?"
"Gerçek şu ki, küçük adam, laisist bir Türk Arapları sevmez. Laisist bir Arap da Türkleri sevmez, islam Dünyası'nda laisizmin gereğidir kardeşine düşman olmak. Türk'ü de Arap'ı da vuran Batı. Fakat Türk ve Arap, Batı'ya değil, birbirine diş biliyor."
"dava hepimizin davası. Kader kimi seçerse kaptan o olsun diyor ya şair Mevlana idris, işte öyle. Bugün kaptan benim, yarın sensin. Fark etmez. Yeter ki hilâl yükselsin tepemizde. Ve yeter ki kaptan olanda kibir olmasın."
"Derviş devrimcilerin kuru ekmeği yolumuz aydınlatıyor. Onları çok sevdik. Ve onları överken içimiz hep rahat oldu."
"mahremiyetçilik eleştirisi, topluluğa (cemaate) duyulan gereksinimi canlı tutmaya yardım etse de, hakiki mahremiyet olanağı azaldıkça giderek daha da yanıltıcı hale gelmektedir. çağdaş amerikalı, tıpkı ataları gibi, herhangi bir ortak yaşam kurmada başarılı olamadıysa da, modern sanayi toplumunun toplumu birarada tutma yeteneği onun tümüyle yalıtılmasını engellemiştir. çağdaş amerikalı teknik becerilerinin çoğunu kurumsal şirketlere devrettiğinden ötürü, artık maddi gereksinimlerini tek başına karşılayamaz olmuştur. aile kurumu yalnızca üretici işlevlerini değil, yeniden üretici işlevlerinin de çoğunu kaybettiğindendir ki, artık erkekler ile kadınlar diplomalı uzmanların yardımı olmaksızın kendi çocuklarını yetiştirmeyi bile beceremiyorlar. eski kendi kendine yetme geleneklerinin ölmeye başlaması, başkalarından yardım almaksızın gündelik hayatla başa çıkma yeterliliğini her alanda aşındırdı, dolayısıyla da bireyi devlete, kurumlara ve diğer bürokrasiye bağımlı kıldı."
"beyaz adam amerika'ya gelmeden önce bizim bizon sürülerimiz vardı, geniş otlaklarımız vardı, biz zenginlik ve refah içinde yaşardık. sonra beyazlar geldiler ve her şeyi aldılar, buna karşılık bize incil'i verdiler. şimdi otlaklar, bizonlar, ormanlar onların, incil ise bizim."