bugün

1789 fransız ihtilali öncesi kraliçe olan kadın.
fransız ihtilali sonrası giyotinle idam edilen kraliçe.
hiçbir zaman söylemediği malum söz, üzerine yapışan fransız kraliçesi. asıl trajikomik olan ise o dönemde saray ahalisi halktan o kadar kopuktu ki halk ile kraliçe arasında dolaylı da olsa bir diyaloğun geçmesi imkansızdı. yani halkın ne derece fakir ya da aç olduğu hakkında marie antoinette'in en ufak bir fikri bile yok idi.
aslinda avusturya'li olan, iliskileri duzeltmek amaciyla sumsuk veliaht 16. louis ile evlendirilen ve sonrasinda kralice olan; ekmek-pasta muhabbetine hic girmemis fransiz kralicesi.
avusturya prensesi iken 16. louis ile evlenerek fransa kraliçesi ünvanını alandır. 1755 - 1793 tarihleri arasında yaşamıştır.
baleye düşkündü, fransız saraylarında bale okulları açılmasında büyük rol oynamıştır. sürekli balolar ve resepsiyonlar düzenlerdi. bir halk görüşünde, açlıktan kıvranan bir adamın, ' ne olur yardım edin, çok açım, günlerdir bir şey yemedim ' sözleri kendisine ulaşınca, tarihi değiştiren o meşhur sözü söylemiştir: ' ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler '
bu sözlerin sonrası, özgürlük kavramının dünya üstündeki esir milletlere yayılmasını ve onlara etki etmesini sağlayan, 14 temmuz 1789 tarihli fransız ihtilali' dir. sonucunda demokrasi hareketi sarmıştır fransa' yı; antoinette ise bastille hapisanesine götürülmüştür. takdir edilesi yanı, mahkumiyeti boyunca gerçek bir hanımefendi tavrını takınması ve hayatını sona erdirecek giyotine başı dik gitmesidir.
sofia coppola'nın son filmi. *
bir fransız kralıyla evlendirilmiş diğer bir avusturya prensesi. avusturyalıların zaafı varmış heralde fransızlara. rivayete gore wolfgang amadeus mozart beş yaşındayken bu hanıma evlenme teklif etmis.
esas patlamayı ise ekmek bulamıyorsa pasta yesinler lafı ile yapmıştır. tabi bunun uzerine halk fransız ihtilalinde ilk kendisini kesmiştir. yanlış anlaşılmaya kurban gitti sanırım.
fransa prensesi avusturyalı marie nin hayatını anlatan film.1870 lerde geçen filmde son model soundtracklerin bulunması ne alaka dedirticek türden olsa da o yıllara günümüzden bi bakış getirmek amacıyla kullanılmış olabileceğini düşündürtmedi değil.sıradanlığın içinde biraz sıradışılığı anlatan daha çok dişi filmi.
tek kötü yanı soundtracki olan güzel film.
hayatını lükse adayan , yemek içmek boşaltım yapmak ve sevişmek dışında hiçbir halt etmeyen ekmek bulamazlarsa pasta yesinler diyerek fransız ihtilali^ne davetiye çıkaran , geçen sene kirsten dunst^un başarıyla canlandırdığı o dönemin bütün ayrıntılarıyla anlatıldığı bir film..

özellikle kıyafetler ve pastalar harika.
Soffia Coppola'nın Marie Antoinette'nin hayatını farklı bir bakış ile anlattığı, 2007 Nisan ayında Türkiye'de film festivali ile gösterime giren, benzeri dönem filmleri ile yakından uzaktan ilişkisi olmayan, türünün güzel örneklerindendir. Marie rolünde Kirsten Dunst oynamaktadır. *
1793 yılında henüz 38 yaşındayken idam edilmiş fransa kraliçesi. idamı sırasında yanlışlıkla cellatın ayağına bastığı ve "pardon mösyö" dediği rivayet edilir.
meşhur
"ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler"
sözünün ona ait olduğu söylense de bunu destekleyen hiçbir kanıt yoktur.
kadın olması ve gerçek bir fransız olmaması hasebiyle * fransızların, dönemin bazı hatalarını sırtına yüklemeye çalıştığı söylenebilir.
Kont Axel von Fersen ile büyük bir aşk yaşamış olduğu iddia edilir.
hayat hikayesiyle zaman zaman parmak ısırtan, zaman zaman da yürek paralayan, günümüzde insanlar tarafından aslında kendisinin söylemedeği ''ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler'' sözüyle bilinen, asil ve güçlü prenses.evet pısırık kocasını aldatmıştır, sanata ve lüxe de çok düşkün olduğu herkes tarafından bilinir ama hiçbir zaman zalim olmamıştır bu kadın, saraydan dışarı adımını atamadığı için dış dünyadan bihaberdi, bu nedenle de halkın ne durumda olduğu hakkında kesin bir yargısı hiçbir zaman olamadı ama bu onun suçu değildi, saf fransız olmadığı için milliyetçilikleriyle nam salmış fransızların hışmına uğramış ve tarihe hiç de haketmediği şekilde yansımıştır, o ki, versay'ı yakmaya gelen yüzlerce öfkeli insanın karşısına çıkmaktan çekinmemiş ve onların önünde eğilmiştir, bu hususta daha fazla şey söylemek sanırım çok da manalı değil , sofia coppola'nın çekmiş olduğu filmi izlemek o'nu daha iyi anlamamıza neden olacaktır, bu muhteşem filmin dvd'sinde çok eleştirilen film müziklerinin açıklamasını da şahane bir şekilde yapıyor yönetmenimiz, karalamaya çalışanlara duyurulur.son olarak rivayet edilen bir olay vardır ki ona olan sevgimizi katlar; kraliçe idam edileceği alana gelirken yanlışlıkla cellatın ayağına basmıştır ve hemen ardından cellata mahcup bir şekilde gülümseyerek ''özür dilerim mösyö, istemeden oldu'' demiştir, bu sözlerin cellatla alay etmek için kullanıldığını düşünen yetkililer onu çırılçıplak soyarak, başını giyotin ile gövdesinden ayırıp bir müddet sergilemişlerdir.
"ekmek bulamiyorlarsa pasta yesinler" seklinde bir cumle kurduguna dair herhangi bir ses kaydi, video goruntusu vs yoktur. kocasini aldattigini ispat edebilir nitelikte bir belgede yoktur. bu ancak kayinbiraderleri ve kuzeni olan orleans duku'nun iftiralariydi. ancak aristokrat bir ailenin kizi olmasi sebebiyle halkin sorunlarindan bihaber oldugu dogrudur. kocasi olan 16. louis'in kendisini terketmesi uzerine versailles bahceleri'nde kendisine peri masallarindaki saraylari aratmayacak bir ortam kurdu. ulke mali acidan zor gunler gecirirken, halk yari ac yari tok yatarken akillara durgunluk verecek harcamalarda bulundu. donemin kardinalinin kendisine hediye olarak yolladigi cok pahali bir gerdanligin ucretini odememesi uzerine patlak veren skandal da itibarini zedelemistir. idamindan az evvel bir portresi cizilmistir. bu resimde kralice diger idam mahkumlariyla birlikte idama giderken resmedilmistir. ayrica 4 cocugundan biri olan louis'te gelecegin 17. louis'i olarak fransa krali olarak tahta cikmistir. valide sultandir bir bakima.
göğüslerinin alçı kalıplarını aldırtıp içki kadehleri ve çiçek vazoları yaptırdığı rivayet edilir.
ah maria o la la...
bak şu insancıklara, nasıl da varoş, nasıl da nahoş...sen öyle mi lola? oh ala...
pastaları yok yemeğe, beklerler belediye ekmek kuyruğunda, iki kuruş kar uğruna. ne kadar da kendini bilmez bu insanlık değil mi kuzucum? çok da komikler şu kılıklara da bir bak, ay bir de nefesleri kokuyor yedikleri portakallı pekin ördeğinden mi acaba? yaşamak, parasızlık, onurluluk diyorlar ne ki ola? oh tutamıyorsun kendini lol! korkarım ben de koyverdim gitti.. lola lol...
(bkz: su bulamıyorlarsa sütle yıkansınlar)
kont axel kendisini her zaman çok sevmiştir ve sırf ona olan askından dolayı ne evlenmiş ne de çocuk sahibi olmuştur.
bu sırada marie varis doğurmakla meşguldür o ayrı. ama tabii marie'de axel'i çok sevmiştir. öyleki kocası bunu biliyordu ve ses çıkarmıyordu. tabii bu biraz mide bulandırıcı.
esasen acınılası kader kurbanı bir kadın galiba. ahmet altan'ın onunla ilgili etkileyici bir yazısı var okuduğum. buyurun. *
insan, geniş bir toprak gibi, içine atılan tohumun ne olduğunu, ne zaman hasat vereceğini bilemez. içimizde taşıdıklarımız bize bile sırdır.

bazı tohumlar, sahibine bile sezdirmeden, hiçbir filiz vermeden toprağın derinlerinde kabuğunu bir gün dahi çatlatmadan yaşar, gün yüzüne çıkmadan sahibiyle birlikte ölür.

bazen de, uygun mevsim, uygun iklim, uygun yağmurlar çıkar ortaya, tohum canlanır, filizlenir, toprağı yarıp büyür ve birdenbire o güne kadar tanıdığımızı sandığımız insan bambaşka biri haline gelir.

kendisini bile şaşırtacak işler yapar.

belki de hepimizin içinde, bizi olduğumuzdan daha iyi ya da olduğumuzdan daha kötü yapacak tohumlar vardır.

bunu "uygun" bir iklimle karşılaşana kadar bilemeyiz.

tarih, genellikle kendi olağanüstü kaderlerini oluşturan olağanüstü insanlarla örülmüştür, öyle biri "farkında olmadan kendine olağanüstü bir yazgı arar; kahramanca ya da tehlikeli yaşamak, onun olağanüstü boyuttaki doğasına uyar, içinde varolan devasa iddiasıyla dünyaya meydan okur."

bir de tarihin çok karmaşık, fırtınalı günlerinde, içindeki "tohumun çatlamasıyla" kişilik değiştirip bambaşka bir insan olarak hayatın önüne çıkanlar vardır.

bunların en ilginçlerinden biri herhalde fransız devriminde başı giyotinle kesilen marie antoinette dir.

öldüğünde otuz sekiz yaşındaydı.

avusturya-macaristan imparatorluğu nun kraliçesi maria-theresia nın kızı, habsburg hanedanının prensesi olarak doğmuştu.

neşeli, çekici ama avare bir çocuktu.

daha on iki yaşındayken "siyasi nedenlerle" fransız sarayına gelin gönderilmesine karar verilmişti.

ama bu kararla birlikte "müstakbel fransa kraliçesinin" ne almancayı ne fransızcayı doğru dürüst konuşamadığı, en büyük müzisyenlerden ders almasına rağmen piyano çalmayı beceremediği, her konuda bilgilerinin çok sığ olduğu "dehşetle" fark edildi.

ne o yıllarda ne de daha sonra fransa sarayında kraliçe olarak yaşadığı acıklı günlerde bu habsburglu prensesi tarihin önemli simaları arasına katacak olağanüstü bir özelliği görülüyordu.

onunla ilgili en güzel kitabı yazmış stefan zweig in dediği gibi, o "hiçbir zaman iyide ya da kötüde orta kararlılıktan ayrılmamıştır: yavan bir ruh, vasat bir karakter ve tarih açısından bakıldığında başlangıçta yalnızca bir figüran."

her şeyiyle, evliliklerinin ilk yıllarında iktidarsız olan kocası, daha sonra kocasının iyileşmesiyle birlikte doğurduğu çocukları, açık bir sır olarak bir kontla yaşadığı aşkı, saray eğlenceleri, dedikodularıyla marie, tarihin kalabalığı arasında kaybolup gidecek ve belki bir daha da asla hatırlanmayacak bir kadındı.

eğer fransız devrimi onun bu sıradan kraliçe yaşamına bir şahmerdan gibi vurup parçalamasaydı, marie antoinette bile aslında nasıl biri olduğunu bilemeyecekti, çünkü "vasat bir insanın talihinin ya da talihsizliğinin bir parçası da, kendi kendisiyle boy ölçüşme gibi bir zorunluluğu kendiliğinden hissetmemesi, kendini sorgulamaya merak duymamasıdır" ve o "vasat" insan bir kraliçe bile olsa kendi sınırlarını zorlamaya cesaret edemez.

ama onu bir sarayda dünyaya getirip, bir sarayda yaşatan, soylulukla, zenginlikle, iktidarla, eğlenceyle şımartan kader, ona öylesine trajik bir son hazırlamıştı ki, hayatının son dönemlerinde yaşadığı acılar ruhundaki "tohumu" çatlatmış, onu ölümle sınayarak "olağanüstülerin" arasına katmıştı.

antoinette de bunu hissetmiş, "insan ancak felakete uğradığında biliyor kendinin gerçekten ne olduğunu" demişti.

tarihi, biliyorsunuz, galipler yazar.
* devrim sırasında yazılan tarihe göre o, aç insanlar için "ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler" diyen bir kalpsiz, sefahate dalmış bir "fahişe"ydi.

devrimden yirmi yıl kadar sonra iktidara gelen xvııı. louis zamanında yazılan kraliyet yanlısı tarihe göre ise bir "azizeydi."

zweig a göre ise ne oydu ne de öteki, "hayatının son, en son saatinde nihayet trajedilere uyan bir büyüklüğe ulaşan ve bir kader gibi büyüyen" bir kadındı.

bütün devrimlerin, insanlık tarihini değiştiren en "kutsallarının" bile, utanılacak çirkin bir yüzü, hızla giden bir arabanın tekerleklerinden sıçrayan çamurlar gibi etrafa dağılan bayağılıkları, kalabalıklara karışarak zirvelere kadar ulaşabilmeyi becermiş aşağılık kalleşleri vardır.

fransız devrimi de neredeyse bütün kirini bu kraliçenin üstüne dökmüştü.

hebert adında bir devrimci, kraliçenin sekiz yaşındaki oğlundan, "annesiyle halasının onu yataklarına alarak ensest ilişki kurduklarına" dair bir "itirafname" almayı "başarmıştı."

zweig ın deyimiyle devriminin "en korkunç ve en alçakça" belgesiydi bu.

onu yetmiş gün boyunca tutulduğu zindandan çıkarıp mahkeme salonuna getirdiklerinde, kendisinden önce giyotine gönderilen kocasının anısına siyah matem elbiseleri giymişti, son haftalarda yaşadığı kanamalardan dolayı yüzü solgundu, gözleri iltihaplanmıştı ama "yalnızca iki şey vardır marie antoinette in yeryüzünde yapacağı; başı dik olarak kendini savunmak ve başı dik olarak ölmek."

savcı bu "belgeyi" okuduğunda hiç sesini çıkarmadı.

yargıç, bu iddiayla ilgili cevabını sormamak akıllığını gösterdi ama "jüridekileden" biri yargıca "bu konuyu sanığa sormadığını" hatırlatınca mecburen "bu iddiaya cevap vermediniz" demek zorunda kaldı.

habsburg hanedanının avare prensesi, fransa sarayının eğlence düşkünü "fahişesi" ve trajik bir sonun başı dik kadını, "eğer cevap vermediysem, tabiat, bir anneye karşı böyle bir ithama herhangi bir cevap vermemek yolunda direndiği içindir," dedi kılını bile kıpırdatmadan.

dinleyicilerin arasından "anne"yi destekleyen bir uğultu yükseldi, oradaki bütün kadınlar bir anda kendilerini onun yerine koymuşlar, suçlamanın alçaklığıyla yaralanmışlardı.

devrimin liderlerinden olan robespierre bu yaşananları öğrendiğinde, "kraliçeyi bir kahraman" haline getiren bu sahnenin gerçekleşmesini sağlayan "devrimci" için öfkeyle "ahmak" diye söylenmiş ve iki ay sonra onu giyotine göndermişti. ama o devrimci, suçladığı kraliçe kadar sağlam durmayı becerememişti giyotin yolculuğunda.

antoinette, duruşma boyunca aleyhindeki şahitleri hiçbir tepki vermeden dinlemiş, oturduğu sandalyenin koluna "piyano çalar" gibi parmaklarıyla vurmuştu.

ne yaparsa yapsın ölüme mahkum olacağını biliyordu.

duruşmanın sonunda, kısa bir süre sonra kendisinin de giyotine gideceğini bilmeyen savcı jüriye, kraliçenin "düşmanlara askeri sırları vererek vatana ihanet edip etmediğini" sormuştu.

jüri içeri çekilmişti.

hukuk ve tarih açısından ilginç bir durum vardı ortada.

antoinette, "kocasını kurtarabilmek," ona tahtını ve özgürlüğünü yeniden kazandırabilmek için askeri sırları avusturya elçisine vermiş, fransa nın yenilmesini sağlamaya uğraşmış ve "vatana ihanet" etmişti ama o sırada bunun "kanıtı" yoktu ortada, o kanıtlar yıllar sonra avusturya imparatorluğunun arşivlerinde ortaya çıkacaktı.

jüri üyeleri, "cumhuriyetçi olarak kraliçeyi suçlu görebilirlerdi, yemin etmiş jüri üyeleri olarak ise kanıtlanmış suç dışında bir suç tanımayan kanunu saymak zorunda kalacaklardı." fakat "ne mutlu ki, küçük vatandaşların bu vicdan çatışmasına düşmesi hiç gerekmedi."

çünkü onlar devrim liderlerinin ne istediğini biliyorlardı ve aksine bir karar kendi kellerini de tehlikeye düşürecekti.

antoinette, jürinin kararını ve idam hükmünü hiç kımıldamadan, sakin bir şekilde dinledi, ne korku, ne öfke, ne bir zayıflık işareti, yüzünde bunlardan hiç birinin gölgesi görünmedi.

söyleyeceği "son bir söz" olup olmadığını soran yargıca "hayır" anlamında başını salladı ve kimseye bakmadan, dimdik yürüyerek çıktı salondan.

karanlık koridora girdiğinde zaten zayıflamış olan gözleri basamağı seçemediği için bir an tökezledi, duruşma sırasında ona bir bardak su verme "cesaretini" gösteren tek insan olan teğmen de busne destek vermek için kolunu uzattı. kraliçenin gösterdiği tek zayıflık anında insani bir içgüdüyle kolunu uzattığı ve ona eşlik ederken şapkasını elinde taşıdığı için bir arkadaşı tarafından ihbar edilen teğmen daha sonra kendini savcı karşısında savunmak zorunda kalacaktı.

kraliçenin avukatları da gözaltına alındılar.

hücresine döndüğünde, oradaki küçük tahta masanın üstünde iki mum yanıyordu, bu ölüm mahkumuna sunulan son bir lütuftu.

marie, gardiyandan son bir mektup yazmak için kağıt kalem istedi.

tüy bir kalemle katlanmış kağıt getirdi gardiyan.

ve, sabahın kızıllığı parmaklıklar arasından son günün başladığını haber verirken biraz sonra ölüme gidecek olan kraliçe, çocuklarını emanet edeceği yakın dostu ve görümcesi madam elisabeth e bir mektup yazmaya koyuldu.

yazı yazmayı aslında pek beceremezdi, duygularını ve düşüncelerini yazıyla anlatmakta mahir biri olamamıştı ama yazdığı son mektupta "sağlam, açık, emin" bir anlatım vardı.

zweig bu mektubu anlatırken goethe nin bir sözünü hatırlatır: "hayatın sonunda toparlanmış olan zihinde şimdiye kadar düşünülmemiş düşünceler belirir, bunlar mesut ecinniler gibidir, geçmişin zirveleri üzerine pırıl pırıl kurulurlar."

mektup, "sevgili kardeşim sana son defa yazıyorum," diye başlıyordu, "az önce mahkum edildim, yalnızca cürüm işlemişler için olan rezilane bir cezaya değil, aynı zamanda ağabeyini yeniden bulmaya," diye devam ediyordu.

ölmeden birkaç saat önce bir yakınına son mektubunu yazan bir kraliçe, bunun yalnızca kişisel bir mektup olmadığını, tarihin kayıtlarına da geçeceğini bilir ne yazık ki, belki de en çok söylemek istediklerini "dul bir kraliçenin" vakarına uygun söylemek zorundadır bunun için.

antoinette, gerçekten sevdiği, güvendiği erkeğe, kont fenser e duygularını açıkça iletme imkanına sahip değildi ama son dakikalarında bile onu düşündüğünü, ölümün karanlık bir sonsuzluğa açılan kapısının önünde beklerken duyulacak korkunun bile onun hayalini zihninden silemediğini onun da bilmesini istiyordu.

daha önce yazdığı hiçbir notta ulaşamadığı bir zarafetle yaptı bunu: "benim dostlarım vardı. onlardan ilelebet ayrıldığımı bilmek ve onların acısının farkında olmak, ölürken yanımda götürdüğüm en büyük ıstıraplar arasındadır. hiç değilse son anıma kadar onları düşündüğümü bilsinler."

başını biraz sonra giyotine uzatacak bir kadının oğlu için duyduğu endişe ise çaresiz vasiyette beliriyordu: "oğlum, babasının burada ihtiyaten tekrarladığım son sözlerini asla unutmasın: asla bizim ölümümüzün intikamını almaya gayret etmesin."

oğlunun tehlikeden uzak yaşayabilmesi için kendi öfkesinden, intikam arzusundan vazgeçiyordu.

muhafızlar gelmeden önce, gardiyanın aşçısı olan kadın, kraliçeye bir tabak çorba verdi, kraliçe aşçı kadını memnun edebilmek için bir iki kaşık aldı çorbadan.

haftalardan beri kanaması vardı ve ölümün karşısına temiz elbiselerle çıkmak istiyordu ama nöbetçi subay onu yalnız bırakmayı kabul etmedi, hücrenin bir köşesine çömelerek beyaz bir gömlek giydi üstüne, aşçı kadın o sırada onun önünde durarak, kraliçenin hissettiği aşağılanmayı kadınca bir anlayışla azaltmaya uğraştı.

kanla lekelenmiş çamaşırları arkasından eşyalarını toplayacak olanların eline geçmesin diye onları duvardaki bir kovuğa sokuşturdu.

sonra cellat samson geldi.

saçlarını ensesinden kesti.

ellerini arkasından bağladı.

ipin ucunu eline aldı.

onu kağnıya benzeyen idam arabasına bindirdiler.

kendisini seyretmek için toplanmış kalabalıkların arasından yüzünde en küçük bir korku olmadan geçti.

giyotinin merdivenlerini kendisi tırmandı.

ikiye ayrılmış bedenini bir toplu mezara attılar.

habsburg sarayında doğdu, fransız sarayında yaşadı.

eğer devrim onun hayatına rastlamasaydı bu görkemli hayata rağmen kimse tarafından hatırlanmayacak, bazen nefretle bazen sevgiyle anılmasına bir neden olmayacak, hakkında kitaplar yazılmayacaktı.

sıradan bir prenses, sıradan bir kraliçe olarak tarihin gölgelerine karışacaktı.

kendisi bile kendi cesaretinden, vakarından, dik durabilme gücünden haberdar olmayacaktı.

hepimizin toprağında gizli kalmış tohumlar bulunur.

bazen çatlar o tohumlar, bazen kurur giderler.

onun toprağının en değerli tohumu, kanla sulandığında çiçeklendi.

o "toprak" unutulsa bile o çiçek bir daha unutulmadı.
çok ağır ilerleyen, aynı şeylerin tekrar tekrar gösterildiği ve aynı şeyleri tekrar tekrar gösterirken sıkıcığından kurtarmak için aralara ilgisiz anlar serpiştirilen, gösterilen pastalarla salya salgılanma oranını tavan yaptıran ve kirsten dunst'a hayran bırakan film. sonlara doğru biraz heyecanlanıyor, halk kapıya dayanıyor filan.. ama konu çok sığ olduğu için (sadece kadının hayatını anlatmak amaçlanmış) sıkıcı...
arkadaş bir söyledi deniyor bir söylemedi. o söylemiş de başkası da söylemiş, kocası tam söyleyecekmiş de jean-jacques rousseau lafı o söylemeden kapmış... sanki kimin neyi söylediği çok önemliymiş gibi...hiçbir şey bulamayıp bok yesinler, bildiğimizi de unutturdu popüler tarih...
(bkz: marionette)
bir sahnesinde onca cicili bicili, eski model, komik görüntülü ayakkabının arasından sırıtan bir çift "converse" ayakkabıyla karşılaşabileceğiniz film.*

18.yüzyılın fransası ve versailles sarayında converse ayakkabın ne işi var? diyebilirsiniz haklı olarak.
super kadin. "oral seks yapmayacak mısın hayatım" sorusuna "oral seks yoksa git aşşaadan çilekli dondurma al nutella getir" diye yanıt verirdi.
güncel Önemli Başlıklar