sylvia plath'in yazılarını çeviren, harikulade eserler veren ve 1987'de 29 yaşında hayata karşı ölüm diyerek kendi isteğiyle yaşamına son veren yazar.
kuğuların ölüm öncesi ezgileri şiirlerim,
yalpalayan hayatımın kara çarşaflı
bekçi gizleri.
ne zamandır ertelediğim her acı,
çıt çıkarıyor artık, başlıyor yeni bir ezgi,
-bu şiir -
sendelerken yaşamım ve bilinmez yönlerim,
dost kalmak zorunda bana ve
sizlere!
çünkü saldırgan olandan kopmuştur o,
uykusunu bölen derin arzudan.
büyüsünü bir içtenlikten alırsa
kendi saf şiddetini yaşar artık,
-bu şiir -
kuramadığım güzelliklerin sessiz görünümü,
ulaşılamayanın boyun eğen yansısı,
sevda ile seslenir sizlere!
"...uyanıyorum küstah sözcüklerle
ey, iki adımlık yerküre
senin bütün arka bahçelerini
gördüm ben!"
o ruh halini öyle bir özetler ki... yanlızlığı, çaresizliği o kadar iyi anlatır ki; sanki hep yanıbaşınızda duran bir dost gibidir. evet, arkadaşım nilgün marmara.
dağ kızı, al irisli güvercin!
korkuyorsun göğün ürkünç yırtıklarından
kanarmasına günün yanıtın ne?
serin bir orman oluşumundan yükselen
bu deli uğultuya kulakların; içrekliğin
boğaz tıkayan yağmura açılıyor sanki
şimdi, kalsın iyi elin alnında taşıyanın
yıkımı bile
gördün sonunda kırık tenler
olası tek birlik onunla, doğada.
Hasan Polat'ın Nilgün Marmara'ya ilişkin Radikal'de yayınlanmış yazısı...
iNTiHARIN ÇIPLAK SURETi YA DA NiLGÜN MARMARA ... Hasan POLAT
"aldırma 128!
intiharın parasız yatılı küçük zabit okullarında
her çocuğun kalbinde
kendinden büyük bir çocuk vardır
bütün sınıf sana çocuk bayramlarında
zarfsız kuşlar gönderecek..." Ece Ayhan
Tarihin öğrettiğidir. Doğumlarından çok ölümleri ilgilendirir bizi yaşama tutunmayı bilmeyenlerin, devrileceklerini bile bile kurulu düzeni devirmek isteyerek, aslolan için yürüyenlerin. Ölümü yüceleştirmek değildir bunun adı, kutsamak da değil. Zira; 'her ölüm erken ölümdür' diyen de, 'ölüm adın kalleş olsun' diyen de onlardır. Yaşamları acıyla sınanmıştır ve çoğu zaman maskeli yüzlerle girdikleri savaşta yenilmişlerdir. Mağlup ve mahcupturlar hayata karşı.
Çünkü onlar, coğrafyasız iklimlerin birer piçidirler.
Çünkü onlar, kanlı izlerde bölünendirler.
Çünkü onlar, her acıda biraz daha büyüyendirler.
Çünkü onlar, içlerinde bir babasız çocuk barındırmaktan hükümlüdürler.
Ne bin yıllık iktidarlara peşkeş çekip kölesi oldular hükümdarların; ne de ses geçirmez, güneş görmez duvarlar arkasında duvarlara benzediler. Kimisi kan görmekten nefret ederken kan çukurlarına gömülen Lorca'nın ispanya'sından geliyordu, kimisi devrimi en çok beklediği anda darbelenen bir şafakta zindanlara kıstırılan düş sahiplerinin istanbul'undan. Soluksuz bir zamana denk geliyordu hüviyetsiz geceler ve ölüm güzel kılıyordu haramilerce teslim alınmış Kaf Dağı yolcularının öyküsünü. Öykülerini yeniden yazıyorlardı.
Doğum gününü hiçbir zaman bilmek istemediğim Nilgün Marmara, ölümüyle herkesi hayrete düşüren, geride bıraktığı şiirleriyle ölümünü anlamlı kılan, ölümünün gerekçesini gösteren bir şair. Nilgün Marmara'yı felsefi bağlamda nihilist olarak mı, stoacı olarak mı yoksa bir varoluşçu olarak mı değerlendirmek gerekiyor sorusu elbette ki tartışılmalıdır. Ancak tüm bunların ötesinde, derin ve kendisine has felsefesi, denenmemiş ve okunduğunda çoğu yerde yüzeysel bir çabayla anlamlandıramayacağımız şiirleri ve yaşamıyla birebir örtüşen imgeleriyle Nilgün Marmara'ya ve şiirine hiçbir tanımlama getirmemek gerekiyor belki de. Tanımlarla boğmak, sınırlamayı beraberinde getirecektir. Oysa Nilgün Marmara, tüm sınırların ötesinde, sınırları mahkûm eden bir yaşamın ve ölümün şiirini yazmıştır.
Boğaziçi Üniversitesi'nde ingiliz Dili ve Edebiyatı okuyan Nilgün Marmara, tanıkların anlatımıyla, fakültenin merdivenlerine tek başına oturmaktan vakit buldukça sınıfın en arka sıralarında derslere giren ve akademik başarıyı yakalayan bir öğrenciydi. Üniversite döneminden tüm yaşamına ve de ölümüne kalan en önemli şey, kuşkusuz ki üniversite bitirme tezini de onun üzerine hazırladığı bir Amerikalı kadın şair olacaktır: Slyvia Plath.
An gelir, bir filmin herhangi bir sahnesi tüm şeylerin özeti olur. An gelir, bir şarkının herhangi bir notasında donakalır adı ben olan tüm ayak izlerimiz, bir yaşamın özeti olur bir çığlık ya da bir fısıltı. Bir fotoğraflar şerididir gözlerimizin önünden geçen: Binilen üç tekerlekli bisikletler, gizliden yenilen toprak, kanın beyaza döküldüğü gecelere karışan inleme sesleri, giden ve daha dönmemiş, belki de hiç dönmeyecek olan, gerekçelerimiz...
Nilgün Marmara, bu fotoğraf şeridinde en çok da kendisine benzettiği Plath'ın fotoğrafında donakalacaktı. Ne geçmiş, ne yarın; o an, bir yüzün tüm anlarının dondurulmuş hüznüyle acıyacaktı.
Amerikalı şair Plath'ın yazgısını, kendi yazgısıyla bir kolaj bütünlüğüne evirebilecek kadar cesurdu Nilgün Marmara. Çalkantılı yaşamı, şiirleri ve intiharıyla Nilgün Marmara için bir imge olan Plath, bir döngüsel ölümün doğurganlığında olduğunun farkında bile değildi.
"Bana fikrimi sormadan, beni var eden bu doğayı ve tanrıyı yok edemediğim için sadece kendimi yok ediyorum." gerekçesinde yalnız ölmüştü Plath ve Marmara yağmurların coştuğu gecelerde Marmara kadar ıslak kalmaya devam ediyordu. Marmara, Plath'ın gerekçesinde şiirler yazıyordu, en az Plath kadar yalnız, en çok Plath kadar cesurdu.
Nilgün Marmara, kendi yazgısını kendisi yazacaktı; nasılsa bir alacağı vereceği yoktu dünyayla...
Elinde kalan son parayla biraz daha yalnızlık alacaktı kendine, biraz da mürekkep. Kelebek ölüleri satan mahalle dükkânlarına hiç girmedi belki de. Yazılmış ve çizilmiş bir ideolojinin yolunda ilerlemiyordu. Kendi manifestosunu kendisi yazmıştı ve birilerini buna inandırma gibi bir derdi de yoktu.
Çoğullanan bir zehrin vücutta yarattığı o ilk dinginlikte cenneti sorgulayıp asmış gibidir yüzü. Bu Adem'e ve Tanrı'ya başkaldırdıktan sonra kirli bırakılan Lilith'in de öcüdür aslında. Fahişeliğin tapusuz ve sorgusuz aykırılığında tensel bir günahın yüzüdür, Colette'nin çağrışımlarıdır. Samuray değerleri için harakiri yaparak ölen Yukio Mişima kadar kanlı bir çocuğun annesi olduğu yüzündeki anlamda saklıdır. Nilgün Marmara, içinde taşıdığı ölü çocuk bedenleriyle şiirin ve yaşamın en haklı duruşundayken 'Düşü Ne Biliyorum' gerçekliğindeydi.
'Düşü/ne/biliyordu, o halde vardı.' Tarzı klişe söylemlerin ötesinde, Nilgün Marmara'da düşüncenin bir eylem tarzı olduğunu da göz önüne alırsak varacağımız sonuç da farklılaşacaktır. Kuşkusuz ki Nilgün Marmara, düşün bazında bilge bir konumdaydı ve bu bilgece duruş, varoluş-yokoluş arasındaki çelişkiyi perçinleştiriyor, yaşamla arasındaki uçurumu derinleştiriyordu. Çünkü Nilgün Marmara yalnızlığı kadar yalnızlık şiirleri, kirli yaşamlar kadar kirliliği yazıyordu. Bir kurgu değildir yaşam ve ölüm arasındaki o ince sınır. Onun şiirlerini farklı kılan durum da bundan kaynaklıdır: Yaşadığını yazmak, yazdığını yaşamak.
Elbette ki yazdığı dönem, Türk şiiri açısından yenilikçi bir döneme rastlıyordu. Özellikle 2. Yeni'nin şiire yeni tartışmalar getirdiği 80'li yıllarda Nilgün Marmara da bu tartışmaların içindeydi ve dönemin şairleriyle ilişki içindeydi. Ancak bu bir yere kadar etki bıraksa da, bütünsel bir alan yaratamamıştır Nilgün Marmara şiirinde. Bunun için Nilgün Marmara'nın şiiri, belli bir akımın şiirleri olmanın ötesidir. Çünkü Nilgün Marmara ötenin de ötekisidir.
"Öteki" kavramı üzerinde farklı anlayışlar belirleme mümkünatı olsa da, kadın kimliğiyle şiirler yazan bu şair alışılmışın dışında olduğunu göstermiştir zaten. Şiirin erkekliğini aşan Nilgün Marmara, erkeği dışlayan, erkeği saf dışı bırakan bir yaklaşıma sahip değilse de bir yerlerde erkeğin suçluluğunu da haykırır:
'Ben, babamın yuvarladığı çığın altında kaldım.' derken, baba şahsında erkeği de eleştirmektedir.
"ey iki adımlık yerküre! / senin bütün arka bahçelerini gördüm ben." diyecekti bir şiirinde ve yazgısını yazgısıyla yazdığı Plath, hiçbir zaman uzak düşmemişti daha. Yaşamın neresinden dönersen kârdır demenin vakti gelmiştir. Birileri onu çağırıyordu, birileri 'buraya gel' diyordu. Bir kedinin titrek bakışlarıydı tek tanığı. Son şiirini kanıyla yazacaktı; ama haykırmadan, ama suskun. 13 Ekim 1987'de evinin bulunduğu apartmanın altıncı katından yeryüzüne iniyordu. Yerçekimi kuvveti yalan; son bir kez daha bakmak için Marmara'yı arıyordu gözleri. Kararlıydı; gürültülü geldiği dünyadan suskunca gidecekti. Hiçbir çığlık atmadı 6'dan yeryüzüne inerken. intiharın tarihini bozmuştu; bu sefer suskundu.
Nejat Bayramoğlu ise "Bizim hiçbirimizin yapamadığı şeyi yaptı kız" demişti. Ece Ayhan, onu birazdan tabiattan tahtaya kalkacak bir çocukmuş gibi seviyor, ona sınıfça zarfsız kuşlar göndermemizi tembihliyordu.
Nilgün Marmara alışamadığından gidiyordu. Kırmızı Kahverengi Defter'den armağan Daktiloya Çekilmiş Şiirler'i yok saymadan yeni bir şiir yazmak adına meydan okuyordu dünyaya. Biliyordu bir şiirinin eksik olduğunu. Şiiri intiharıydı, utansın tüm maskeli yalancılar, şiirini kanıyla yazıyordu.
intiharı son şiiriydi, şiir toprak kokuyordu.
iyi baksın Lorca, ölüler de kan kaybediyordu..
çölde
bir yaratık gördüm, çıplak, vahşi.
çömelmiş oturuyor
yüreğini ellerinde tutuyor
yiyordu.
dedim ki: "tadı güzel mi dostum?"
"acı, acı" diye karşılık verdi,
"ama seviyorum
çünkü acı
ve benim kalbim''
nilgün marmara hayatımı adadığım bir şair.yürekli bir kadın her ne kadar intiharı nedeniyle çoğu kimselerce zayıflıkla suçlansa da onun yüreğini görebilmek adına eserleriyle tanışmak gerekir önce.nilgün marmara marmarada nilgünsüz olmak demek.nilgün marmara benim için bir hayat arkadaşı demek.her ne kadar gitmiş olsa da..
cok yalnızım, mutsuzum
göründüğüm gibi değilim aslında
karanlıklarda kaybolmusum
bir ışık arıyorum, bir umut arıyorum uzun zamandır
aradıkça batıyorum karanlık kuyulara
kimse duymuyor çığlıklarımı
duyan aldırış etmiyor çekip kurtarmak istemiyor
bense insanlarin bu ilgisizliği karşısında ilgiye susamışım
ümidimi yitirmişim
biliyorum bir gün dayanamayacak küçük kalbim
arkamı dönüp inandığım ve güvendiğim her seye
veda edecegim.
nilgün marmara derken, deniz başaran, kaan ince, soysal ekinci, mayakovski'de demek isterim. çünkü ortak paydaları intihardır. huzur için yaşam yerine ölümü yeğledi, bu güzel insanlar.
durma artık burada uysal âşık!
aydınlık milinin yatağında.
bilemiyoruz belki de meşe o ağacın adı,
anlayamıyoruz varolduğumuzu gölgesinde
ağırbaşlılığının.
veda geliyor şimdi, öğretmek için
sergilenmeyi, uçuşan geriye dönen
vakitte.
kime, kime gönderiyor incelen yapraklarını
yüzün, kavisin beyaz yanağıyla?
bu aklıkta, minarem mavi benim.
ışığım denize kayıyor, bir sayıklama
izleğiyle, bir zamanlar pay verdiğimiz
insanlığa!
gün yeni dogar, yol yine uzar, ben bir yolcuyum
sus kalamadim, gün sayamadim, ben bir mahkumum
ah ... Vaktim doldu, ah ... çarem yoktu
hoscakal ...
çöl firtinasi, gök haritasi, ev uzak bana
ben gidemedim, gel diyemedim, dünya yasak bana
ah ... Vaktim doldu, ah ... çarem yoktu
hoscakal ...
sıg ilişkiler, boş kelimeler, aşk tuzak bana
Var olamadim, rol bulamadim, hayat tezat bana
ah ... Vaktim doldu, ah ... çarem yoktu
hoscakal ...
"kış uykusundaki melek"
Söz: Zeynep Özkal Arıkan
Beste: Murat Köseoglu
Beste tarihi: 14.01.1998
Bu şarkı şair Nilgün Marmara ya ithafen yazılmıştır. Kimi imgeler kendi yazdıklarından alındı zaten (Kum Bekçisi, Çöl Fırtınası gibi). Dünyayla yaralı bir insan. Hayatın neresinden dönülse kârdır diyen bir insan. Şiir yazan, canına kıyan kadın diyen bir insan. Şarkının en sonunda söylenen tümce de ona ait: ;Kış uykusundaki melek. Belli ki, intihar fikri uzun zamandır kafasındaydı. Şarkının bitimindeki vokalli bölüm uzun bir ölüm yürüyüşünü betimliyor.
ANCAK YAZGIDIR BU!
Sen ne getirdin bana çocukluğundan?
Şen kahkahalar ulumalar dona kalmalar mı?
Üzüncün senin hangi çağrışımlara uzandı
benim eskil saatlerimde?
Geçmişsiz ve geleceksiz suç sevinçleri,
deniz kıpırtılarınca yürek dalgalanmaları?
Titreyerek uçurulan köpükten balonlar,
anlık aşkın tasarımlar mı?
Nasıl bir ak konutun isteklendiricisi oldun
__________ anılarıma düz baktıran-
Ah, ben pembe fistanımla kuşanırdım,
Dantelalı tafta yumuşaklıkta.
Savaşırdım kovmaya çifte yetkeyi,
Hiçlemeye annemi ve uykuyu
Öğle sonlarından ürkünç odaların!
Diledim mi yanında tümden var olmayı an için
ve birkaç sonrasında hiç yokmuşçasına
beklememeyi bir şey çevremdekilerin uyumundan
başkaca?
Yok böyle birşey yok!
Sunduğun sağaltımı kaçkın bir geçmiş,
Sayrılık tutsağı bir gelecek duyumu bulanık,
sisi varlığının üzünç kanıtı bir vaktin
şimd'i-
Beni aşağılayan sarsan
Aşan bizleri mor birliktelik.
Sana pek çok yazı ve şiir adadım Nilgün. Milliyet Blog'ta, 'Hiç Ölü Bir Kadın Sevilirmi?' diye yazım bile çıktı. Ancak resminin olmadığı, bütün yazılar, bütün bloglar öksüz Nilgün. Ben o buğulu resmi görsün isterim herkesin.. Ben o buğulu resim yüzünden, şiir yazarım hala. Çünkü, ilk şiire başlayışım senin intiharını öğrendiğim gündü. Bu kez blogumda resmini koyma cüretini gösterdim bağışla. Nilgün... Mezar adlı şiirini okuyorum, bir amentü gibi'.. Maskelerinizi kuşanıp yalanlarınızı çoğaltın/ Hepiniz mezarısınız kendinizin' demiştin ya hani.
Sen, hep maskelerden, sahteliklerden yakındın. Sen hiç mezarlardan, ölümlerden korkmadın ki Sevgili Nilgün. Sen 'Uyanıyorum küstah sözcüklerle/ Ey iki adımlık yer küre/ Senin bütün arka bahçelerini/ gördüm ben' diyecek kadar, küstahdın belki. Ben seni, sırf o küstahlığın, ölüme, dünyevi her şeyi meydan okuyuşun için sevdim Nilgün. Sen dünyayı, iki adımlık yer küre olarak betimleyecek kadar alçak gönüllü ve dünyaya ilişkin hiç bir şeyi istemeyecek kadar yürekliydin.
içimden kuşlar göçüyor. Acının türbelerine gömülü ömrümüz. Ahh be Sevgilim Nilgün, sen yoksun... Bu yüzden acı kokar, nikotin kokar, türkülerimiz bizim. Adını duyduğunda ağlıyorum. 'Erkekler ağlamaz' diyenlere inat. Yoksul anılarım, parasız yatılı okumuşluğum gelir aklıma... Senin gibi, şairler gelir aklıma ağlarım...
Senin o buğulu resimlerinde, hep pencerede bakan hüzünlü bir yüz görürüm. Bu yüzden pencerelere bakarım ben. Gezdiğim yoksul sokaklarda belki seni görmek umuduyla. 'Seni ben yaman sevirem' Nilgün. Söz denizinde sözüm bitti, şiir denizinde imgem bitti. Senin bir şiirinle haykırıyorum yürek çağrımı..' Ilık bir süzülüşle/ Geri dön hayat/ Bırakma yeryüzü salına/ Tünemiş pek kara kuşlar/ Örtsün bakışımı/ Görmek acısı sürsün/ Pencere tutsağının/ Düşsün hayatı suya....'
Sen rahat uyu Nilgün Marmara. Bu dünya bıraktığın gibi nasıl olsa!... Bütün Ölü şairlere benden selam söyle!...
Hiç ölü bir kadın sevilir mi ?
Yıllardır, bu soruyu kendi kendime sormaktayım. Hiç ölü bir kadın sevilir mi sahi? 1989 yılında, benden 3 yaş büyük Enver Dayım, bir kuyuya astı kendini. Tam bu sıralarda, yeni yeni blinçlenmeye çalışan bir tıfıl olarak, Nilgün Marmara hakkında yazılanlarla karşılaştım. Nilgün Marmara'da, yaşamak yerine ölümü seçmişti. Kırmızı Pazartesi kitabını bir su gibi okuyup ezberledim.
Geçenlerde, Radikal Kitap ekinde, Nilgün Marmara ile bir kez daha karşılaştım. Silvia Plath'ı anlatan çalışması ve Daktiloya Çekilmiş Şiirler kitabı yayınlanmıştı. Ne yazık ki, yaşadığım kentte, h emen bu kitapları temin edinemem. Nilgün Marmara'nın mahzun resmini görünce bir kez daha yüreğimden vuruldum. Sevgili Mehmet Başaran'ın kızı, Deniz Başaran gibi. Onun da intiharını Mustafa Ekmekçi'nin yazısından okumuş, ardından çıkan kitabı okumuş, hatta askerde, çarşı izninde Mehmet Başaran'ı bizzat ziyaret edip, bu yürek yarasını canlı canlı canlı tanık olmuştum. Neden şairler, intihara meyillidir? Yaşam yerine, ölümü seçmek, güçsüzlük müdür, yoksa güçlülüğün ta kendisi midir?
Hiç ölü bir kadın sevilir mi? Şairse, adı da Nilgün Marmara ise sevilir derim.
KUŞLARA iYi BAKIN !...
________________ -Nilgün Marmara'ya-
Gidiyor, her şeyi bırakarak
Yaşamın kıyısında,
Bir yavru ceylan gibi sekerek...
Gidiyor vedasında,
Hiç söylemediği sözcükleri,
Kimsesizler mezarlığına gömerek...
***
'' Ey iki adımlık yer küre
Senin bütün arka bahçelerini gördüm ben''
Nilgün Marmara
Eyy ruhu dar saraylara sığmayan
Kürdan kılıçlarla savaşan şair
Ölüm aslında hiç asil değil
Ama sen asildin
Son mektubunda diyordun ya,
'' Benden sonra kuşlara iyi bakın''
Bu yüzden bütün kuşlara
Bir dilim ekmek ve
Bir yudum su vermek
Boynumun borcu olsun Nilgün!...
Nilgun MARMARA "Kugularin ölüm öncesi ezgileri siirleri''ni birakarak 13 ekim 1987 de bekleme salonunu teketti. Ne beklenmeyen ne de garip bir varolustu bu. Zaten 29 yilini, hayatini, siirlerini ve rüyalarini ölümün kiyilarinda yasadi. ''Yerlesik yabanciginin acisini'' hissetti daima.
Tutunamadi Zelda. Anlayamadi, anlamlandiramadi, alisamadi, varolamadi, katlanamadi. Ugrasti yazmaya calisti. Sayfalara kustu 29 yillik kisa yolculugunun gunluklerini...
Kayip bir yolculugun hiç anlamsiz, trajik dizeleri kaldi geriye. Hissedebilenlerin hiçte yabanci olmadiklari kelimelerle dolu siirler, metinler ve bir de kirmizi-kahverengi bir defter... yitiris, tiksinti, kaybolus, kopus, ölüm!
"Azimsanamayacak kadar ölmüsüm / Azimsanamayacak denli ölüyüm... Geliyorlar, bu evde dogan yeni bir ölümü görmeye; kosarak, düse kalka yuvarlanarak, sürünerek... Nasil olursa olsun; görmek için bu eski dostlarinin yeni cesetlerini ve göstermek için kendi dirimlerinin kivilcimlarini geliyorlar. Ölüm sessizligi, toz ve küf kokan evden ayrildiktan sonra seviniyorlar canliyiz diye."
Hiçbir anlami yok hakkinda konusmanin yada cozmeye calismanin.
Icine dustugu bu yasami sahiplenemeyen bir kucuk kizin varolus cigliklariyla tunellerde yiten yasaminin dingin melodileri sadece....
Ve simdi yollarinda yasamin
çiglik tünelleri kazimak
ve susmak'i
yazmak
kalmistir
isaretleyenlere..."
Ayla örtünüyoruz çağlardır, buğulu camlar ve farklanmış yüzümüzle. Başkaları uygarlıktan söz ediyor, bilmeden her geriye dönüşün belki ulaşılmaz bir ileriye adım olduğunu. Tohumdan korkuyoruz, yeryüzünün ilgisizliği hafif kılıyor bedenlerimizi, bakışımız göğe yönelirken yürekler serin tutuluyor. Sonra her çınlamayla endişe güğümleri omzuma biniyor; toprağın değişmezliği, yapıların kalıcılığı, anaların istemi kadar tehdit edici yükler. Örümcek ağında gizlenen eski yazılar kinin kuşkusunu kusuyor. Yeniden hatırlanıyor bir zamanın beyaz evleri, dudakların uyarısıyla sonu ertelenen aşkın iyicil kucağı açılıyor, öte dünyanın gerçek konutlarında.
Çerçeveleri yalnızlıklarımızdan oluşan, kapıları acılardan örülmüş, toz, taş, geçmiş ve şimdiyi saklayan güzellik! Hiç bitmesin diyoruz dingin tavrımız, bir kez seçilmiş uğraşı yaşamdan ayırmamakla. Arınalım, arınalım artık yolsuzluklarından şu densiz yeryüzünün kalık çirkefinden; sevgi yazısıyla!