bugün

entry'ler (171)

ankara denince akla gelen 3 şey

barış bıçakçı romanları
karanfil sokak
yalnız başına dolaşan sessiz erkek ve kadınlar

anıtkabir hiç değil.

erkeğin sevgilisinden ayrılırken alnından öpmesi

ataerkil kodlardan ileri gelen bir durumdur bana göre. bir tür sahiplenme, içerme ve kendini üstte gösterme çabası saklıdır bu harekette. erkekler her ne kadar saf duygularla yapsalar da çoğu kez, artık rutine bağlanmıştır. eğer cinsiyetçi kodlarla açıklanamayacak olsaydı kadının da erkeği alnından öpmesi beklenirdi. ama erkekler bunu kabul ederler mi? çok tuhaf kaçacağı aşikâr.

kafka labirenti

edebiyatın sadece edebiyat olmadığını, ona inanan insanların daha büyük ve değerli bir topluluğun üyesi olduğunu leylâ erbil iletisiyle göstermiş yazar. bir gün gerçekten leyla erbil vapurunda buluşabilmeyi diliyorum kendisiyle.

leyla erbil

en son mesele dergisi kendisini kapak yapmıştı. ama öyle ki ilerleyen hastalığı nedeniyle sorulara bizzat yanıt vermektense mail üzerinden cevaplamayı istemişti. her ölüm erkendir, der cemal süreya. leyla erbil de ne olursa olsun erkenden ayrıldı bu dünyadan. ölümünü duyduktan sonra gidip bir beşiktaş vapuruna atladım. boğazda salınan vapurlar üstüne yazılmış belki de tek öykü onunkidir. şirket-i hayriye'nin doğrudan doğruya öykünün merkezine yerleştiği ilk öykü: vapur. belki bir umut öyküde babasını beşiktaş sahilinde bekleyen kız gibi leyla erbil'i de orada iskelede görürüm düşüncesiyle bindim vapura.

keşke görebilseydim. keşke o beton yığınlarının, iğrenç otel binasının ve polislerin yerinde o olsaydı. ona yer kalsaydı. istanbul kendisine değer katan yazarlarını bütün gövdesini açsaydı. ama olmadı. bu gidişle de olmayacak.

vefatının ardından ahmed arif'in şiirlerinin çoğunu ona yazdığı haberi üzüntümü daha da katmerli hale getirdi. onca zamandır dillere düşen güzelim dizelerin bu tuhaf kadına yazıldığı bilgisi bende başka kederlere yol açtı.

vefalı bir belediyecinin leyla erbil'i hatırlamasını diliyorum. adını vapurlardan birine vermek bence ruhunu okşayacak en güzel hareket olacaktır.

namı diğer zenime hanım'ın okuruna bıraktığı çok şey var.

başka birinin kelimelerle sizi tarif etmesi

insanın ete kemiğe büründürülmesidir deyim yerindeyse. şiirlerle, müzikle, fırçayla, dansla her neyle olursa olsun bir tür yaratma işidir bu. insanın edindiği yahut ona bahşedilmiş ve muamması halen giderilememiş bir oyundur, büyüdür belki de.
karşıdaki tarafından kurulan cümlelerin muhatabında esriklik yaratması da bu etkiden kaynaklanır.

chp ye iktidar olabilmesi için tüyolar

hiçbir zaman iktidar olamayacağını fark etmesi ilk adım olabilir. zira böylesi bir bilinç chp'de ciddi kırılmalar yaratır ve hemen değilse bile kuşaklar sonra iktidarı görmesine yol açabilir.

edit: bu entrideki oksimoronu chp hakkında konuşmanın zorluğuna verin siz.

the newsroom

son bölümünde amerika'daki seçim yarışının içeriden bir sunumunu görme şansımız oldu. olayları izlerken amerika'nın uzaktan neden bir imparatorluk gibi göründüğünü de anlayabiliyorsunuz. bizdeki seçim propagandaları henüz iç sorunların fasit dairesinden kurtulabilmiş değil maalesef. amerikalı başkan adaylarının hemen her konuda bir fikrinin olması gerektiği elbette can sıkıcı ama en azından imparatorluk imgesinin altındaki işaretleri vermesi açısından oldukça önemli.

elbette gazetecilik adına kimi hayati meselelere edilen temas da cabası. kapitalizmin göbeğinden de konuşsanız belirli standartları yakalamak gerçekten de elzem. dizinin gidişatı türkiye'nin vaziyetiyle birlikte okunduğunda bazı güncel vakalar daha iyi görünecektir hiç şüphesiz.

ismet özel

şiiri bıraktığını açıklamış. nedense duyunca ince bir sızı hissettim içimde. erbain'in, bir yusuf masalı'nın şairinin son şiirlerinde girdiği yolu zaten garipsemiştim; ismet özel'i kendisi yapan şiirler değildi bunlar. türk şiirinde kimi dönemlerde beliren bazı aksiyonların bir benzeriydi sanki. bunu genç şairler yapsa alkışlardık; ancak pir bir şairden gelince şaşakaldık doğrusu. elbette şiir bir dönüşüm sürecidir; ne var ki ismet özel'inki dönüşümden de öte bir şeyi işaret ediyor. şu anda bunu çok fazla tanımlayamayacağım ama gelecek zamanın sarih gözleri sözünü ettiğim işaretlerden çok şey çıkaracak, eminim.

bununla birlikte, kendisinin siyaseten daha makul bir noktaya gelmesini umuyorum. zira şiirlerindeki güçlü "ben" sesinin açığa çıkardığı enerjinin oradaki yansımaları çok başka olur. okur ben sesinden etkilenir, esrikleşir adeta. ama siyasette bunun sonuçları hazindir genellikle.

21 şubat 2013 fenerbahçe bate borisov maçı

emre'siz bir fenerbahçe şimdilik turu atlasa da ilerisi için pek iyi işaretler vermiyor. bu maçın en kaba özeti bu. orta saha işliyor işlemesine ama canlılık ve verimlilikten yoksun olarak işliyor maalesef.
hem emre'yi, hem de alex'i birden gözden çıkartanlar trabzon maçıyla şu maçı karşılaştırınca ne düşünüyorlar acaba?

emre'li fenerbahçe avrupa'da finali zorlardı ama şimdi iş biraz şansa bağlı sanki.

türkiye de neden felsefeci yetişmiyor

dildeki karman çorman ortam birinci etken. zira; bir tarafta öztürkçeye abanan felsefeciler varsa, diğer tarafta osmanlıca terminolojiye yüklenenler var. ikisinin bileşimini hiç konuşmuyorum bile. tanzimat dönemindeki tartışmalara bakılırsa, bugünkünden çok daha hararetli bir felsefi ortam olduğu görülür. o dönem entelijansiyenin kullandığı dilde bir birlik de söz konusuydu zaten. kimi bakımlardan güdük kaldı o tartışmalar ama sonrasında cumhuriyetin kurulmasına kadar olan yolu açtı.

ikinci etken ise batı-merkezlilikle, doğu-merkezlilik arasında salınmak. sanki ikisinden birini seçmek zorundaymışız gibi davranılıyor. oysa türkiye'nin konumu iki dünyaya da açılmayı sağlayacak imkânlara sahip. bizde ya aşırı bir batı sevgisi görülüyor ya da bu batıyı alt etmeye dönük bir doğulu mağrurluk sergileniyor.

bunlar dışında türkiye'de siyasetin çok üst bir konumda algılanması da bir etken sanırım. tabii politika anlamında olan siyaset daha çok revaçta olan. toplumun kalburüstü kesimleri entelektüel üretim yapmaktansa, genellikle gündelik çıkar oyunlarını tercih ediyor. bunun için de felsefeye gerek yok zaten. hatta felsefeden hepten vazgeçmek bu aşamada birinci şart haline geliyor.

nihayet devletin düşünceye verdiği öneme geliyor sıra. her şey de burada düğümleniyor. düşünmenin lüks olduğu bir memlekette doğal olarak felsefe de gelişemiyor.

melih cevdet anday

son sansür olayı da gösteriyor ki; türkiye'nin en has sanatçıları muktedirlerin rahatını kaçırmaya devam ediyor. sansürlenen şiirlerin yarattığı hale bugün maruz kaldıkları şiddeti öngörmüş adeta.

berfo ana

12 eylül davasında kenan evren ve çetesi gelmemek için kırk takla atarken, berfo ana bütün yüreğini ortaya koyarak hakikat arayışını herkese haykırmıştı. o yaşına ve onca hastalığına rağmen oğlunun ve daha nice faili meçhulun ruhlarını serinletmek için yollara düşmüştü. galatasaray meydanı türkiye'nin sahici tarihinin yazıldığı yerse, berfo ana o tarihin bizatihi tanıklığını ve yazıcılığını yaptı.

sadece kürt analarının değil, türkiye'deki bütün halkların sözcülüğüydü yaptığı. barışa giden yolun hakikatin açığa çıkmasından geçtiğini bilecek kadar cesurdu. devlet eliyle hiçliğe bırakılan bedenlerin sembolü oğlu cemil kırbayır'a bu dünyada kavuşamadı, dileyelim ve umalım ki gittiği yer o buluşmanın adresi olsun.

dünyada eşitlenemeyen bedenleri ölümde eşitlensin hiç değilse.

engin ardıç tan sırrı süreyya önder e asrın ayarı

sayesinde engin ardıç gibi bir insan sürçmesinin varlığını öğrendiğim ayar yalanıdır. yazısına bakılırsa bugüne kadar tanımamakla da hiçbir şey kaçırmadığım çok açık biçimde ortada. sanki cephede savaşıyor yahu, kullandığı dile bak! eskiden askerin ağzına bakarlardı, şimdi de erdoğan'a bakıyorlar. el pençe divan durumu devam ediyor. tek aslan kesildikleri alansa kürt meselesi oluyor bu kulların. benim de arkamda 32 kısım tekmili birden devlet olsa ben de ardıç gibi öterdim herhalde. ama öterken sağı solu incitmemek için de kıvırır da kıvırırdım. türk gazeteciliğinin belli bir eğilimi bu ne yazık ki.

bdp lilere saldıran sinoplular

adamakıllı konuşmaya, muhabbet etmeye gelen insanlara karşı iğrenç iştiyaklar sergileyen güruhtur. ki bunun sinoplulukla filan alakası yoktur. devlet bahçeli ya da herhangi bir milliyetçi lider diyarbakır'a geldiğinde acaba arabası parçalanır, bulunduğu bina yağmalanmaya çalışılır mıydı? kürt hareketiyle ağzı kanlanmış milliyetçi histerinin farkı da bu zaten. kürtlerin içinde de şiddet arzulayanlar olabilir ama bu hiçbir zaman göz göre göre bir lince yol açmaz.

pkk istemiyoruz diye bağıranların gözden kaçırdıkları ya da kabul edemedikleri bir gerçek var: o da kürt siyasetinin artık önüne geçilemeyecek denli büyüdüğüdür. bu niteliksiz ağızlar 100 yıl önce de rumlara ve ermenilere karşı konumlandırmışlardı kendilerini. türk milliyetçiliği geride kalmanın endişesiyle bölünmüş olarak ortaya çıkmıştı. aynı ekip şimdi kürtlere bakarak üretiyor kendini. ama unuttukları şey artık kürtlerin onlara bakacak zamanlarının olmayışıdır.

birgül oğuz

metis yayınlarından çıkan "hah" isimli kitabın yazarı.

ilk kitap olmanın hem tam, hem de eksik yanları olur her zaman. tamdır; çünkü o güne kadarki en kıyak sözlerin bileşkesidir, öte yandan eksiktir; çünkü daha söylenecek çok şey vardır. çoktan dünya dediğimiz büyük anlatının içinde herhangi bir anlatıya dönüşülmüştür.

"hah" bu ikisinin bilinciyle ortaya çıkıyor bana göre. yeni olmanın telaşını ve endişesini saklayarak edebiyat dünyasına adımını atıyor. dilin bu denli kesitsel ve kırık dökük oluşunun altında da bu bilgi yatıyor sanki. bir ülkenin en acılı dönemlerinden birinin, 80'lerin şiddet sarmalının bugündeki yansımaları hah'ı yaratıyor. gündelik hayattaki şiddet yazının şiddetine tevarüs ediyor.

birgül oğuz ilk kitabın zorluğundan yeni kitaplar yapacak, bu çok açık.

arap baharı

ciddi biçimde oryantalist tınılar içeren bir kullanımdır. "arap ayaklanmaları" dense idi daha etkili sonuçlar doğurması muhtemeldi bence.
üstelik "arap ayaklanmaları" tabiri bile yetersiz kalabilir yaşananları anlatmakta. zira ekseriyeti araplardan oluşmakla birlikte ayaklanmalara katılan nice etnisite vardır. arap baharı kullanımıyla onların tarih yapmadaki etkisi de gözden kaçırılmış oluyor böylece.

kısacası ne isim verilirse verilsin yarım kalacak ve ciddi sorunlar yaratacak bir potansiyele sahip bu olaylar. zincirlerinden boşanırken bile batılı söylemlerin ağına yakalanıyor ortadoğu maalesef.

edward said'in önerdiği gibi hegemonik olmayan bir dilin inşasına nasıl başlanacak acaba? garbiyatçılık mı tek olası yanıt?

aziz yıldırım

geçmişte başkanlığı bıraktığı dönemlerde bu taraftar peşini bırakmamış, ne yapmış, ne etmiş gene geri getirmişti kendisini. ancak şimdiki süreç iyice kabak tadı vermeye başladı. bu gidişle taraftar arasında ciddi bölünmeler yaşanabilir.
doğru veya yanlış şike süreci aziz yıldırım'ın başkanlığına halel getirmiştir. son olaylar tam tuz biber oldu. öte yandan kulüp içinde aziz yıldırım karşıtı gizli bir hizip olduğu da aşikar. bunların çalışmaları da en az aziz yıldırım'ınkiler kadar zarar veriyor takıma.

aziz yıldırım'ın en mantıklı hareketi ceketini asmak olacaktır şu aşamada. galatasaray almış başını gidiyor. fenerbahçe'nin de daha şeffaf bir anlayışa bürünerek sportif ve yönetimsel süreçlerinde değişikliğe gitmesi zaruri artık.

vicdani ret

anti-militarizmle birleşince anlamlı hale gelen insan hakkıdır. zira tek başına askerliği reddetmek, toplumsal hayattaki hiyerarşi ve disiplin ilişkilerinin muazzam karmaşıklığını gözden kaçırabilir.

albert camus yü varoluşçu sanmak

dünyayı ve genel anlamda dış gerçekliği mutlak veri olmaktan çıkarmak anlamında varoluşçu, ama bununla kalmayıp sonunda kendisini de gözden çıkarmak anlamında ise absürdisttir camus.

bu anlamda hem sartre'a, hem de kierkegaard'a yaklaşan özelliklere sahiptir.

masa da masaymış ha

milli eğitim bakanlığının okuttuğu türk edebiyatı kitabında,

"Bir bira içmek istiyordu kaç gündür
Masaya biranın dökülüşünü koydu”

isimli kısmının sansürlendiği iddia ediliyor. artık gerçekten gına geldi yahu. kitabı hazırlayanları geçtim, bunu denetleyen talim terbiye kurulu uyuyor herhalde. ya cidden cahiller ya da resmen bir tezgah var bu tarz dizelere karşı.

(bkz: http://t24.com.tr/haber/l...-siiri-sansurlendi/223521)