bugün

entry'ler (18)

i ve got to see you again

kendine güvenli, inceden yalvarsa bile pişman olmayan sözler...tek başına norah ablayı pek bir yukarılara koyma nedeni.

milli kütüphane

ankara bahçelievlerde ikamet eden, isminin içerisinde çok derin manalar barındıran bir yurdum kütüphanesi. şimdi şuradan bir gezelim görelim yapalım;

http://www.mkutup.gov.tr/

çünkü asimetrik bilgiyle çevrelenmenizi istemiyorum a dostlar. misal bir arkadaşım bana milli kütüphane binasının eskiden hastane olarak inşa edildiğini anlatmış, morgun da yerini göstermişti. mamafih, aradım böyle birşey bulamadım, üstüne üstlük sırf kütüphane amacıyla inşaatının onyıllar sürdüğünü de gözlerime inanamadan takip ettim. o yüzden girin internet sitesine okuyun, öğrenin teknikıl bilgileri, resimlere bakın amacını taşıyorum. sosyal sorumluluk projesi dahilindeyim. ayrıca birazdan o arkadaşımı bulup hayal kırıklığına uğramış gözlerle; neden diye soracağım, neden duygularımla oynadın diye. söz.

evet elimizde öğrenilmişi var olarak kabul ederken sizi, sadece dedikodu yapmak amacı taşıdığımı da söylemek niyetindeyim.
ölüm iyiliği dedikleri bu olsa gerek. ki bir hafta içerisinde iki dolmuş kazası yaşamış, ve bunlardan birinde dolmuşun kapısını açtırtıp, insanlar ambulans beklerken vargücümle koşmuşluğum, bir taksiye atlamışlığım, sonrasında sınava yetişip kumsalda güneşleniyorum sakinliğiyle ingilizce çevirimi yapmışlığım var.
sawyer sawyer locke , yoksa...

var olsa olsa konu başlığımızla ilgili anlatacaklar olmalı. öncelikle bu başlığın ilk kısımını alıyorum, nedir canlar, milli.
fakat bu kütüphanenin milliden kastı, üniversite öğrencileri, memurlar,akademikler ve sizin de biraz önce okuduğunuz sitedeki bir iki statü daha.
diyelim ki ben bu statüler içerisinde değilim ama yandım tutuşuyorum bilgi bilgi diye, veyahut liseden mezun oldum öss ye çalışacağım okuma salonunda, yok biz milli kütüphaneyiz bizim misyon vizyonda yoksun cevabıyla karşılaşmak ibret verici değil hoş(?) ama boş bir ayrımcılık, sevmedim. e bunun cinsiyeti de var o da güzel bir ayrımcılıktır, yapsaydınız kuzum diyecektim ki, demedim, çünkü çok orjinal sosyal tespitlerime vesile oldu bu. e soru sormak önemli birşey tabi.

burası bir ev, bir memleket sanki, yani öyle bir sıcak... öyle ya da böyle kapıdan çevrilmeyip o yüce statülere sahip olduğunuz bilinciyle içeriye girip ders çalışmaya başladığınızda, hatta çok verimli olduğunu görüp bağımlısı olduğunuzda karşılacağınız bazı sosyal tespitlerim var; buyurunuz
1- sınavlarının nasıl geçtiğini, halini hatırını düzenli olarak soran danışma görevlileri,
2- ne zaman mola verip tuvalete gitseniz abdest alan birileri,
3- çalışma salonunda ders çalışırken, yanında getirdiği piknik sepetinden çıkardığı elmasını bıçağıyla özene bezene soyan, belli aralıklarla bu dilimleri yiyen sonra, misafircilik oynayıp ön sıradaki arkadaşlarına ikram eden bir ablalar,
4- yine çalışma salonunda, sallama çay demleyen, üçü bir arada kahve yapan bir abiler,
5- kantinde ezik ezik çay içer, sınav umutsuzluğuyla cebelleşirken, sen siyasalda mı okuyorsun diye masana oturabileceğini sanan bir sıfat bulunamayanlar...

son zamanlarda burayı bir grup daha keşfetti. o da çıtır çıtır çıtırdayan, güzel kızlarımız ve kıpır kıpır kıpırdayan, güzel çocuklarımız. e yeni nesil zeki geliyor, güzel geliyor dedik ve çıktı. bütün aradıkları statüler orada. bu kütüphane oluşturmuş öyle güzel bir karantina. seç beğen al. o kadar zekiler ki, sırt dekoltesi giyiyorlar bide , sıra sıra oturuluyor çünkü. geçen gün benim gözüm takıldı, naapsın çocuklar...

terim anlamıyla ilgileniyorsanız bu başlığın, mecaz ve yan anlamları ilgilendirmiyorsa sizi;eğer istediğiniz, sadece ders çalışmaksa; haftaiçi akşamları altı yediden sonra, ya da gündüz öğlene kadar uğrayınız derim ben, haftasonları ise hiç bulaşmayın. gerçekten hepiniz o amaçta olacaksınız çünkü. yazın püfür püfür esecek, kışın sımsıcacık olacak, mola verdiğinizde sigara dumansız harika bir manzaraya sahip olacaksınız, sessiz olacak, ve herkesin amacı aynı olacak. hayatımızın vazgeçilmez parçası, sınav. o yüzden anlayacaklar yüzünüzden. çalışmanız için ellerinden gelecekleri yapacaklar.
bilimsel araştırma ve ödevleriniz için her daim gidebilirsiniz, çünkü orası sanırım sadece olması gerekene göre çalışan tek yer. ama kitaplara dokunamıyorsunuz ararken. o duygusu eksik. kapalı raf sistemi.

yılbaşı

ilkokul dergilerinde yeniyıl ünitesine gelindiğinde;gireceğimiz yılın akça pakça, bezlenmiş bir bebekle bitirdiğimiz yılın ise bastonlu sakallı yaşlı bir dedeyle resimlendirildiği hergün olduğu gibi sıradan bir 00:00. nasıl de "piss, gıcık" triplerine girerdik "aha aha öleceksin işte, git kaybol" derdik o dedeye, dünyanın arkasına doğru zorla yürürken.bir daha ki sene o tatlı bebeğe de aynı oyunu oynayacağımızı anlamadan, hayatın bize aynı oyunu oynadığından habersiz...yılbaşı; asla güzel birşey değil.

gözlerinin hapsindeyim

kayahan verimliliğinin estetik ürünler yaratabildiği dönemden * tatlı şarkı. o dönemler demet sağıroğlunun rahatlatıcı sesini de arkalardan biyerlerden kayahandan küçük ama vokalden büyük * bir şekilde duyar; dinlenirdik. bir de zamanında bu parçayla şu taptığımız eurovisiona katılmış, 17. olmuşuz.

ideal erkek

susam sokağının hakan abisidir.
bakışlarındaki şevkat *, hareketlerindeki utangaçlık, hal ve tavırlarındaki samimiyet ve çocuksuluk, hala kendi jenerasyonum bilinçaltında akıllara ziyan bir bölgeyi ele geçirmiştir...
aynı saatler içerisinde yayınlanan he-man i izleyen gruptadır iktidar, yakışıklılık, güç, para, hırs gibi özellikleri ideal olarak belirleyenler...

gel ey seher

bazı dokunuşlar vardır notalara, karşı tarafa geçtiğinde o hislere bürünsün de her bir ruh için ayrı masallar oluştursun isteğinde değildir, kendini anlatma amacındadır ve bundada katıdır. hatta bazen uğraşırsınız didinirsiniz ya, bu sefer de sözler izin vermez bencilliğinize;
"ne anlatıyorum ben yavru" edasıyla alır sizi başrol oyunculuğundan, dinleyici yapar masalına; yalnızca...
muhteşem yaylı aranjesi,iki kusursuz yorum...
gelse dedirten...

al elvan boya yoksa bu deniz uçar
karanlık bir gece deniz kaçar...

have you ever really loved a woman

bir kürşat başar - başucumda müzik vak'asıyla karşı karşıyayız sanırsam. hayır madem yeryüzünde kadın ruhunu çözmüş olarak salınıyorsunuz neden bunu insanlara aktarıyosunuz kardeşim,hatunlar ilişkilerinden soğusunlar diye mi, hemcinslerinize yapılır mı bu, onlar direniyolar bakın hepbir nasıl daha 2+2=4 oluruz diye?

sinirliyim ben.

historia de un amor

ana gabriel ve julio iglesias tarafından yorumlanmışı, elektronik seslerden yoksunluğuyla, ayrı bir güzelliğe sahip, carlos almaran bestesi, fena bişe.

bide tangodur o. dans ederken unutturur tekniği filan, kaptırır gider...

insan kaynakları

şimdik; üç tane beyefendi düşünelim. kendilerinin belirlenmiş bir iş pozisyonuyla alakalı olarak formasyon, mesleki beceri, tecrübe, performans ve dahi bütün bıdı bıdıları aşağı yukarı eşit olsun. ancak ve ancak bu yurdum insanlarının birisinin bacakları yok, diğeri aşırı kilolu ve üçüncüsü de normal boyutlara sahip bir filinta. başvurdukları iş pozisyonu da fiziksel herhangi bir gereksinim taşımayanından, beyin kullanma becerisi talep ediyor...

elimizde bir de çalıştığı yıl ile doğru orantılı olarak yükselen ayakkabı topuklarına sahip insan kaynakları uzmanımız var, ki kendisinin şu anda sahip olduğu topuk uzunluğu yedi cm dir.

işte yukarıdaki durum sonucunda bir şeçim içerisinde bulunması gereken teyze görünümlü ablamızın beyni hata raporu verince devreye girebilen bir sistemimiz var ve diyesi odur ki;
işbu örneklem içerisinde, ileriye dönük olarak aktif bir şekilde çalışabilecek, gerekirse yönetici pozisyonuna getirilip diğer plaza insanlarıyla, "ah evet hepimiz yakışıklı hepimiz güzel, hepimiz zeki ve hepimiz zenginiz" zümresi içerisine girebilecek kişiler bu pozisyon içerisine dahil edilir.

bencileyin, insanların kesinkes kaynaklarıyla değil de her konuda olduğu gibi kaymak kısımıyla ilgilenen bu alanın, doğuştan getirilen "yaşama hakkı" ile ilgili pek bir bilgisi olmayışı ne kadar da büyük bir ironidir.

siyaset

kendisiyle yüzleşme cesaretini bulamadığımız, yurdum insanının aslında pek haberdar olmadığı, özel bir ilgisinin de bulunmadığı, sadece ve sadece -mış gibi yaptığı, yoksa yaptırıldığı mı; nasıl ki* kendi insanını bu hale getiren güruhun, yüzlerindeki alaycı gülümseyişimsilerle makamlarında arkalarına yaslanıp sigaralarını yakmalarına sebebiyet veren terim.

türkçe ezan

demokrat parti iktidarı öncesinde okunuyor olan namaza çağrı.

siyah beyaz

"ya hep ya hiç" ilkesiyle birebir örtüşen renk olarak tanımlanamayan,yanyana gelince müthiş bir uyumu içerisinde barındıran yegane estetik.

kadın erkek eşitliği

uluslararası antlaşmalar, hukuk kuralları gibi toplumu düzenleyici somut yaptırım unsurları haricinde yaratılışından beri kadın ve erkeğin eşit olduğunu düşünmüyorum.öyle ki evrenin en akıllı, en güzel, en masum, en duygusal, en estetik, en narin, en lirik ve de en ince varlığı en nihayetinde erkekler için yaratılmamış mıdır?
bizler bir erkekten hoşlanıyoruz , bir erkeği seviyoruz veya bir erkeğe aşık oluyoruz işte her neyse nitekim erkeklerse "kadın" varlığına. bir sanat eserine...ve işte bu yüzden en güzel şiirler kadınlara yazılır, en güzel tablolarda hep kadınlar vardır ve en güzel aşk şarkıları da yine kadınlar için yazılmış olanlardır.
eşitlik bunun neresinde biri anlatabilir mi bana?

beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın

timur selçuk'un babamın şarkıları adlı albümünde bulunan dinlenesi şarkı.

when nietzsche wept

irvin yalom'un felsefeyi, roman kurgusunu ve edebiyatı aynı kitap içerisinde nasıl bu kadar ustaca yoğurabildiğine şaşırdığım okunası eserdir. şöyle ki; bazen kitapta öyle tarif edilemez, kalite kokan düşünceler, cümleler okuyordum ki kendimi "keşke şimdi okumasaydım tüh güzelim cümleyi okudum bitti yaaa" gibi ilginç sanrılarla boğuşurken bulabiliyordum. yalnız bu kitaptan sonra irvin yalomun diğer kitaplarını da okumak için koşturabilirsiniz, doğaldır. ancak ve ancak hiçbiri aynı lezzeti vermeyecek "nasıl yani ya?" sorusuyla sizleri başbaşa bırakacaktır.

çokomel

çocukken elimizdeki bozuk paralarla alınabilecek eğlenceli bir lezzetti. yıllar geçti biz biskremlerle tobleronlarla takılır olduk, çokomeli unuttuk. nasıl ki bir iki ay kadar önce bi marketin rafında gördüm ve aldım. eve koştum, hepsini ağzıma attım ve deli gibi üçünü de yedim. o iştahla yerken baktığım aynada çocukkenki gülüşümü gördüm dişlerim o kalitesiz çikolatasının yapışmasından mütevvellit yer yer siyahtı, bir çikolata canavarı halime bu sefer daha da güldüm. eğlendim mutlu oldum eskisi gibi, üzerimize yapışan 20 yaş genç kız öğretilmiş davranış kurallarından sıyrıldım...ve tabii ki artık beni kimse tutamazdı nutella da neydi, damak lezzet miydi hıh düşüncelerimle artık okul dönüşü çikolata kek alışverişinde çokomel best seller rafına oturdu. ancak bulmak çok kolay olmuyordu, genellikle ismini hatırlıyor herkes ama yok artık üretilmiyor bizde bunlar var gibi cümlelerle kişiler beni başbaşa bırakıyordu. ablam her iş dönüşü artık çokomel de aramak zorunda kalıyordu, ben artık diğer sağlıksız besinler kategorisindeki rakiplerinden tatmin olmuyordum. taa ki bugüne kadar... bugün markete girdiğimde gözlerim yine herzamanki gibi sakız şeker reyonunda çokomeli ararken ben garip bir hede gördüm. büyük bir kutuydu ve üzerinde çokomel yazıyordu...ve evet dualarım kabul olmuş çokomel karton pakette içerisinde 9 tane pufidik olan şekliyle de üretmeye başlamıştı. eyy yüce rabbülalemin sen büyüksün biz küçük dedim ve eve kadar dişlerim kamaşa kamaşa geldim. ve şimdi önümde çokomelin kutusu bomboş duruyor.biliyorum bugün midem bozulacak ama mutluyum. evet...

seni seviyorum

günümüz ilişkilerinde s.s. den başka bir şey değildir. evet bu kadar basittir. ben seni 'bir mesajın dört karakteri kadar seviyorum' dur. küçücük bir kağıt parçasına yazacak kadar değer vermiyorumdur, arayıp söyleyebilecek kadar yüzüm yoktur, ayrı bir mesaja şöyle güzelinden 'seni seviyorum' u tuşlayacak iki kontür bile etmiyosundur. iki s arasına nokta koydum bunu unutmayasın karşılığını istiyorumdur. bunun bir üst levelı s.ç.s. (bkz: seni çok seviyorum) 'dur. bir de bunun sosyal ilişkilerimizde kullanılan bencil saçma ve gereksiz versiyonu vardır o da k.i.b (bkz: kendine iyi bak) 'dır.

ankara

ankara, dokunsan ağlamaktır;
yapılması gereken çokça işi * bir güne sığdırmış koşuştururken, cüzdanındaki bozuk paraların çanta ağırlığına bile etki ettiği farkedilip, ilk fırsatta bu bozuklukları bütünletmek amacıyla yaklaşılan büfenin, konuşmaya dahi tenezzül etmeden, kaşlarını kaldırıp kafasıyla "hadi git" işareti yapmasından sonra, ellerinde onlarca bozuk parayla, aklında "ama bu onların işine yarayan birşey değil miydi?" sorusuyla, kızılayın göbeğinde kalakalmışlığın yarattığı ait olmama duygusudur beni ankarayı betimlemeye iten. * * * *
eğer ankaraya, belki saflıklarıyla ünlü insanlarıyla tanınan, ama mutlaka neşe, içtenlik ve samimiyet bir de balık kokan bir şehirden geldiyseniz, kendinizi buraya ait hissetmeniz ne kadar da zor. dalgalarla iki yaşınızdayken tanışıp denize bile güvenebildiyseniz oralarda, patates ve yumurta ikilisine karıştırdığınız toprakla iğrenç evcilikler oynayabilme şansınız olduysa, para bütünletmek için gittiğiniz bakkal amcanız tarafından üzerine bir de plastik fanuslardan içi kremalı gofretle ödüllendirildiyseniz, ankara sizin için sadece dokunsan ağlama, boğazda düğümdür...

ankara, ayağın takılmasıdır;
bu şehir babasının yemek yerken konuştuğu iki kelimeyi duyup aydın(?) olan gençlere sahipse, güzel konuşmayı-yazmayı ya osmanlıca ya da öztürkçe sözlükle olan dostluğuyla doğru orantılı sanıyorsa, metroda cama yansıyan görüntüden kesiyorlarsa insanları birbirlerini, ve yine bu insanlar gözlerini kaçırarak konuşmayı çok iyi beceriyorlarsa, marjinalliği dövmene, saçlarındaki kızıllık oranına, dinlediğin placebo radiohead şarkı sıklığına göre alınan bir hediye olarak içselleştirmişse, mezunları hakkında yapacağın ödeve, kendi okulunun mezunlar derneğiyse izin vermeyen ,yürüyüşleri konuşmaları bakışları bile robotlaşmışsa insanlarının, yüzlerinde en ufak bir duygu görebilmek içinden yalvarıp, her seferinde daha dikkatli bakıyorsan gözlerine, ellerinde sigarayla yolda yürüyen kızlarsa ankaraya ait olanlar koskocaman bir hayal kırıklığıdır ankara. ayağın takılmasıdır, tökezlemektir...

ama düşmemektir ankara;
o soru işaretleriyle eve gelirken, ekmek almak için girdiğin markette bozuk paralarla boğuştuğunu gören "bakkal amca"nın *"ablacım izin verirsen onları bütünleyeyim mi hem benim de ihtiyacım var da" demesiyle sarsılan bünyede oluşan gülümseyiştir ankara. bülent ortaçgilin kulağına şarkı fısıldamasıdır, genco erkalın saatlerce tek başına orda oraya zıplayarak nazımı anlatmasıdır ankara. dans edebilmektir ankara. baba öpücüğü olmasa da, yanından her geçişinde, hazrola geçip;
"atam sen rahat uyu, yolcusuyuz biz hürriyetin,
atam sen rahat uyu, bekçisiyiz cumhuriyetin."
şarkısını söyleyip, yanın yörendekileri bezdirmeye sebep olan anıtkabirin verdiği huzur ve güven duygusuyla uykuya dalmaktır. * * * *

ankara; büyümektir...