geçen günlerde maltepe sahilinde yürüyordum akşam. bir baktım kız çocuğu koşarken yere düşmüş galiba ağlıyordu. önünde annesi ve kardeşi. tahminen 3 ya da 4 yaşında. bende geçerken duyuyorum tabii. kız düşmüş önünde annesi, babası nerede bilmiyorum ama çocuğun ilk cümlesi yalandan ama şirin bir çocuk ağlaması edasıyla " babamı çağırın babamı çağır" oldu. o an düşündüm sanki babası ne yapacaksa, iki naz yapacak geçti geçti diyecek falan herhalde. swh. annesi olsa kızar ki hatta kızdığı için baba dedi galiba. gülümsedim. komiğime ve hoşuma gitmişti. umarım benimde bir ailem olur da aile babası olurum.
çocuklu bir kadın oturdu bugün yanıma. Kucağındaki Velet gömleğimin kolunu çekiştirdi durdu. Annesi, rahatsızlık verdi diye düşünüp mahcup şekilde baktı. Rahatsız değildim ki. Ha gayret evlat manşetin düğmesini çözeceksin.
Babam dün kendisinden çok az küçük olan çocukluk arkadaşını görmüş.
Onyılların mühendisi 2. Üniversitesi olan sağlıkla ilgili bir bölümü de bitirmiş, tek ders sınavlarını da geçerek tüm dersleri vermiş.
Severim böyle içindeki öğrenme hevesini diri tutmuş insanları.
kireçburnu'nda, ihtiyarlar plajı'nda gününü geçiren oldukça karizmatik bir abimiz var; kendisiyle yaklaşık bir hafta önce tanıştım ve sohbetimiz yok denilecek kadar az. komşunun köpeğiyle yürüyüş yaparken yanımıza gelip selam verdikten sonra morris'i sevmişti ve sohbet bu şekilde başlamıştı. kısa bir sohbetten sonra iyi günler dileyip ben yoluma o da kamp sandalyesine yönelmişti. yani esasen ortada herhangi bir dostluk ve samimiyet yok gibi bir şeydi. iki insanın kısa süreli sohbetinden ibaretti.
bugün, bu karizmatik abimizle yine aynı yerde karşılaştım. kamp sandalyelerine kurulmuş mayolu bir vaziyette genci yaşlısı karma bir gruptan oluşan arkadaşlarıyla sohbet ederken kendisiyle göz göze geldim. klasik olarak yine güneş gözlüğünü takmıştı ama bana baktığını fark edince elimi havaya kaldırdım ve selam verdim. beyler bayanlar, bu abimiz benim yaşadığım ömür kadar bir tane daha yaşamış yani biraz daha zorlasa dedem yaşında olacak bir insan ama buna rağmen ben ona içtenlikle selam verip gülümseyince bacak bacak üstüne attığı bacaklarını ivedilikle birbirinden ayırdı ve heyecanla ayağa kalkıp aynı şekilde selam verdi. bu durum o kadar içten, o kadar samimi ve o kadar olgun bir karşılıktı ki, o yaşına rağmen bana itibar edip ayağa kalkması ve tüm karizmasıyla beraber selam vermesi muhteşem bir detaydı. bu jestine ve kibarlığına çok saygı duymakla beraber, örnek aldığım bir davranış oldu. düşünsenize, koca çınar siz selam verdiniz diye heyecanla yerinden kalkıp karşılık veriyor. gülümsemeyip de ne yaparsınız?
tesadüflerdir. hiç beklemediğiniz bir anda karşınıza çıkan biri, başınıza gelen bir olaydır. bazen bir taksi şöförü, bazen yağmurdan kaçan biri, bazen de hiç beklemediğiniz bir yerde güzel bir konser dinleyebilmek.
müstakil evde yaşıyoruz. zamanında ördeklerimiz vardı. bir ördeğimiz beş on tane yumurtlayıp eşiyle beraber ölmüştü. ne yapalım bu yumurtaları diye düşünürken aklımıza bir tavuğun yuvasına koymak geldi. belki kuluçkaya yatar çıkarır diye düşündük. düşündüğümüz gibi de oldu. minik ördekler yumurtadan çıktılar tavuk da sahiplendi hepsini büyütmeye başladı.
kimi insanlar birbirlerini tanımasalar bile görünmez bağlarla bağlıdır birbirine.
ortak paydada birleşiyor olmaları ve vakti gelince bunu hissedebilmeleri hayata dair en büyük sürprizlerden sayılır!
podgorica sokaklarında yürüyorum. telefonum bozulmuş. 1.70' li fıstık gibi kadınlar var ve hiçbiri yüz vermiyor. depresyonum tavan yapmış. bir gece kulübüne gitmek istiyorum. etrafta kimse yok. uzakta üniformalı birini gördüm. yakınlarda taksi var mı ? diye sordum. telefonum bozuk olduğu için kendi telefonundan aradı. bulamadık. adam polismiş. nereli olduğumu sordu. türkiye, dedim. galatasaray deyip eliyle 3 yaptı yess dedim. sonra arabasına aldı dolaştık, avrupa futbolunun efsane isimlerini konuştuk. keyfim yerine geldi. ne güzel rastlantıydı o.
yorgunum biraz. ama bu yorgunluk mental olarak değil, fiziksel.
zira iş icabı seyahate çıktım ve bu sabah itibarı ile evime döndüm.
çok şükür mü denir veyahut iyi şans mı denir adını siz koyun, bereketli bir seyahat oldu. yolculuğum esnasında tatlı anılar da edindim fakat bir tanesi muhtemelen aklımdan hiç çıkmayacak. olayın kahramanı akhisarlı bir vatandaştı. dilerseniz anlatayım:
o günkü programımı salihli'de bitirmeyi planlamıştım fakat evdeki hesap çarşıya uymadığı için akhisar'da konaklamak mecburiyetinde kaldım. mecburiyetinde kaldım deyince yanlış anlaşılmasın, halimden gayet de memnundum çünkü köfteleri mideye itina ile indirmek fırsatını yakalamıştım. indirdim de.
ağız, yutak, yemek borusu derken, midemi şenlendiren ve ellerime avuçlarıma kuvvet veren köftelerin tesiriyle otel arayışı içerisine girdim. buldum da.
fakat ne hikmettir ki, yorumlara bakıp da rezervasyon yaptırdığım ve konakladığım otelden hiç memnun kalmadım. rezil bir gece yaşadım. yastığı yastık değil, taharet musluğundan sızıp da damlayan suyun sesi ise aman ya rabbi!
uyuyamadım. duvarlar diken oldu, açıkta kalan yerlerime battı. bedenimi teşhir edip de uzandığım yatak ateşten bir çukur oldu, sırtımı yaktı. hele ki, tavanda yer alan ve kıblenin istikametini gösteren ok işareti ok oldu, böğrüme saplandı. daraldım velhasıl. bunaldım...
wifi iyi çektiği için sabaha kadar netflix'te takıldım. aradan saatler geçti ve fark etmedim. baktım ki kumrular susmuş kargalar sazı eline almış, şafağın yaklaştığını anladım. akabinde hemen ayaklandım, perdeyi araladım, gecenin kasvetini silmeye teşne güneşin alaca aydınlığına selam çaktım ve hazırlanıp aşağıya indim. resepsiyondaki arkadaşa günaydın dedikten sonra "nerede kelle paça içebilirim?" diye sordum. hiçbir şey söylemeyip dik dik baktı ve kapıya doğru yürüdü. belli ki biraz sinirliydi fakat benden müsebbip değildi. işbu sebeple gönül rahatlığıyla takip ettim. çıktık caddeye, başladı şuradan dön, buraya yürü vs vs...
sorgu sual etmeden; yani nasıldır, iyi midir, temiz midir demeden tarifini yaptığı esnafa doğru yürüdüm. hava da hafiften soğuktu ve benim üstümde tişört vardı. irkildim. üşüdüm biraz. üşüdüm ama çorbayı yutaktan aşağı gönderince ısınacağımı da gayet iyi biliyordum. ısındım. çorbamı bir güzel içtim ve sonra çay söyledim.
dükkanın kapısında çayımı yudumlarken 60 yaşlarında bir dayı ilişti yanıma. "buralı değilsin galiba?" diye, giriş yaptı. oralı olmadığımı söyledim. mesleğimi sordu, yaşımı sordu, çorbayı beğenip beğenmediğimi sordu derken, bir anda kayboldu.
duruma bir mana getiremedim ve ikinci sigaramı yakmak için çakmağıma hamle yaptım. sonra, sonra sigarımı yaktım.
o esnada tuğralı bir doblo dükkanın önüne yanaştı. içinden inen iki kişi vardı.
onlarla göz göze geldim. kendi kendime mırıldandım ve sigarımı tellendirmeye devam ettim. tabiat her zaman olduğu gibi yine şaşırttı. denizden onca kilometre uzakta olan akhisar'da, yolunu kaybetmiş bir martının sesini duydum. yine irkildim çünkü martı sesinden nefret ederim. semaya baktım ve onu gördüm.
semiz bir martıydı. bağırıp, çağırmaya devam etti. slalom yaparak çığırtan mahlukun girdiği hallere gülümsedim. bir elimi havaya kaldırıp alaycı bakışlarla öteye beriye tebessüm ettim ve hesabı ödemek için kasaya seğirttim. seğirttim diyorum ama başarısız oldum. yukarıda bahsetmiş olduğum pek muhterem kişi hesabımı ödemiş. bunu, kasadaki arkadaştan öğrendim. hayret ettim. öyle aman aman bir sohbetimiz de olmamıştı halbuki. neyse, dışarıda bekleyen dayının yanına hızlıca yürüyüp, teşekkür ettim. garson kardeşimizden birer tane daha çay rica edip, dayıya sigara ikram ettim. kargo bokunu yemeden üçüncü sigaramı yaktığım için öksürdüm. sonra toparlandım. bir ara sessizlik oldu ve çaktırmadan dayının bakışlarını inceledim çünkü insanları incelemeyi severim. bakışlarında mütehammil bir ifade sezdim. ikinci ama kısa olan sohbetimizin (birincisi de kısaydı ya...) sonrasında elini sıkıca kavrayıp, kesesinin bereketlenmesini temenni ettim ve baht açıklığı diledim. başka da ne diyebilirim ki?