''Hiçbir mesuliyetin nerede başlayıp nerede bittiğini
kestirmeye imkân kalmıyor. Dünyada en korkunç şey bazı
sebeplerin küçüklüğü yanında bazı neticelerin
büyüklüğüdür.
Gözlerimiz bize görmek için verilmiştir. Vaktinde
göremeyen gözler, sonra, çok kere, ağlamaya mahkûm
oluyor.
Adamların çoğu okur yazar adam değil ve duyar, anlar
değil, sadece yer, içer adam.
Kalbinde biraz zekâ olmayanlar hiç çekilmiyor ve
zekâsında biraz kalb olmayanlar hiç sevilmiyor.
Şahıslarını tanımadığımız adamlar hakkında
muhabbetimiz berkemaldir. Muhabbetimiz ekseriya onlarla
tanışdıkça azalıyor.
Kendilerine inanan adamların kuvvetleri müthiş, hâlleri
tuhaftır. Başkalarını ikna için söyledikleri sözlere kendileri o
kadar inanırlar ki, sonra, niye ötekiler inanmıyorlar diye,
onlara kızarlar.''
hüzün ve acı bir annenin bakışlarına ne kadar indiyse onun kat kat fazlasını yaşıyor demektir. çünkü bir annenin çocuklarına bakarken gizleyebileceği hüznün boyutu çok geniştir.
''...Büyüdüğüm evde bir tuhaflık vardı. Köşeler gölgeler, merdivenler fısıltılarla doluydu. Ve dürüstlük kadar önemsizdi zaman kavramı. Evimizde gizli bir savaş sürüyordu. Bunu nasıl anladığımı bilemiyorum. Bu sessiz savaşta silahların patladığını duymuyorduk. Yerlere serilip kalanlarda ceset değil sadece ölen isteklerdi. Kurşunların yerini sözler almıştı ve akıtılan kana da gurur deniyordu.''
''Yolunu yitirdiğini, şaşırdığını hissettiğin zaman ağaçları düşün, onların büyüme biçimini anımsa. Unutma ki yaprağı gür ama kökü zayıf bir ağaç ilk güçlü rüzgarda devrilir, oysa kökü güçlü ve az yapraklı ağaçta can suyu binbir güçlükle dolaşır. Kökler ve yapraklar aynı ölçüde gelişmelidir, olayların içinde ve üzerinde olmalısın, ancak böyle gölge ve sığınak sunabilir, ancak böyle doğru mevsimde çiçekler ve meyvelerle donanabilirsin.
Ve sonra, önünde pek çok yol açılıp sen hangisini seçeceğini bilemediğin zaman, herhangi birine, öylece girme, otur ve bekle. Dünyaya geldiğin gün nasıl güvenli ve derin derin soluk aldıysan, öyle soluk al, hiçbir şeyin senin dikkatini dağıtmasına izin verme, bekle ve gene bekle. Dur, sessizce dur ve yüreğini dinle. Seninle konuştuğu zaman kalk ve yüreğinin götürdüğü yere git.''
bu muhakkak okunmalıdır. herkese farklı bir bakış açısı sağlayacaktır. montaigne-denemeler
ÖLÜM ÜSTÜNE
Madem ki ölümün önüne geçilemez, ne zaman gelirse gelsin. Sokrates'e; "Otuz zalimler seni ölüme mahkum ettiler," denildiği zaman: "Tabiat da onları!" demiş.
Bütün dertlerin bittiği yere gideceğiz diye dertlenmek ne budalalık!
Nasıl doğuşumuz bizim için her şeyin doğuşu olduysa, ölümümüz de her şeyin ölümü olacaktır. Öyle ise, yüz sene daha yaşamayacağız diye ağlamak, yüz sene evvel yaşamadığımıza ağlamak kadar deliliktir. Ölüm başka bir hayatın kaynağıdır. Bu hayata gelirken de ağladık, eziyet çektik, bu hayata da eski şeklimizden soyunarak girdik.
Başımıza bir defa gelen şey, büyük bir dert sayılmaz. Bir anda olup biten bir şey için bu kadar zaman korku çekmek akıl karı mıdır? Ölüm, uzun ömürle kısa ömür arasındaki farkı kaldırır, çünkü yaşamıyanlar için zamanın uzunu kısası yoktur. Aristo, Hypanis ırmağının suları üstünde bir tek gün yaşıyan küçük hayvanlar bulunduğunu söyler. Bu hayvanlardan, sabahın saat sekizinde ölen genç, akşamın saat beşinde ölen ihtiyar sayılır. Bu kadarcık bir ömrün bahtlısını, bahtsızını hesaplamak hangimizi gülünç etmez? Ama edebiyetin yanında, dağların, şehirlerin, yıldızların, ağaçların, hatta bazı hayvanların ömrü yanında bizim hayatımızın uzunu, kısası da o kadar gülünçtür.
Tabiat bunu böyle istiyor. Bize diyor ki: "Bu dünyaya nasıl geldiyseniz, öylece çıkıp gidin. Ölümden hayata geçerken duymadığımız kaygıyı ve korkuyu, hayattan ölüme geçerken de duymayın. Ölümünüz varlık düzeninin, dünya hayatının, şartlarının biridir. (insanlar birbirini yaşatarak yaşarlar ve hayat meşalesini, koşucular gibi, birbirlerine devrederler - Lucretius).
Yaşadığınız her an, hayattan eksilmiş, harcanmış bir andır. Ömrünüzün her günkü işi, ölüm binasını kurmaktır. Hayatın içinde iken ölümün de içindesiniz, çünkü hayattan çıkınca ölümden de çıkmış oluyorsunuz. Yahut şöyle diyelim isterseniz; hayattan sonra ölümdesiniz, ama hayatta iken ölmektesiniz. Ölümün, ölmekte olana ettiği ise, ölmüş olana ettiğinden daha acı, daha derin, daha can yakıcıdır.
"Niçin hayat sofrasından, karnı doymuş bir davetli gibi kalkıp gidemiyorsun? Niçin günlerine, yine sefalet içinde yaşanacak, yine boşuna geçip gidecek daha başka günler katmak istiyorsun? Lucretius."
Hayat kendiliğinden ne iyi ne fenadır, ona iyiliği ve fenalığı katan sizsiniz.
Bir gün yaşadıysanız her şeyi görmüş sayılırsınız. Bir gün bütün günlerin eşidir. Başka bir gündüz, başka bir gece yoktur. Atalarınızın gördüğü, torunlarınızın göreceği hep bu güneş, bu ay, bu yıldızlar, bu düzendir.
(...) fakat bir keresinde biri şunu sordu: 'Dünyadan aya gitmek için kaç sıçanın kuyruğu gerekir?' O zaman ortalık bir sessizliğe büründü, binbaşı Tosca'yı koydu ve gramofon çalmaya başlarken melankolik bir sesle, 'Bir zamanlar Geraldine Farrar ile evlenmek istemiştim' dedi. Sonra kadının sesi gramofonun borusundan odaya doldu ve bir asansöre bindi. Sarhoş adamların hayran olduğu bu kadın sesi, çılgın bir hızla yükselmeye başladı, hiçbir hedefe varamadı, tekrar alçaldı, havada yaylandı. Kadının etekleri hareketten kabardı, bu inip çıkmalar, bir süre sonra bir notaya sıkıca sarılıp kalmalar, sonra yine yükselip alçalmalar, hele bu çağlama, her defansında da yeni bir kasılmayla tutulma ve yeniden taşma: şehvetti bu. Hissediyordu, şehirlerdeki her şeye dağılmış o çıplak şehvetti bu; cinayetten, kıskançlıktan, mağazalardan, otomobil yarışlarından ayırt edilemiyordu artık -ah şehvet de değildi artık, macera tutkusuydu- hayır, macera tutkusu da değil, gökten hızla inen bir bıçak, bir ölüm meleği, melek çılgınlığı, savaş?
"senin bize gelmenin sebebi, yalnızca bizim çağırmamız değil, başkalarının da sana git demesiydi. hiç kimse için kötüdür deme. onlar, bilmeden iyilik edenlerdir."
''Sanırım mutluluk üzerine konuşuyorduk. Ben size kendimden bahsediyordum. Bakın, yine 'mutluluk' sözünü kullandım. Söyler misiniz, neden hoş bir müzikten, güzel geçirilmiş bir akşamdan, samimi insanlarla konuşmaktan hoşlandığımız zaman; tüm bunlar sanki bir yerlerde var olan, ama bizim sahip olamadığımız gerçek, sonsuz bir mutluluğun basit bir kopyasıymış gibi bir hisse kapılıyoruz? Neden öyle oluyor? Yoksa, siz hiç böyle hissetmiyor musunuz?''
Bazarov, 'Şu atasözünü bilirsiniz.' dedi. Mutluluk bizim bulunmadığımız yerdedir.''
"Her gün gitmeye başladım üst kata. Bir türlü cesaretimi toplayamıyordum. Bizim Semih'in bir sürü arkadaşı vardı. Bütün gün oturuyorlardı. Muhabbetleri iyiydi. Ben yanlarında olduğum için yapacakları eylemleri konuşamıyorlardı tabii. Bazen bir ikisi mutfağa çekilip fısıldaşıyordu. Hemen yanlarına gidiyordum, susuyorlardı. iki tanesi tam teröristti, resmen Kürt'tüler. Bir de övünüyorlardı bununla. insan en azından saklamaya çalışır, ben Kürt olsam kimseye söylemem mesela, kendi içimde halletmeye çalışırım o meseleyi."
"Halbuki şimdi her şey değişmişti. Bu kadının resmini gördüğüm andan beri geçen birkaç hafta içinde , ömrümün bütün senelerinden daha çok yaşadığımı hissediyordum. her günüm, her saatim, uyuduğum zamanlar bile dopdoluydu. Bana sadece yorgunluk veren uzuvlarım değil, ruhumun da yaşamaya başladığını, içimde, haberim olmadan bekleşen üstü örtülü derin tarafların da birdenbire meydana çıkarak bana fevkalade cazip, kıymetli manzaralar arz ettiklerini görüyordum. Maria Puder bana bir ruhum olduğunu öğretmişti ve ben de onun, şimdiye kadar rastladığım insanlar arasında ilk defa olarak, bir ruhu bulunduğunu tespit ediyordum... Bütün çekincelerim yok olmuştu. Bu kadının karşısında her şeyimi ortaya dökmek, bütün iyi ve fena, kuvvetli ve zayıf taraflarım da, en küçük bir noktayı bile saklamadan, çırçıplak ruhumu onun önüne sermek için sabırsızlanıyordum. Çünkü bütün ömrümce susmuş, zihnimden geçen her şey için : 'adam sen de, söyleyip de ne olacak sanki?' demiştim. Eskiden her insan hakkında, bir peşin hükmün tesiriyle nasıl: 'bu beni anlamaz!' demişsem, bu sefer bu kadın için, gene hiçbir esasa dayanmadan, fakat o yanılmaz ilk hisse tabi olarak :"işte bu beni anlar" diyordum..." "
genç osman için hazırlanan ve metnin yanı sıra resimler de (minyatür) içeren bir şehname çalışmasından yola çıkarak 16. yy. ikinci yarısı ve 17. yy. osmanlı sarayında saray içi gayrıresmi iktidar ilişkileri ve ilişki ağları ve de resimli kitapların doğrudan anlattıklarının ve -özellikle resimlerinde- simgeledikleri şeylerin okumasını yapan ilginç ve okunası bir akademik çalışma.