bugün

masculin feminin filmi 1966 çekimi olup, (başrolleri chantal goya(madeleine) ile jean pierre leaud(Paul) paylaşmaktadır. film Fransa'da 18 yaşaltı gençleri için yasaklanmıştır. ama godard ise tam bu gençlerin filmi olduğunu söylemiştir.

bu film, godard'ın özellikle en fazla eleştirilen filmleri arasındadır.bu dönemde godard çektiği filmlerle bilhassa ''breathless, conempt'' gibi filmleri ile New Wave'in her zaman Truffaut ile birlikte zirvesindeki isimdi. o dönemdeki(1960'lar)çektiği filmlere bakıldığında; önceki çalışmalarından daha bir farklıdır, çünkü aslına bakarsanız bu film için-yanlış hatırlamıyorsam- önceden planlanmış bir senaryo söz konusu değildir. diğer bazI filmlerinde olduğu gibi hayatı, etrafta olup bitenleri, kültürü, klişeleri bir çok şeyi sünger gibi emerek; filmlerinde kullanır godard.

Film çaba isteyen filmlerden olup ana konularından birisi gündelik hayatın sıradanlığını, monotonluğunu ve sıkıcılığını vurgulamaktır. ama bu sıradanlık ya da banallik-her neyse- toplumu zevklerde ve renklerde tekbiçemciliğe indirger. aslında sosyolojikir filmdir-godard'ın nitelendirdiği gibi-zaten toplumsal dönüşümlere tabi olarak şekillenen bir filmdir ki godard'ı yaşadığı çağdan soyutlayamazsınız-daha doğrusu bun hiçbir yönetmene yapamazsınız-ki pierret le fou filinde de 68 in büyük etkisi hakimdir. ama bu fimi bugün de bize rahatça seslenebiliyor belki de bir kırk sene sonrası için yazılmış. çünkü godard bu dünyanın tüketim kültürü üzerine kurulduğunu farketmişti. zaten paul un etrafındaki dünya da bu yaşadığımız dünyadır. daha doğrusu şimdiki yaşadığımız/yaşlandığımız dünyadır. o zamana göre dünyanın ne hale geleceğidir.

godard filmi çektiğinde ise karakterlerle alakalı gerçekliklerden birisi, modern sinema da rol figürleri ve modelleri olarak karakterlerin öldüğüdür. fakat gerçek anlamda o farklı bir karakterdir yani herkesin olmayı ve olmamayı düşünebileceği bu anlamda paul'un beyaz ve temiz suratına kendi gerçeklerimizi yansıtırız belki de bir anlamda filmde belirtildiği gibi isminin ''Masc''uline olması buradan geliyor. Dominique Paini zaten onun karakterini ''empty canvas'' olarak nitelendirmiş ve paul'un düz bir karakter olduğunu belirtmiştir. Paul'e nazaran diğerlerinin daha katı ve sağlam karakterleri vardır.

ben ne kadar da bugünün tüketici kültürünü yansıtıyor desem bu film bir o kadar da zamanına ışık tutan bir kaldeyeskop gibidir. çünkü New Wave in bir anlamda tabuları da aşmak olduğu aşikardır o zamanlar bu tip şeyler avrupa da ayıp olarak kabul edilirdi, bilhassa seks hakkında konuşmak cinselliğin lafını etmek. bu anlamda tabuları yıkıyorlardır new waveciler(daha sonraki senelerde claude chabrol tarafından çekilen film olan Les biches filmi de örnek gösterilebilir zaten paul ile medalaine bir kafeye gittikleirnde les biches filmindeki ibneleri canlandıran iki uyuz karakteri görürüz açık saçık mecmualar okumaktadırlar ve bu da paul u rahatsız eder).

film insanlar üzerindeki etkileri ile modayı bile şekillendirmiştir. bu filmin etkisiyle sigara içiminde olsun, giyimlerinde olsun tam anlamı ile filmin çekildiği dönemdeki genç nesilleri derinden etkilemiştir, hatta hatta godard tutkunluğu o noktaya varmış ki, bu kişiler iskoç işi, tivit ceketler giyerek filmin çekildiği kafeye bile gidip sigaralarını paulvari bir şekilde tüttürmüşlerdir. godard dolu dolu yaşayan bir insan olduğu için kendini de filmlerine dolu dolu yansıtmıştır, ''tıpkı bir sünger gibi'' emmiştir hayatı ve bunun neticesinde de filmlerinin olay örgüsünü kurmuştur ama bu o kadar da kolay değildir. Aslında onun önünde bir arapsaçı vardır; ve bu karmaşık hikaye ya da olay örgüsünün içersinden bir noktayı takip eder. ve en içteki nokta daha doğrusu bu noktanın başladığı yer her zaman bir iç çelişki ya da kendi içersindeki kaosdur. Ve bu noktayı takip ederek filmlerini oluşturur. bu da kendi içinde yaşadığı dünyayı yansıtır. zaten paul de kendi kendine sorular sorarak başlamıştır filme. o da bir kaosun içersindedir.

filmde diyaloglar vérité-style olarak gerçekleştirilir; genelde de amaçla kullanılır bu üslub; belgesel türü yapımlarda ya da godard'ın yaptığı gibi konuya dair provokativ bir duruş sergilenmesinde.
(bkz: cinema verite)

Paul yukarıda da belirttiğim gibi diğerlerinden aslında çok farklı bir karakter iki yüzlü bir ayna diyebiliriz. kendi içersinde yaşadığı gerilimleri ile birlikte, bir yönden bir romantiktir paul. saçma da olsa şiirler yazar, plaklar doldurur buna dair. bir anlamda da siyasi bir kişiliğe sahiptir, ateşi çalmak istemektedir. siyasi kişilik olarak belki de pek fazla sempati ile bakılmayabilir bile serttir aslında. filmin belirli bir noktasında bence bu rollerde karışır, daha doğrusu anlamak zorlaşır; neyi ifade ettiğini; bu ise en fazla sorduğu sorularda belirginleşir. Anlaşılmayan nokta ise çerçevenin dışındaki bir siyasi partiye üye olan bir nabız yoklayıcısı mı? Ya da godard tarafından filme yerleştirilen bir karakter mi. Ya da godard'ın üzerine tüm romantizmini yansıttığı bir karakter mi? Ya da Godard'ın sorduğu soruları yansıtan kişi mi?

aslında bu anlamda diğer filmlerinden oldukça farklıdır. ama filmin bir-daha doğrusu kesin bir senaryosu olmasa bile-başlangıç noktası maupassant'ın kısa bir öyküsüdür. ve o zamandan çok bence şuanki zamanı yansıtır, peki kim kazandı? children of marx mı? yoksa children of Coca cola mı? zamanında tartışılırken film kritikleri arasında belki de sürekli farklılaştıkları nokta burada.

ama filmin genel karakterleri kendilerini reklam panolarında buldukları modellerin içersinde yok ederler, daha doğrusu tekbiçemciliğe indirgerler kendilerini o modelleri taklit ederek. godard'ın toplumsal eleştirisini kendi içlerinde taşırlar. zaten tüm filmde toplumun marksist bir eleştirisidir. romantizm noktasında da kendisinin belirttiği gibi, werther in çağımıza uyarlamasıdır zaten filmin sonu da bir intihar ile biter. filmdeki şiddetin işleyişi ise gerçekten ilginçtir, hatta bu noktada godard bir anlamda kehanetçi olarak bile ifade edilebilir. parçalan aileler, buna dair yaşanan şiddet ve kendini bıçaklayan insan. özünde bu karakterler de bizim toplumun bir ürünüdür, kahraman olmak bir toplmda, kendi ölümünün kahramanı ya da kendinden nefretin kahramanı olmaktır.

bu film kendinden nefretin modern toplumda doğuşunun filmi olarak kabul edilir. bunun nedeni ise narsizmdir, bu ise bilhassa kadın karakterlerde vücut bulan bişeydir, aslında mode aldıkları figürlerden bile daha güzel olmayı istemektedirler. ilkel analmda geliişen narsizmden daha sonra ise nevrotik ve ve medya temelli narsizme dönecektir. bu anlamda sadece o zamanı aydınlatmaz. filmde sürekli klişe laflar ve bayat espriler kullanılır. mizah noktasında belki anlaşılmayabilir bu yönden godard ama (you put yourself anotjher mans shoes)hatta bazı sözler iğrenç-ötesi bulunablir-espri açısından. hatta bir çok yerine kullanır basmakalıp ve beylik lafları. aslında derinine inildiğinde görülecektir ki:

''sadece üretilen bir ürünü tüketmeyiz,aynı zamanda kelimeleri de tüketiriz''

işte bu da toplumsal gerçeğin bir aynasıdır.

o zamanlarda fransız erkeklerininin en büyük sorunlarından birisi de daha doğrusu en korktukları şey ilk olarak tanıştığı kızları hamile bırakmakmış. medelaine nin hamileliği gerçekten bu açıdan bakıldığında daha da ilginçleşir. bunu da o zamana kadar film olarak ilk gündeme getiren godard'dır ve hatta hatta çocuk düşürme bu anlamda belki de her kadının korkulu rüyasıdır. son sahnedeki şaşırtıcı sözleri ile bu edimi soğuk bir şekilde ifade eder. ama son olarak tüketen bir noktada sözcüğün tam anlamı ile tüketilecektir de. aslında bu film bir anlamda insansızlaşma ve yabancılaşmanın filmi olup, kişilerin kişiliklerinini tekbiçemciliğe indirgenip bir reklam malzemesi gibi donuklaşmalarının en ciddi ifadesidir.

biz gene de godard'ın sözlerini alıntılayarak paul(jean pierre leaud) un durumunu anlatalım;

'''he was like a werther in the land of rolling stones''.
delikanlı kız.
godard'ın sinema dünyasında armağan ettiği baş yapıtlardan bir tanesidir. filmin ana teması olarak söyleyebileceğim, marx ve coca cola çocuklarını anlatmasıdır.

(bkz: spoiler)

tek bir adam öldürürsün, katil derler

binlercesini öldürsün fatih derler

hepsini öldürsün,tanrı derler.

(bkz: spoiler)
jean-luc godard, 'bir yönetmen, yaşadığı çağı filmlerinde yansıtmalıdır.' mottosundan yola çıkarak üretimler yapan bir sinemacıdır. bu filmde de dönemin siyasal, kültürel atmosferini kamerasıyla kayıt altına almıştır. sosyolog başkarakterin misyonunu esasında kendisi de üstlenmiş ve konjonktürel toplumsal bilinci, tepkiyi ölçmüş, farklı perspektiflerden, farklı dönemlerde yaşayacak izleyicilere sunmuştur.
jean luc godard’ ın eril ve dişil yana eğildiği, yine içinde bir ilişki ve etrafında gelişen olaylar izleğinde süregiden yaklaşım ve algı farklılıkları üzerine 1966 tarihli filmi. renk hakimiyetinden uzakta siyah beyaz çekilen film, godard’ ın diğer ilişki problematiğine ilişkin filmlerinin aksine, bu sefer iletişimsizlikten öte erkek ve kadındaki hayat algısı ve davranış farklılıklarının nedensel boyutları üzerine eğiliyor.

---olası spoiler ibaresi---

teknik açıdan bakıldığında yine godard’ ın esnek kamerasıyla paris’ te gezinirken, aniden ayrımlanan iç ses-dış ses, filmle ilgili ya da genel fikirler belirten ara yazılar, kurşun ya da senfoni sesleri gibi destekleyici unsurlar görülüyor. filmin asıl meselesi ise yine alt-yan anlamlarda ve sorularda şekilleniyor.

filmin başlarında paul ve madeleine olarak şekillenen maskülen ve feminen yanların tanışması ve ilişkilerinin başlaması ile, farklılıklarını tepkileri ya da diyaloglar yoluyla alıyoruz. öreğin ilk tanışmalarında madeleine’ in ilgisi kendi üzerine yoğunlaşmış iken, paul askerlik ile ilgili düşüncelerini anlatarak politik yanını ortaya koyuyor. yine arka masalarında geçen tartışmada adam kadını ‘’fahişe’’ diyerek yaftalarken, kadın ise ‘’hakaretlerinden bıktım’’ diyerek kavganın ortasında bile algısının kendi üzerinden ayrılmadığını gösteriyor. ki kadın adamı vururken bile, paul’ ün tepkisi kapıyı kapatması yönünde olup duyarsızlığını gösteriyor.

daha ileriki sahnelerde metroda zenciler ile tartışan kadının onları silahla vurması da, benzer şekilde gerçekleşip kadının silahı eline alması ile erk’ i ele geçirmesi, intikamı anlamına geliyor. nitekim sonu belirsiz de olsa paul’ de benzer şekilde yitip gidiyor.

bu çarpışmada erkek düşünsel çıkarımlar ve sonuç odaklı yapısı ile kendini gösterip süreci yönetmek, kendini güçlü hissetmek isterken, dişi ise politizm ya da ideolojiden uzak, elinde aynası ile kendiyle meşgul, süreç odaklı ve kendini sürecin akışına bırakmış görünüyor. eril ve dişil yanların bu farklılığı onların sorunlarını çözmesinin önündeki engeli oluşturuyor. ve yine hem madeleine hem de elizabeth’ in (yani sanırım) fahişelerle ilgili sordukları sorular ve aynı sahnedeki diyaloglar kadınların kendini özel hissetme gereksiniminin yanı sıra; kadın: soru aramak, oyunu sürdürmek, erkek: sonuç aramak, oyunu bitirmek şeklinde ayırıyor. tüm film boyunca bu şekilde belli ayrımlara varan godard, filmin bir yerinde tek bir fransız kadını tipi çıkaramazsın fikrini de geçirerek genellemeye karşı bir görüş sergileyerek, kendi gördüğü kadarı ile bu iki kutbun farklarını yansıtıyor.

diyaloglarda ani geçişler yerine karakterlere uzun planlar ayırarak sadece konuşma değil sessizlikteki tepki ve yüz mimiklerini de aktaran godard, daha önce övdüğü (vivre sa vie) sessiz filmdeki saf gerçeklikten belli ölçüde yararlanıyor.

genellikle bölüm aralarında çıkan yazılarda filozof ve yönetmenin aktardıkları ya da dürtülerle ilgili yazılarda kimi zaman senfoniye yakın tınılar, kimi zaman kurşun sesleri kullanılırken yine karşıtlık imleniyor. filmde ise ters bir şekilde paul klasik müzikten hoşlanırken silahlar kadınların elinde patlıyor. buradan görünenin ardındaki varan godard, erkeğin maskülen görünümünün arkasında yatan kısmı ile, kadının feminen edilgenliğinin yer değiştirebileceğine işaret ediyor. duyguların içerilerinde karşıtlarını barındırması gibi. ki bunu en iyi aşk-nefret temasında kolayca görebiliriz.

yine bu duygusal tetiklemenin yer değiştirmesi ile erkeğin aşık olduğunda daha önce sahip olduğu iktidarı, domine edici vasfını yitirdiğini, bu süreçte paul ile madeleine’ in ilişkisinin bozulduğunu, paul tavırlarını değiştirip eski görünümüne döndüğünde ise ilişkilerinin eski haline döndüğünü görüyoruz.

bu noktada gerçek hayatı mükemmel izdüşüren godard filmin geneline bu etkiyi yayarken yan roller ile bunu destekliyor. yine benzer şekilde işlenen sinema sahnesi sinematografik anlamda harika. paul, madeleine ve arkadaşları sinemada bir film izlemekteler. filmde görünen erkek ve kadın, paul ile madeleine’ i imliyor. filmdeki kadının saçlarının madeleine’ e benzerliği dikkat çekici. biz ise çoğunlukla filmdeki sesleri değil, sinema salonundaki konuşmalarını duyuyoruz. onlar izledikleri filmle özdeş nitelik kazanırken, biz de ‘’masculin feminin’’ ile özdeşlik kazanıyoruz. ve böylece film anlattığını sanaldan reele taşımış oluyor. bunun yanında izledikleri filmde adamın sadistçe kadına yaklaşımı (ya da tecavüzü) esnasında paul yanındaki kadını düşünüp gözlerini kapatırken, madeleine kalmak istediğini söylüyor. yanlarındaki arkadaşlarının ise bu sahneyi izlerken dudaklarındaki titreme ve cinsellikten hoşlandığını söylemesi ise kadındaki cinsellik-sahip olunma psikozuna bir gönderme oluyor. sadizmi merak ve ondan korkudan oluşan bileşke bir duygulanım söz konusu. kadın cinsellik içerisinde makul bir mazohizmi estetik ile birlikte kabul ediyor ve istiyor. yine paul ‘’hayalimizdeki film bu değildi’’ diyerek hem kendi hem de madeleine’ in düşüncelerini yaftalarken, feminen kısım kendini akışa bırakıyor. sinemadaki film, masculin feminin ve onları izleyen bizi aynı katmanda birleştiren godard, onların film izlerkenki algıları ile filmin içindeki tepki farklılıklarını göstererek bizi de filmi izlerken kendimizi sorgulamamıza itiyor. üstelik bu üç realiteyi birleştirirken hep yaptığı gibi seyirci ile direkt iletişim yerine pierrot le fou’ yu hatırlatarak bunun sadece bir film olduğunun altını çiziyor. ve bu denli girift ama güzel bir anlatım elbet ancak godard’ ın elinden çıkıyor.

filmin politik yapısında ise amerikan yaşam tarzı ve vietnam karşıtlığı belirtilirken yine endüstriyel devrim simgesi olarak ford kullanılıyor. daha ilerisinde filmin başka bir adının da coca cola ve marx’ ın çocukları olduğunu yazan godard, filmin ayrıca savaş ile gelen konformizmin emperyal çocukları ile komünizmin devrim ütopyası ekseninde olduğunu söylüyor. bu noktada ‘’bir tüketim ürünüyle konuşma’’ başlığı ile verilen ‘’miss 19’’ güzeli ile anket-diyalog, kadınsı bakış açısının ideolojiden ırak, düşünsel olana duyarsız, yalnız toplum tarafından beğenilmeye ve kendisine yönelik ilgisi ile kendini tüketim aracı olarak sunan yapısını eleştirel olarak sunuyor.

marquis de sade isminin geçtiği sahnede madeleine’ in minyatür bir giyotinle oyuncak erkeğin başını kopardığı sahnenin grotesk ve intikamcı sembolizmi, tüm bu konformizm-devrim yahut statüko-revizyonizm cephelerinden uzakta esas problemin kadın ile erkek arasında olduğuna dikkat çekiyor. ve tabi yine son sahne oldukça ucu açık olmasına rağmen madeleine ‘’bilmiyorum’’ derken hep olduğu gibi hayatı akışına göre yaşama ve yaşamla birleşme ahengini barındırıyor. sonuçta masculin feminin, sorunları sunarken problemin çözümsüz doğasını biraz deşip çözemeden bırakıyor.

---olası spoiler ibaresi bitti---

godard’ ın ilgi alanı olan ilişki sistematiğinden biraz farklı olan masculin feminin, ismiyle müsemma olduğu şekilde eril ve dişil yanların doğaları arasındaki ayrımı inceleyen, sorunun kendisi gibi kompleks bir film. bununla birlikte konuya cesurca bakışı ve sinematografik anlatımı ile çok güçlü bir film olduğu söylenebilir.
görsel
vakit kaybı.
Gündemdeki Haberler
güncel Önemli Başlıklar