Bir daha kimseye kimsenin seviyorum diyişine inanma. En güvendiğin tarafından kırıldın. En çok sığındığın insan tarafından yalnız bırakıldın. Kırk düğüm attın da gitmez sandın meğer pamuk ipliğimis bağın bilemedin. Bir daha asla ama asla kimseye güvenme, siginma, kalbini açma... kırılma artık.
Bu böyle gitmez. Ne olacak sonun bi fikrin var mı? Yıllardır aynı hataları yapıyorsun her seferinde it gibi pişman olmana rağmen.
Ya artık kesin bir karar vereceksin ona göre iradeyle çalışacaksın ya da ömür boyu hayallerin yapamadıkların Içinde kalacak. Olmayacağını bildiğin hayaller kurmaya devam edeceksin.
Kendini sev be olm, yoksa bu hayat nasıl geçecek? Nasıl bir şeylerden zevk alacaksın? Kendini her konuda çok acımasızca eleştiriyorsun, hiçbir şeyini beğenmiyorsun, yaptıkların kusursuz olmayacağı için bir şeyler yapmayı bıraktın sırf bu yüzden. Bunu kendine yapma, kendine saygı duy, adam ol, akıllı ol.
Bir iş tutmayı ve dağılmayı beceremediğimiz için kuruldu kulübümüz. Sekiz yıl boyunca kentin ara sokaklarında, tramvayların yardığı kış gecelerinde, martıların ıslak kokulu deniz rüzgarlarına yapışarak naylon masa örtülerine desen oldukları boğaza bakan virane bir dairede yada polislerin alelade trafik denetimlerinde tepe lambalarının ışıkları ile aydınlanan izbe depolarda görevimiz için hayatımızı sayısız kez tehlikeye attıktan sonra her şey sonra ermiş, hizmet ettiğimiz örgüt dağıtılmış biz ise ortada kalmıştık. Kastomunu, Niğde, Rize, Bartın ve bilumum meteoroloji bültenlerinin sıcaklıklarını zikretmediği nice memleketten kopup gelmiş, şimdinin paşa dedelerinin şöhretlerini ballandırarak anlatan züppe torunlar ve 8.kuşak akrabalarından daha çok istanbullu olmuştuk. Aramızda kalsın ama 8 yıl boyunca pek fena şeylere karıştık sevgili dostum. Gayri meşru işlerde şehre nam salmış patronumuzun ne kadar pis ve garip işi varsa hepsini biz yaptık. işin kötü tarafı bu kadar iğrenç işi yapmamıza rağmen çok az kazandık ve her şey sona erince de ortada kalakaldık. Şark’ta herkes bir hayal kırıklığıdır. Bizde onlardan biriydik.
Hayatta kalmamız için bir iş yapabilmemiz gerekliydi ama elimizle kavrayabileceğimiz bir mesleğimiz yoktu. 8 yılımızı olağanüstü işimize ayırdıktan ve nihayete erdiğinde elde avuçta hiçbir şeyimiz kalmadığından ne yapabileceğimiz konusunda tek bir fikrimiz dahi yokken cebimizde kalan son paramız ile Beyoğlu’nda yıkılmaya yüz tutan bir hanın en üst katında izbe bir dükkanı depo olarak kullanacağız bahanesi ile ucuza tutmuş ve 12 kişi ile orada yaşamaya başlamıştık. Leş gibi kokan helası, her türlü besin maddesini kısa sürede çürütme yetisine sahip kirli tezgahı ile genişçe bir alana sahip depoda, eski sahiplerinden kalan kilimleri yere serip uyuyor, masalarda oturup sigara tellendiriyor ben ise F harfi çalışmayan daktiloda durmadan bir şeyler yazıyordum. işletmemizin kurulması da bugünlerde yazılarımı okuyan Tahsin’in aklına gelmişti. Kayseri’de Harita Mühendisliğini yarıda bırakıp ekibimize katılan Tahsin, memleketinden olsa gerek benim yazılarımdaki acayipliği paraya çevirme konusunda cin bir fikirle karşıma dikilivermişti.
“Bugünden tezi yok burası Pis Efsaneler Kulübü olarak anılacak” diyerek ayağa fırladığında hiçbirimiz bunun ne anlama geldiğini bilemiyorduk. Sevinçle bir sigara yakarak Orhan Pamuk’un Kara Kitabında geçen “Boğazın Suları Çekildiğinde” bölümünden aklında kalan bir iki pasajı okuyup, boğazın dibindeki Bizans hazinelerinden, istanbul’un yer altı mahzenlerinden, darbe planlayan asker hikayelerinden ve eski istanbul kabadayılarının gazino maceralarından bahsetti. Dakikalarca konuştuktan sonra ise müessemizin kuruluşunu ve amacını ilan ediyordu: “Arkadaşlar. Artık Pis Efsaneler Kulübü olarak bu şehre ait destanları, hikayeleri, korkunç anıları, kan donduran öyküleri ve insanları merakta bırakan tüm gizemleri çözecek gizemli bir dünyanın kapılarını açacağız.”
Açık konuşmak gerekirse ben Tahsin’in bu iş planından tek şey anlamış değildim. Ertesi gün 4 arkadaşı yanına alıp akşama değin gözükmedi. Akşamüstü ise kıyafetleri toz içinde ellerinde bir tabela ile çıkageldiler. Getirdikleri küçük tabela hepimizin ortak çalışması ise deponun kapısına asılmış, Pis Efsaneler Kulübü böylece resmen kurulmuştu. Ertesi gün bu kez diğer 10 arkadaş da akşama değin ortalarda gözükmedi ve bu birkaç hafta sürdü. Sonradan öğrendiğim üzere gündüz bir inşaatta çalışarak kulübün içerisinde kullanılmak üzere eşya satın almak için para biriktiriyorlardı. 3 hafta sonra depomuzun içi devletin gereksiz bir müdürlüğünün evrak tanzim eden memurlarının tıkıştırıldığı bürolarından farksız hale gelmişti. ikinci el sevimsiz masalar, sandalyeler, daktilolar, not defterleri, sümenler, ataçlar, delgeçler, Sivil Savunma Afişleri, Nükleer Saldırı uyarı tabelaları, eski reisi cumhurlarımızın posterleri, National Geographic’in ilginç sayılarının kapakları ve öteberi sıkıştırılacak dolaplarımız depoda yerini almıştı. Elbette gazetelere küçük ilanlar verdiğimizi de söylemem gerekir. Dün gibi hatırlıyorum o ilk ilanımızı. “Pis Efsaneler Kulübü. Aklınıza takılan, gizemini çözemediğiniz, meraktan sizi uyutmayan bütün gizemler itina ile çözülür.” Telefon numarası ve adres. Bu kadardı. ilanın yayınlanmasının üzerinden 10 gün geçmesine rağmen tek müşteri çıkıp gelmemiş, deponun sahibi kira diye kapımıza dayanmaya başlayıp, 3 arkadaşımız aç kalmamamız için inşaatlarda çalışmaya devam etmişti. Biz ise tüm gün, eski örgütümüzden kalma takım elbiselerimizi giyip kapıdan girecek birisini bekliyorduk. Umudumuzun hepten kesildiği bir dönemde ihtiyar bir adam yanında 3-5 genç ile gıcırtılar çıkaran kapımızı ittirip içeriye giriyordu. Kamburu çıkmış, şık giyimli, elinde baston ve başında yeşil melon şapkası ile içeriyi süzen adam, “Efsaneciler siz misiniz gençler” diyerek gülümsedi. Tahsin hemen ayağa kalkarak adamı benim masama buyur edip, beni efsane ordinaryüsü olarak takdim edip daha evvelden ezberlediğim geçmişimi müşterimize anlatmamı istedi.
Adamın kafasındaki yeşil melon şapkasına bakarak mesleki maharetlerimi anlatmaya başlarken, çiseleyen yağmur pencerenin çatlak pervazından içeri sızıyor, Tahsin hanın altındaki ocaktan kapıp getirdiği çayları misafirlere ikram ediyordu. Ben anlattıkça ihtiyar dikkatle dinliyor, mesleki hünerlerimden etkilendiğini belli etmese de ağdalı dilim onu eğlendiriyordu. Anlatmama göre Venedik’te su kanallarının içindeki Moğol kafataslarının esrarını çözmüş, Endülüs’te Arap saraylarında kubbelerin ölçülerinden yola çıkarak Şimal Yıldızının en parlak ışığının yılın hangi akşamı nereye vuracağını tespit edip oracıkta Tarık Bin Ziyad’ın kılıcını bulmuş, (Yılmaz bu kılıcın mutlaka Muhipler Cemiyetinin eline geçtiğini düşündü) ayrıca da Japonya’da Samuray evlerinde gizlenen intihar mektuplarının işaret ettiği kusursuz ölüm biçimini keşfetmiştim. Tüm bunlar yetmezmiş gibi Bir Bizans Kayserinin Hipodromun altına gizli bir düzenek inşa ettiğini ve bu düzeneğin Ayasofya’yı yerle bir edecek bir göçüğe neden olacağını, 17.yüzyılda yaşamış Ermeni bir Bizantoloğun anılarında bulmuş, Maden Tetkik Arama Enstitüsü ile ismini burada zikredemeyeceğim devletin gizli bir kuruluşuna rapor etmiş ve Rus Bilim adamları ile birlikte Ayasofya’yı yıkılmaktan kurtarmıştım. Kurt Adam efsanelerinin aslını, Kazakistan Destanlarının gizli kahramanlarını, annelerinden ihtiyar doğan Hun canavarlarını, kayaya çizdiği koyun resimlerinin canlandığı italyan köy ressamlarının gerçeğini ve Dante’nin Komedyası’nda işaret ettiği Kayıp Keşişin yaşadığı köydeki Nuh Nebi’den kalma el yazmalarını da yine ben bulmuştum.
(devamı belki sonra)
Hesabın çetindir, kitabın metin. Aklın seni denizlere çıkartır, kıyıya döndürecek olan kalbindir. Terlikle kovalanan, ötelenen, kahpe diye söyleşilen kedileri unutma. Hani her şeye rağmen damda koynumuza giren kedileri. Seher vaktinde sokakların şerbet kokusunu unutma. Kafilelerin yürürken duvarlarını okşayarak geçtiği, gece gezmelerine el fenerlerinin eşlik ettiği ve karanlığını nurani cömertlikle yaran gök çarşafını unutma. Tahtı, setriye'yi, komşu kızını, avluları, dilleri ve dinleri, renkleri ve dokuları, hızmaları ve mürekkep deseni dövmeleri. Pencereyi unutma el ojala'cığım, rabbe açılan, aleme genişleyen ve koskocaman bir devran oluveren gökçereyi unutma. Sen o ahşap ile zamanın paslandığı demir korkuluğun, mabedlerin, çanların ve mihrapların, şehitlerin ve azizlerin, alnına gümüşten sikke değmiş zamanların çocuğusun. Toprağının insanı, mayasının hamuru, tandırının buram buram alevlendiği kıvılcımsın.
Unutma.
Şahmeran işlemeli sinileri, tavus kuşu motifli halıları, bakraçları, tablodaki nuh'u ve gemisini, gemideki fil ve serçe'yi, geceli ummanı, mahlep ve nar'ı, hani o altına yatırıldığın ilk varlık sahnesi olan dut ağacını. Unutma. Toprak yolda yoğrulan asil atların nallı yürüyüşünü, komşu kızının gülüşünü, ilk öpüşü, süryani tekerlemeyi ve arapça türküyü. Unutma.
Unutursan aşk olsun sana çocuk derim, ardından kötü sözler dizerim.
Bilahare kalanları zikreder yazarım, şimdilik hoşça bak zatına gümüş gamzelim. (hiç eğlenceli değilsin aq) gelirim birkaç güne.
traveler of secret moments - freud'un bir sözü var okmalısın ümitlerinden ve değerli olduğunu düşünüdğün herkesten vazgeçmek hakkında. defterime yakın değilim araştırabilirsin.
--spoiler--
En azından üç dil bileceksin
En azından üç dilde
Ana avrat dümdüz gideceksin
En azından üç dil
Çünkü sen ne tarih ne coğrafya
Ne şu ne busun
Oğlum Mernuş
Sen otobüsü kaçırmış bir milletin çocuğusun ...
--spoiler--
hatalar, yanlışlar gelip geçer gibi geliyor sana ama bıraktığı izler sen en yükseğe çıktığında karşına çıkacak ve seni aşağı çekmeye çalışacak. Onları bedeninde göremezsin, ruhunun derinliklerinde seni pranga gibi bir yere bağladığında anlarsın.
Elbette bugünlerden daha kötü günlerin olacak, oldu da. Hepsinin üstesinden tıpış tıpış geleceksin. Üzüleceksin, sıkılacaksın, bunalacaksın e ne yapalım hayat bu hep hoppidi olmaz ki. insanları üzme ve dolayısıyla insanların da seni üzmesine izin vermemeye gayret et.
Fazla duygusal gözükme. Öyle duygularını ulu orta yerlerde açık etme, etme ki zaafların bilenlerin olsun herkesler duymasın.
iyi ve topluma yararlı bir birey olma gayenden asla taviz verme, bir taşı yoldan kaldırdığında bir birey olduğunu unutma.
Ayaklarını sıcak tut hemen hasta oluyosun annen baban da yok yanında kendi kendinle durduk yere uğraşma.
insanları sev, saygını koru, vicdanını ve merhametini köreltme.
Sen iyi ki varsın. En azından kendin için.
çok şey öğrendin. neyin ne yapılması gerektiğini çok iyi biliyorsun. ama yapamadığın şu: hakkını hiçbir zaman savunamıyorsun. peygamber misin sen amk adamın senin arkandan konuştuğunu ve kuyunu kazdığını görüyorsun, ortaya çıkarırsan çok kötü zarar görecek diye susuyorsun. sonra içlenip içiyorsun kendine zarar veriyorsun.
ne benle ne de bensiz, bakıyorum, eşim ne benle yapabiliyor ne de bensiz. yokluğumu hissettirmiyorum. Patronuma bakıyorum bu kadar takışıyoruz ama hala çalışıyorum, bensiz yapamıyor. Bir adam düşünün sizi görünce domuz görmüş gibi olsun. suratını domuz gibi yapsın. Her olmayan işten mesul tutsun. ama sensiz de yapamasın. oğluma bakıyorum, o da öyle, ben yurt dışındayken ya da mesaideyken çok özler ama gelince yüzüme bakmaz.
Ne kastım amk. ne ek işler ne projeler olmadı. Ortağım vardı onun da ümidi bitti. O da benim yüzümden.
Şunun farkına varıyorum ki insanlar beni olmayan işlerinin günahını yüklemek için yanında tutuyorlar.
Böyle bir yaşam formu olmak istemezdim.
Beni geçirmeye yalnızlığım gelsin, ya dönülür ya dönülmez kimse üzülmesin.
Kimse üzülmez, bir annem vardı bana üzülebilecek, o da yok.
Böyle bazen ortada hiçbir sebep yokken takılmayacağım şeylere takılıyorum. Onları kendime sorun ediyorum. Sonra da deli gibi ağlamak istiyorum. Yalnız kalmak istiyorum. Ne oluyor sana the compass? Başka şeyler mi senin problemin de bu küçük şeylerin arkasına sığınıyorsun yoksa gerçekten gelgitlerin mi var? Neden bunu yapıyorsun. Hem kendini yoruyorsun hem çevrendekileri. Üstelik böyle yaparak üzüyorsun da. Yaptığım söylediğim davrandığım her şeyin farkındayım. Ben de istemezdim böyle bir insan olmayı. Değişmeye çalıştım. Bir dönem tüm duygularımı sıfırladım.sadece öfkem vardı içimde. Bu bana güç veriyordu. Ama bir gün sevgiyi tekrar hissettim ve yine o duygusallığım da kafaya takmalarım da önemsemelerim de geri geldi. Aslında normal olan bunlar ama bu dünya insanı için ne birini anlamaya ne kafaya takmaya ne de önemsemeye değer. O yüzden the compass senin dermanın yine sende. Belki de sadece ağlamak içini boşaltmak istedin. Her şeyi bu kadar düşünme. Bu kadar da önemseme. Nefes alıyorsan hala Yaradanın bir bildiği vardır. Her şey insanlar için. Hadi gel kendine.