bugün

marie antoinette

esasen acınılası kader kurbanı bir kadın galiba. ahmet altan'ın onunla ilgili etkileyici bir yazısı var okuduğum. buyurun. *
insan, geniş bir toprak gibi, içine atılan tohumun ne olduğunu, ne zaman hasat vereceğini bilemez. içimizde taşıdıklarımız bize bile sırdır.

bazı tohumlar, sahibine bile sezdirmeden, hiçbir filiz vermeden toprağın derinlerinde kabuğunu bir gün dahi çatlatmadan yaşar, gün yüzüne çıkmadan sahibiyle birlikte ölür.

bazen de, uygun mevsim, uygun iklim, uygun yağmurlar çıkar ortaya, tohum canlanır, filizlenir, toprağı yarıp büyür ve birdenbire o güne kadar tanıdığımızı sandığımız insan bambaşka biri haline gelir.

kendisini bile şaşırtacak işler yapar.

belki de hepimizin içinde, bizi olduğumuzdan daha iyi ya da olduğumuzdan daha kötü yapacak tohumlar vardır.

bunu "uygun" bir iklimle karşılaşana kadar bilemeyiz.

tarih, genellikle kendi olağanüstü kaderlerini oluşturan olağanüstü insanlarla örülmüştür, öyle biri "farkında olmadan kendine olağanüstü bir yazgı arar; kahramanca ya da tehlikeli yaşamak, onun olağanüstü boyuttaki doğasına uyar, içinde varolan devasa iddiasıyla dünyaya meydan okur."

bir de tarihin çok karmaşık, fırtınalı günlerinde, içindeki "tohumun çatlamasıyla" kişilik değiştirip bambaşka bir insan olarak hayatın önüne çıkanlar vardır.

bunların en ilginçlerinden biri herhalde fransız devriminde başı giyotinle kesilen marie antoinette dir.

öldüğünde otuz sekiz yaşındaydı.

avusturya-macaristan imparatorluğu nun kraliçesi maria-theresia nın kızı, habsburg hanedanının prensesi olarak doğmuştu.

neşeli, çekici ama avare bir çocuktu.

daha on iki yaşındayken "siyasi nedenlerle" fransız sarayına gelin gönderilmesine karar verilmişti.

ama bu kararla birlikte "müstakbel fransa kraliçesinin" ne almancayı ne fransızcayı doğru dürüst konuşamadığı, en büyük müzisyenlerden ders almasına rağmen piyano çalmayı beceremediği, her konuda bilgilerinin çok sığ olduğu "dehşetle" fark edildi.

ne o yıllarda ne de daha sonra fransa sarayında kraliçe olarak yaşadığı acıklı günlerde bu habsburglu prensesi tarihin önemli simaları arasına katacak olağanüstü bir özelliği görülüyordu.

onunla ilgili en güzel kitabı yazmış stefan zweig in dediği gibi, o "hiçbir zaman iyide ya da kötüde orta kararlılıktan ayrılmamıştır: yavan bir ruh, vasat bir karakter ve tarih açısından bakıldığında başlangıçta yalnızca bir figüran."

her şeyiyle, evliliklerinin ilk yıllarında iktidarsız olan kocası, daha sonra kocasının iyileşmesiyle birlikte doğurduğu çocukları, açık bir sır olarak bir kontla yaşadığı aşkı, saray eğlenceleri, dedikodularıyla marie, tarihin kalabalığı arasında kaybolup gidecek ve belki bir daha da asla hatırlanmayacak bir kadındı.

eğer fransız devrimi onun bu sıradan kraliçe yaşamına bir şahmerdan gibi vurup parçalamasaydı, marie antoinette bile aslında nasıl biri olduğunu bilemeyecekti, çünkü "vasat bir insanın talihinin ya da talihsizliğinin bir parçası da, kendi kendisiyle boy ölçüşme gibi bir zorunluluğu kendiliğinden hissetmemesi, kendini sorgulamaya merak duymamasıdır" ve o "vasat" insan bir kraliçe bile olsa kendi sınırlarını zorlamaya cesaret edemez.

ama onu bir sarayda dünyaya getirip, bir sarayda yaşatan, soylulukla, zenginlikle, iktidarla, eğlenceyle şımartan kader, ona öylesine trajik bir son hazırlamıştı ki, hayatının son dönemlerinde yaşadığı acılar ruhundaki "tohumu" çatlatmış, onu ölümle sınayarak "olağanüstülerin" arasına katmıştı.

antoinette de bunu hissetmiş, "insan ancak felakete uğradığında biliyor kendinin gerçekten ne olduğunu" demişti.

tarihi, biliyorsunuz, galipler yazar.