bugün

podgorica sokaklarında yürüyorum. telefonum bozulmuş. 1.70' li fıstık gibi kadınlar var ve hiçbiri yüz vermiyor. depresyonum tavan yapmış. bir gece kulübüne gitmek istiyorum. etrafta kimse yok. uzakta üniformalı birini gördüm. yakınlarda taksi var mı ? diye sordum. telefonum bozuk olduğu için kendi telefonundan aradı. bulamadık. adam polismiş. nereli olduğumu sordu. türkiye, dedim. galatasaray deyip eliyle 3 yaptı yess dedim. sonra arabasına aldı dolaştık, avrupa futbolunun efsane isimlerini konuştuk. keyfim yerine geldi. ne güzel rastlantıydı o.
yorgunum biraz. ama bu yorgunluk mental olarak değil, fiziksel.
zira iş icabı seyahate çıktım ve bu sabah itibarı ile evime döndüm.
çok şükür mü denir veyahut iyi şans mı denir adını siz koyun, bereketli bir seyahat oldu. yolculuğum esnasında tatlı anılar da edindim fakat bir tanesi muhtemelen aklımdan hiç çıkmayacak. olayın kahramanı akhisarlı bir vatandaştı. dilerseniz anlatayım:

o günkü programımı salihli'de bitirmeyi planlamıştım fakat evdeki hesap çarşıya uymadığı için akhisar'da konaklamak mecburiyetinde kaldım. mecburiyetinde kaldım deyince yanlış anlaşılmasın, halimden gayet de memnundum çünkü köfteleri mideye itina ile indirmek fırsatını yakalamıştım. indirdim de.
ağız, yutak, yemek borusu derken, midemi şenlendiren ve ellerime avuçlarıma kuvvet veren köftelerin tesiriyle otel arayışı içerisine girdim. buldum da.
fakat ne hikmettir ki, yorumlara bakıp da rezervasyon yaptırdığım ve konakladığım otelden hiç memnun kalmadım. rezil bir gece yaşadım. yastığı yastık değil, taharet musluğundan sızıp da damlayan suyun sesi ise aman ya rabbi!

uyuyamadım. duvarlar diken oldu, açıkta kalan yerlerime battı. bedenimi teşhir edip de uzandığım yatak ateşten bir çukur oldu, sırtımı yaktı. hele ki, tavanda yer alan ve kıblenin istikametini gösteren ok işareti ok oldu, böğrüme saplandı. daraldım velhasıl. bunaldım...

wifi iyi çektiği için sabaha kadar netflix'te takıldım. aradan saatler geçti ve fark etmedim. baktım ki kumrular susmuş kargalar sazı eline almış, şafağın yaklaştığını anladım. akabinde hemen ayaklandım, perdeyi araladım, gecenin kasvetini silmeye teşne güneşin alaca aydınlığına selam çaktım ve hazırlanıp aşağıya indim. resepsiyondaki arkadaşa günaydın dedikten sonra "nerede kelle paça içebilirim?" diye sordum. hiçbir şey söylemeyip dik dik baktı ve kapıya doğru yürüdü. belli ki biraz sinirliydi fakat benden müsebbip değildi. işbu sebeple gönül rahatlığıyla takip ettim. çıktık caddeye, başladı şuradan dön, buraya yürü vs vs...
sorgu sual etmeden; yani nasıldır, iyi midir, temiz midir demeden tarifini yaptığı esnafa doğru yürüdüm. hava da hafiften soğuktu ve benim üstümde tişört vardı. irkildim. üşüdüm biraz. üşüdüm ama çorbayı yutaktan aşağı gönderince ısınacağımı da gayet iyi biliyordum. ısındım. çorbamı bir güzel içtim ve sonra çay söyledim.
dükkanın kapısında çayımı yudumlarken 60 yaşlarında bir dayı ilişti yanıma. "buralı değilsin galiba?" diye, giriş yaptı. oralı olmadığımı söyledim. mesleğimi sordu, yaşımı sordu, çorbayı beğenip beğenmediğimi sordu derken, bir anda kayboldu.
duruma bir mana getiremedim ve ikinci sigaramı yakmak için çakmağıma hamle yaptım. sonra, sonra sigarımı yaktım.

o esnada tuğralı bir doblo dükkanın önüne yanaştı. içinden inen iki kişi vardı.
onlarla göz göze geldim. kendi kendime mırıldandım ve sigarımı tellendirmeye devam ettim. tabiat her zaman olduğu gibi yine şaşırttı. denizden onca kilometre uzakta olan akhisar'da, yolunu kaybetmiş bir martının sesini duydum. yine irkildim çünkü martı sesinden nefret ederim. semaya baktım ve onu gördüm.
semiz bir martıydı. bağırıp, çağırmaya devam etti. slalom yaparak çığırtan mahlukun girdiği hallere gülümsedim. bir elimi havaya kaldırıp alaycı bakışlarla öteye beriye tebessüm ettim ve hesabı ödemek için kasaya seğirttim. seğirttim diyorum ama başarısız oldum. yukarıda bahsetmiş olduğum pek muhterem kişi hesabımı ödemiş. bunu, kasadaki arkadaştan öğrendim. hayret ettim. öyle aman aman bir sohbetimiz de olmamıştı halbuki. neyse, dışarıda bekleyen dayının yanına hızlıca yürüyüp, teşekkür ettim. garson kardeşimizden birer tane daha çay rica edip, dayıya sigara ikram ettim. kargo bokunu yemeden üçüncü sigaramı yaktığım için öksürdüm. sonra toparlandım. bir ara sessizlik oldu ve çaktırmadan dayının bakışlarını inceledim çünkü insanları incelemeyi severim. bakışlarında mütehammil bir ifade sezdim. ikinci ama kısa olan sohbetimizin (birincisi de kısaydı ya...) sonrasında elini sıkıca kavrayıp, kesesinin bereketlenmesini temenni ettim ve baht açıklığı diledim. başka da ne diyebilirim ki?
toptancı bir firmada çalışıyorum.
haliyle perakende işlerle pek ilgilenmiyoruz fakat kapıdan gireni buyur etmeden ve çayını önüne koymadan uğurlamıyoruz.

firma, "zirai sektör" bünyesinde. işbu sebeple şirkete şöyle bir uğrayan misafirlerimiz ekseriyetle çiftçi abilerimiz oluyor. yeri geliyor pantolonu yamalı, yeri geliyor kocaman elli ve yanakları çamurlu, yeri geliyor tarlanın ortasında iş yapmaktan marsık gibi olmuş, yeri geliyor traktör tepesinde öğle vakti beş tane bira içtiği için kıpkırmızı olmuş, yeri geliyor plaza yaşantısından bıkmış ve kendini toprak işlerine vermiş düzgün üsluplu genç biri, yeri geliyor tanışmak için gelen milyon dolarlık şirket sahibi biri veyahut ekibi, yeri geliyor yabancı bir firma temsilcisi. skala çok geniş anlayacağınız.

geçtiğimiz pazartesi günü kapıdan biri girmişti. arkadaşlar sağ olsun, bana doğru buyur ettiler. hoş geldiniz deyip, abimizin kocaman elini sıktım ve oturması gereken yeri gösterdim. hava nispeten sıcak olsa da esmer başına bere geçirmişti. köylüydü; en hasından köylüydü ve pek de mahcuptu. haddim olmamakla beraber, halini görünce çok üzüldüm. normalde dik başlı köylü insanından pek haz etmesem de bu abimize kanım ısınmıştı işte. neyse, meramını iletti ama karşılığı bende yoktu çünkü istediği parça stoklarımızda bulundurulmuyordu.
abimiz olumsuz cevap alınca eziklenir gibi oldu ve çayını yarım bırakıp hemen ayaklandı. çelik gibi elinden kavrayıp, tekrar oturttum. şaşırdı. böyle bir tepki beklemiyordu çünkü "yok" kavramı karşısında alternatif oluşturulacağı belki de hiç öğretilmemişti ya da bunu hiç tecrübe etmemişti. akabinde ikinci çayını söyledim ve havadan sudan sorular sorup, rahatlamasını sağladım. sahip olduğu traktör markasına vakıf olmasam da ve dahi alanım dışında olsa da ona telefon, buna telefon derken, parçayı makul bir fiyata buldum ve durumu bir yandan abimize izah ettim. esmer başıyla beni onayladı. tedarik için kargo ücretini şirkete mal ettim. hatta parçaya kar marjını bile yansıtmadım. amme hizmeti oldu diyebiliriz. abinin bundan haberi yoktu. haberi olmasına gerek de yoktu çünkü bilip de mahcubiyetini çoğaltmak kanıma dokunurdu. ertesi gün (siparişi ileri saatte bildirdiğim için bir sonraki gün teslim almıştım) parça elime ulaştı. hemen abiyi arayıp haber verdim. iki saat sonra geldi. en demlisinden çay söyledim çünkü demli seviyordu. yine havadan sudan sorular sorarak kafasını meşgul ettim. oldukça samimi bir şekilde sohbet gerçekleştirdik. parçayı verdikten ve faturasını kestirdikten sonra (fatura işi ayrı bir olaydı ya, neyse...) vedalaşmak için ayaklandık. geldiğinde elinde siyah bir torba vardı. vedalaşırken bana o torbayı verdi. bu sefer ben şaşırmıştım. neyin nesidir demeye kalmadan, zeytinyağı olduğunu söyledi. gönen tarafındaki akrabalarının ona gönderdiği zeytinyağı imiş. istihkakına düşen zeytinyağının üç litresini benimle paylaşmak istemiş.

ya işte, necip türk halkının siyasi tercihi falan filan deyip sinirleniyoruz ama işin özü budur dostlarım. kızmayalım. herkes sizin kadar görüp, gözlemleyemiyor ne yazık ki ama özünde birçoğunun temiz kalpli olduğunu düşünüyorum. buna kaniyim.
babama geçen gün sigara içerken "ya baba var ya bugünlerde sürekli ishal oluyorum ya" dediğimde aynen şöyle söyledi: e olsun sıçamamaktan iyidir.

babam polyannacılığın en radikal mezheplerinden birini kurmuş olmalı. hayranım bu adama.

bilirsiniz, bazen hiçbir şeye gülemez insan. evde öyle pencereden bakıyorken, bi sessizlik vardır havada. dalgınsınızdır. babanız sessizce arkanızdan yaklaşır, "bö!" diye aniden sizi korkutur da bir şaka yapar. bir anda ağzınızdan çıkıverir uygunsuz sözler. "ya baba sikicem ananı!!!" diye bağırıverirsiniz o anlık sinirle. daha ağzınızdan çıkmadan gelen bir pişmanlıkla bazen şakalara bile sinirlenirsiniz bir adınızın da hüzün olduğu zamanlarda. incinmişliği, öfkeli ve saldırgan bir ifade tarzıyla ifade edersiniz.
incinmişliği atlayarak daha kolayını, yani öfkeyi tercih edersiniz. hem de sizi eğlendirmeye çalışan bir adama bile. buna rağmen babanız şakayı devam ettirir gülerek. "hahaha nasıl korkuttum ama! 2 - 0 oldu, bu ikinci korkutuşum seni hahahaha!" diye devam eder. sonunda babanızı da kendinize benzetmişsinizdir işte. kafanızı bi çevirirsiniz, uzaktan "nah" yapıyordur size bi de üstüne. bir pişmanlıkla gülmeye zorlarsınız kendinizi. e tabi, babasının göz ameliyatı olduğu günlerde acaba görüyor mu diye "nah" yapıp "baba görüyon mu?" diye soran, kontrol eden bir oğlun varsa "görüyorum gerizekalı" diye yanıt veren bir baba da vardır. alışkınız biz bu şakalara.

bazen canım sıkılıyor, "karıcıııııım" diye bağırıyorum içeriye, babam hemen "eefendiiiim" diyor. annem de gülüyor falan. bi curcuna, şamata kopuyor içeride.

babam tuhaf adam. hoş, biz de çok normal değiliz ya. ama hep mi güler bir insan? hiç mi bitmez şakaları, esprileri? hiç mi düşmez enerjisi? düşmüyor efendim, düşüremiyoruz. düşmesin de zaten. kaç insanın babası sokakta utanmadan arabaların, duvarların arkasına saklanıp oğlunu korkutur ki? küçüklüğümüzden beri... hiç değişmedi. hayır artık kardeşimle "bak bak babam kesin gene bi yere saklandı" deyip biz ona bir kontratak yapıyoruz bazen. aniden bi zıplıyoruz önüne. manzara şu: saçları dökülmüş, 90 kiloluk bir adam duvara yapışmış, gelsinler de korkutayım diye sırıtarak heyecanla göz ucuyla bakıp duruyor. hey allah'ım.

babamın neşesini şöyle anlatayım. lisede erkan diye bir arkadaş vardı, babamın dersine girmiş bir gün. ertesi gün geldi, olum senin böyle baban vardı da bize niye söylemiyosun lan, deyip herkese "muhammed'in babası var ya, abi süper bi şey ya görmelisiniz" diye anlattıydı heyecanla. benim de götüm kalktıydı tabi ki.

yalnız kötü bir huyu var! şeker hastası ve tam bir mutfak faresi.

ama kıyamıyorsun da. tombik bi şey işte. esprili, neşeli.

bizim sülale kalabalıktır. çocuklar olarak unutulur, ihmal edilirdik. "aman bırak oynasınlar orda işte" diye bi odaya, daha doğrusu bi ahıra tıkıştırırlardı bizi. kurtarıcımız kimdi dersiniz? babam. biz çocukları toplar, hepimizi lunaparka götürürdü. bugün evi, arabası yoksa o lunaparka, dondurmalara harcadığı paralardandır. bilirsiniz, bazı adamlar çocukları mutlu eder. işte bizim sülalenin parka götüreni de babamdı. zaten çocukluğumu dün ne yediğimden daha net hatırlıyorsam eğer bunun en büyük sebebi babamdır. porsche gibi bir şeydi benim babam. hani ona sahip olmak çok az kişiye nasip olur ya, öyle. babam şu genetik yapıları gereği doğuştan mutlu olan o adamlardandı. bazen çok bozulurdum ama, çok sinir olurdum. bu neşeli yapısından dolayı "sirk maymunu" diye hakaret edenleri bile olurdu. çocukları parka götürüp etrafındakileri neşelendirdiği için "h. abi işte gene boş boş konuşuyor" diye ciddiye almayanları olurdu, ciddi bir meselede bile. hatta bugün o geçmişte parka götürdüğü çocuklar büyüdü ya, bunlardan bazıları götü kalkınca "boş yapıyor" falan der oldu. bazı insanlar annesi orospu olmadığı halde kendisi orospu çocuğudur işte. bir kavgada seninle ilgili güzel özellikleri bile günü geldiğinde kafana kakan, sana karşı koz olarak kullanan bir insan, işte bu oluşum, orospu çocuğu ile insan arasındaki bir ara formdur. kalitesiz ve ahlak yoksunu bir insandır. sinir olurdum bu duruma.

ama diyorum ya, babam neşeli adamdır diye... onun için hiç takmaz böyle şeyleri.

bi bisiklet kazası geçirdiydi 20 - 25 yıl kadar önce. ön dişleri komple kırılmış. bi 50 günü var ki adamcağız pipetle beslendiydi, sütten, çorbadan başka bi şey içemediydi. porselen diş mi ne diyorlar ondan takmışlar. e tabi gel zaman git zaman yıprandı dişler. 3 - 4 ay önce yemek yerken bi baktık dişler elinde kaldı. aha dedik şimdi sıçtık. malum korona. 4 aydır dişsiz. geçen gün diyor ki kahvaltıda:

bütün dişlerim kopsa gene de mutlu olacak bir şey bulurum ben.

annem dişlerini sorunca, "aşkım şu an dişlerimi düşünmemeye çalışıyorum. çünkü mutsuz olacağım", diyor.

diyorum ya babam şu doğuştan mutlu olanlardan diye, boşuna demiyorum onu. polyannacılığın en radikal mezheplerinden birini kurmuştur babam, bu konuda kesinlikle çok ciddiyim.

çocukken hiç unutmadığım bir sahne var. kartal bir arabamız vardı. istanbul'da babamla okuldan gelirken arabada "hadi bağıralım mı?" derdi bana. arabada giderken ben ince sesimle, babam kalın sesiyle "aaaaaaaaa!" diye bağırırdık. şimdi anlıyorum ki babam ağlayamadığında bağıranlardanmış. mutsuzluğunu duvarlar arkasında, karlar altında yaşayanlardanmış.

ama yine de, azdır ya onlar, mutsuzluğu taştığından mıdır nedir, bazen sessiz sessiz ağladığını yakalardım babamın.
bi şey diyeyim mi size? bir babanın boğazı düğümlenmişse eğer gözlerine bakmamalısınız.

"çocuklarla yapılmış bir röportajda okumuştum; " bir şeyi çok sevince ayrılmak zor oluyor " diyordu o çocuklardan biri. " çok hüzünlüysek komik şeyler yapmak lazım. " diyordu onun arkadaşı olan başka bir çocuk."

ama diyorum ya, bazen yorulup hiçbir şeye gülemiyor insan. şakalara bile sinirleniyor. gün oluyor bağırıyor, gün oluyor sessiz sessiz ağlıyor.

bi sessizlik var bugünlerde havada. ömer'le kitap okumaya çıkıyorum. balkonda oturuyorum.

babam heyecanlı heyecanlı geliyor. "senin ilgini çekecek bi şey anlatacağım sana" diyor. ilgimi çekmiyor.

üzülüyorum böyle olunca. karşılık veremeyince. uzun zamandır da "karıcıııım" diye bağırmıyorum içeriye.

düş kurardım ben eskiden.

düş kurmanın sayısız güzelliği var. bildiğin bütün güzel şeyleri yerleştirirsin düşlerine:

"mmmh çok güzel sabun koktu" dediğin o anı,
"ya çok severim ben yer yatağını" diye bir heyecanla yatağa zıplayarak uzandığın; biraz sohbet, biraz gülüşmelerden sonra tek başına kaldığında bir kişinin bile bilmediği bir sırrı gece lambasına bakıp düşünürken uyuyakaldığın o geceyi,
kimi uykusuz gecelerinde tozlarını silip tekrar gördüğün o güzel rüyaları, hemen sabahına o rüyalarından arta kalan resimleri süpürüp gözlerinin kapaklarını yavaşça açan horoz seslerini ve yeni demlenmiş çay kokusunu,
en sevdiğin kelimeleri, en sevdiğin rengi, ezberindeki şiirleri,
hanımelini, rüzgar gülünü, evine konuk olan iki çiçeği,
küçük prensi, küçük prensin gezegenini, kardan adamı, arap kızını,
annenin çiçeklerini sularkenki halini,
incir ağacı kokusunu ve rüzgarın yapraklara değerkenki çıkardığı sesi, yıldızları,
tamamladığın bir işten sonra kalan tatlı yorgunluğu, günlük güneşlik günleri, kelebekleri, bulutları, uçurtmaları, ağustos böceklerini,
"hava çok güzel değil mi?" diyen birini,
nefis yemek kokularıyla annelerin ve işten dönen babaların süslediği akşama çıkan yolları,
en güzel gülüşleri, çatal bıcak seslerini ve yükselen kahkahaları,
yüz defa okuduğun bir mektubu,
masaj yaptığın, hasta olduğunda temizlediğin, terli atletini değiştirdiğin, sırtını keselediğin, çıkan kirlere "oo silgi şeysi gibi oldu" dediğin sevdiğin kadını/adamı,
sevip kavuşamadığını,
kızıllığını koynuna saplanan bir hançerle acı çekercesine dağlara bırakan ve ağır ağır batan güneşi,
sabahına yanaklarında açan mahcup bir gülüşü kırmızı bir gül renginde bırakıveren doğan güneşi...
ve dahi
ne varsa hepsini bir bir yerleştirirsin düşlerine.

sonra o kurduğun düşlerden birinin içinde seçtiğin bir yere uzanır kendini ve odanı izlersin. örneğin bir yeşillikten, bir ağaç altından, çimenlerden. eli yüzü düş içinde kalmış bi adam vardır o odada. ama bazı zamanlar olur ki kurdukça yıkılır düşlerin. uzun bir zaman düş kurmazsın öyle olunca.

bir adın da hüzündür böyle zamanlarda. çok sevdiğin birini yitirdiğinde içinde akan müzik birden durur, içinin tellerinden biri kopar gibi olur ve bir adın da hüzün olur böyle zamanlarda. uzun zaman bu adınla dolaşırsın sokakları. bu adınla geçersin sessiz odalardan, sessiz kapılardan.:yıldızlı atlas

için içine sığmaz çok sevdiğin biri gittikten sonra. ondan mıdır nedir dolanırsın sokakları, kurumuş yapraklar gibi. uzunca bir zaman ne düş kurabilirsin ne de gülebilirsin.

işte böyle kurumuş yapraklar gibi sokakları dolaştığın ve düşsüz geçen onca zamandan sonra güleceğin bir şey olur. daha gülebileceğin şeylerin olduğunu görüp şöyle içten, okkalı bir gülümseme yayılınca dudaklarından, örneğin sarılan iki kişiyi görürsün de bir şarkının içinden geçer gibi olursun o an. fakat öyle gülerken birden durup ne kadar da uzun zamandır böyle gülmediğini fark edince haline bir hüzün yerleşir, sessiz sessiz ağlayasın gelir, sinekle kavga eden, şakalara bile sinirlenen bir adama dönüştüğün için.

kurumuş bir yaprak gibi sokakları dolaştığın ve dalgın dalgın yürürken nasılsa bir şeye takılıp yere düştüğünde haline bakıp attığın kahkahalar gibidir o çaresiz gülüş. giysinden kopan düğmeleri alır kahkahanı iliklersin doğrulurken gözünün önüne gelen annenin gülümsemesiyle. kahkahanı iliklemek için kopan düğmelerini, çaresizliğini bastırmak için de annenin gülümsemelerini biriktirirsin.

bilirsiniz, bazı insanlar için mutluluk hep karşı kıyıdadır.

bazı insanlar da vardır ki her zaman gülümseyecek bir şeyler bulurlar. bulurlar bulmasına ama çok korkarlar değersiz hissetmekten, terk edilmekten. koskoca, iri yarı bir insanın fareden korkması gibi bir şeydir o. o kadar derinlerdedir ki değersizlik duygusu ona temas etmemek için bir ömür mücadele ederler. her zaman gülecek bir şeyler bulurlar bulmasına ama kocaman bir duvardır öylelerinin gülümsemesi. siz dersiniz ki, "ben bu duvarı yıkıp gerçeği göreceğim!"
bi tuğla kaldırırsınız bunun için o duvardan. o üç tuğla daha koyar. bi tel kaldırırsınız etrafından. o elektrikli tel koyar. "bırak beni, git" der. "bana fark etmez" der. "biz ne kasırgalar, hortumlar gördük kardeş, bizim canımız acımaz" der.
bi gün her ne olursa bütün o duvar kendiliğinden yıkılıverir. orada küçük bi çocuk görürsünüz. "eneee bu muymuş lan o atarlı giderli adam" dersiniz. bi köşeye sinmiş, ürkek, yalnız bırakılmış, tacize uğramış, dışlanmış, dayak yemiş, hor görülmüş, çaresiz, ağlayan bi çocuk. "gitme, n'olur beni bırakma, çok yalnızım" der bu sefer. işte o iri yarı adamı terk ettiğinizde değil belki ama en büyük darbeyi vurursunuz o duvarı yıkıp o güçsüz çocuğu bıraktığınız zaman. değil kasırgalar, hafif esen rüzgar bile canını acıtır, o hayat yaşanmaz olur artık. gülemez, düş kuramaz olur.

bazı insanlar böyledir. küçük prensin çiçeği gibidir. giderken "ama rüzgar..." diyen küçük prense “o kadar da hasta değilim. gecenin derinliği bana iyi gelecektir. bir çiçek olduğumu unutma.“ der.
“ama hayvanlar...” deyince
“eğer kelebekleri görmek istersem, birkaç tırtılla iyi geçinmem gerekecek. eğer bunu yapmazsam,
hiç arkadaşım olmaz. sen uzaklarda olacaksın. hayvanlara gelince, onlardan korkmuyorum. benim
de pençelerim var “ diyerek dört küçük dikenini gösterir.
hala uzatan birisine “böyle oyalanma, sinirlerim
bozuluyor. gitmeye karar verdin, o halde git“ der. sonuçta onun pençeleri var! ağladığının görülmesini istemez, çok gururlu
bir çiçektir. bazı insanlar böyledir.

kaç gündür kurumuş bir yaprak gibi dolaşıyorum sokakları ben de. marketten çıkıyorum. "iyi günler"e baygın, yorgun, zorlama bir tebessümle ve zor duyulacak bi sesle "kolay gelsin" diyorum. adımlarım ağır. gözlerim dalgın.

bi sessizlik var bugünlerde havada. ömer'le kitap okumaya çıkıyorum. balkonda oturuyorum. babam heyecanlı heyecanlı geliyor. "senin ilgini çekecek bi şey anlatacağım sana" diyor. ilgimi çekmiyor.

bi adım da hüzün bugünlerde. bu adımla geçiyorum sessiz sokaklardan, sessiz kapılardan.

ve evet, bildiniz. uzun zaman sonra güldüm bugün bi şeye.

yaşlandı artık, diyordum babam için, çocuklar büyüdü, lunapark falan da yok, artık o eski enerjisi kalmamıştır.

sabah bi kalktık cayıl cayıl zil çalıyor. elinde bir top, bir çocuk sesleniyor. "hoca nerde? hoca nerde?" diye ortalığı velveleye veriyor. hoca dediği babam. emekli matematik öğretmeni. duyuyorum, babamdan bahsediyor. annem "kim o??" diyor, "benim" diyor çocuk.

- hoca nerde?
- sen kimsin?

çocuk susuyor biraz, kapı açılmayınca bi şeyler mırıldanıyor. annem bi anlamıyor, allah allaah diyor falan. alt komşuya sesleniyor bu sefer çocuk.

- amca nerde?
- hangi amca?
- oyun oynadığımız amca, burdan geçip şu ilerilere gidiyo ya hani kel, yaşlı bi tane.

annem anlamıyor. ben gülümsüyorum. ulan diyorum baba, gene yaptın yapacağını!

bakıyorum pencereden, bekle, diyorum, ben geliyorum, hoca da gelir birazdan. iniyorum aşağıya. babamdan kalan mirası devralıp çocukların oyunlarına karışıyorum.

bir çığlıkta basıyoruz kahkahayı!

bakıyoruz, babam çıkmış geliyor, elinde dondurmalar. önce dondurmaları yiyoruz. sonra başlıyoruz hoplamaya zıplamaya. "kırmızıyı tuttum kurallar benden! yeşil tuttum allah bir!" her kafadan bi ses. tam curcuna. onbirelli'ler, saklambaçlar neler neler!

o sıra fonda, daha doğrusu kafamın içinde şu şarkı çalıyor. sözleri akıyor. bir şarkının içinden geçiyoruz:

"bana kaderin bizlerle dalga geçtiğini söylüyorlar. bize hiçbir şey vermeyerek her şeyi vaat ettiğini... aslında mutluluk, uzanabileceğimiz dokunabileceğimiz bir yerde olmalıydı. haydi uzatalım o zaman elimizi ve biraz deli olmaya çalışalım. ama biri bana söyledi; beni hala seviyormuşsun, beni hala seviyormuşsun evet, biri bana söyledi, bu mümkün olabilir mi? peki kimdi söyleyen bana, senin beni sevdiğini?" diyor şarkıda.

"çocuklar mı söyledi yoksa?" diyorum içimden.

serçelere bakıyorum. gülen yüzlere bakıyorum. dağlara bakıyorum. şarkının içinden geçiyorum.

o an adamakıllı karar veriyorum:

serçeler çok daha güzel yasalardan,
çocuklar üniformalardan,
dağlar okullardan
ve aşkla ölmek çok daha güzel aşksız yaşamaktan...

karışıyoruz çocukların oyunlarına.
yüzüm gülüyor. gülüm yüzüyor.
kalbim ve ruhum ise bir vakanüvis gibi o gün olanı biteni kaydediyor.

ertesi gün yine kahvaltıda diyor ki babam: insan normalda yaşlanırken ölümü yaklaştığı için üzülür, telaşlanır ya... ben seviniyorum biliyor musun muhammed? bende tersi oluyor yani.

"niye?" diyorum.

"dünyanın tekliflerinden uzaklaşıyorum işte, niye olacak!" diyor. "işkence bitiyor."

akşamına karşı balkonda yine o çocuk. amca, diyor babama arkadaki üç çiçeği göstererek, o ortadaki niye o kadar uzun?

bana dönüyor babam fısıldayarak: "bu soruyu onuncu soruşu olmuştur biliyor musun, taktı çiçeğe!"
gülüşüyoruz.

babam bu ömür işkencesini belli ki çocukları eğlendirerek bir nebze azaltıyor. ve galiba artık ben de! ölüp gitse bi ev, araba değil ama galiba bunu miras bırakacak bana.

zil çalıyor. elinde topla bir çocuk...

geliyoruz!

işte bu da benden hikayesi! gülüyoruz.