bugün

entry'ler (26)

bir ısınma yolu olarak fırın duvarına yaslanmak

etrafında sosyalleşen çocuklar, kuyrukta tanışan insanlar olduğu gibi, fırının hareketli zamanı başlayana kadar, dışlanmışların sırtını dayadığı, beyaz buharlı huzur evleridir fırın duvarları...

97 yılı, yaprak titredi. kar alabildiğine bilindik beyazdı. tek bir ağacın tek bir gölgesi yoktu. düzlükte bir ıslık sesi gibi rüzgar eşlik ediyordu kurdun yürüyüşüne. bir adam, ağzını sildi. diğer adam, gözünü yumdu, gerindi. yerdeki soluyordu ve üşüyordu.
takır takır takır takır takır takır takır takır takır takır takır. soğuk, makineli tüfek gibiydi.

-oğlum, toplama milleti.
-fırıncı! ekmeğini pişir sen. sıcağına kıvrılıyoruz. ne zararımız var?
-anlattığın çocuklar, çocuk sahibi oldu. şimdi bunlara da aynı hikaye mi?
-ben ölene kadar, en fazla ben ölene kadar.
-eee, anlatsana bodi.

yerde soluyan, isbıdın’lı zekai.
zekai, ilkokulda, 4 sene daha kalınca, kalınca bir sopa ile dayak yer önce. yediği dayak meşedendir. isbıdın’lı, kaportacıda, kuyumcuda, bakkalda, tenhada ve umulmadık zamanlarda, dayak yemeye devam eder. bu yediği dayaklar sırasında, garip bir yüzü vardır. sanki gülümser gibi bakar gözleri.
incedir zekai, hem fikren, hem de bedenen. saçları, elleri, bedeni, parçalanmaya başlamış bir yorgan yüzü gibidir. bir tek gözlerini dayıdan almış. bakan da gözlerine bakar.
her şeye rağmen, hiç durmadan çalışır zekai. bildiği anladığı tek şey, git denildiğinde gitmek, gel denildiğinde gelmektir. dünyada sırf git gel için bulunduğunu kabul etmiş ve bu haline hiç şaşırmadan, hiç dur demeden, akıp gitmiştir.
hiç durmadan çalışan zekai’nin, tam hakkı olmasa da kazandığı olur elbet. sağ cebine düşen para sol avucunu görmeden, düşer baba sofrasına. aynı sofradan bir gün, babasının ölüsünü kaldırır. ifadeye gider karakola. yüzüne gözüne sinmiş tatlı gülümseme, kara kuru bir polisi rahatsız eder karakolda, yumrukla ezer polis, zekai’nin elmalarını.
zekai, üşüyerek döner eve ve zekai, 89'a kadar aynı yolu arşınlayarak, düşünmeden ve bazı bazı tanrı’yı merak ederek, sonra gülümseyerek gidip gelir.

89'da zekai âşık olur. 89'un sonunda, âşık olduğunun düğününde rakı içer, gelinle damadı izleyerek.

90'da, yüzüne gülenleri dost bilip epey aldatılır.

-yağ sürdüm ekmeklere.
-gençlere ver.
-bodi, ye lan iki parça, bu açlık..
-en fazla ölene kadar fırıncı rüstem, en fazla ölene kadar.
-eee bodi, sonra?

91'de, annesinden başka kimsesinin olmadığını anlar.
yük vagonlarının siyah demirlerine beyaz elleri yapışarak, gelenleri indirir, gidenleri bindirir. aynı vagonlar arasında, boz ekmeğin arasına koyduğu sarı peyniri ısırır.

92'de, zekai askere gider. yine buz gibisinden bir memlekete düşer. zekai, burada en iyi bildiği işi en iyi şekilde yapar, sonra yık denilince yıkar. varsay ki, insanın ömrü bir ip, yirmili yaşlar zekai’de kopuktur, söküktür, düğümdür.

94'de, sigarayı iki pakete çıkarır. ilk kez porno filme gider. biraz utanır biraz korkar, çabuk gelir zekai sinemadan.

95'de, birtakım konuları merak eder ama çabuk vazgeçer düşünmekten. 95'in sonunda, anasını başını yukarı kaldırıp, derin derin bir şeyler isterken duyar. yukarıdaki için mühim şeyler değildir ama yukarıdakinin başka mühim işleri vardır.

96'nın sonunda, hırsızlık eder zekai. anası için anasının haberi olmadan çalar. hırsızlık ettiği yerden kaçarken, evin, bakımlı köpeği kovalar. zekai, köpeğin başına taş çalar. köpek kanlar içinde; zekai, karanlıkta rüzgâr. evin sahibi, çalınanı düşünmez. kıymetli bir dostunun hediyesi olan köpeğini, kürekle atar çöpe. ve adamlarını salar zekai’nin peşinden, en az köpeği kadar hızlıdırlar.

-çay için.
-rüstem, akşama ne var fırında?
-ne olacak, ekmek var.
-bakkaldan kırık peynir alırız bodi abi.
-şu insanoğlu her şeyi kırıyor be kardeşim.

97'nin ilk günü, bir duvarın dibinde, uyuyakalır zekai, köpek sahibinin adamları, duvar dibinde, omzuna dokunarak kaldırırlar zekai’yi.

97 yılı, yaprak titredi. kar alabildiğine bilindik beyazdı. tek bir ağacın tek bir gölgesi yoktu. düzlükte bir ıslık sesi gibi rüzgar eşlik ediyordu kurdun yürüyüşüne. bir adam, ağzını sildi. diğer adam, gözünü yumdu, gerindi. yerdeki soluyordu ve üşüyordu.

ağzını silen, zekai’nin siyah, sökük kazağının altından çaldıklarını aldı. kafası kara saplanmış zekai, soluyor, üşüyor, düşünüyor ve yine gülümser gibi bakıyordu. gerinen iri adam, ''gülüyor mu lan bu?'' dedi.
ağzını silen, silahını patlattı.
kurt hızlandı.
birkaç gecedir dönmeyen oğlunu arayan ana, dondu.

-eee sonra?
-sonra, takır takır takır takır takır takır takır takır takır takır takır. soğuk, makineli tüfek gibiydi.

ciğer pareme ve cananına ithaf olunur.

geniş omuzlu adamın ağlaması

kendinden daha büyük ayakkabı giymiş çocuğun, elindeki ekmeği düşürmesi gibidir. bir an, yok olur ve kendinden dışarı çıkarsın.

necib mahfuz sayesinde, dilenci olmak isteyenleri para karşılığında sakatlayan zaide'yi tanımıştım. tıpkı zaide'ye benzer, birgül abla vardı. birgül, para almadan bakışlarıyla aciz kızları sakatlardı. ciğerlerinden çıkardığı yaralı cümleleri ile kanı beyine sıçratıp, çaresiz kızlar naçarlığın eğdiği boyunları ile, orosbuluğa razı olurlardı.

-viskiyi kapaktan içme.
-karışma, dinliyor musun?
-anlat.

unutulmuş bir şehrin, unutulmuş kızı, birgül'ün, kaygan ağlarında sıçrayıp durur. fazla uzun sürmez yorulur, edirne genelevinde sigaraya var gücüyle asılırken bulur kendini. sonra, izmir tepecik. sahte adı yeliz, gerçek adı, kırık camlı bir kapının arkasında asılı kalmış. yeliz, hani böyle bazı kadınlar vardır, -geldim ulan, işte burası benim yerim- dediğin, yeliz, öyle bir kadın işte. yüzünde, bir beyaz var dokunmaya korktuğun, elleri; yeni uçacak beyaz güvercin, gözleri; dur diyen anneye benzer. öyle işte, o kadar ki, bir gün bir adam gelmiş, izmir den sonraki durağı ankara'da, bunu görür. kıyamaz kızın üstüne çıkmaya, allem eder kallem eder, kızı oradan kurtarır. yeliz, yaşlı bir ailenin yanında çalışmaya başlar. her yer gül gibidir. geçtiği dokunduğu beyaza çalar.

-ellerin titriyor.
-hani, ben göremiyorum.
-kalk gidelim.
-otur.

sonra, bir bahri var. aynı yeliz gibi, kimsesi yok, tek tabanca, sessiz bir dev. öyle güçlü, öyle gösterişli ki, gözüne bakmak kabil değil, yanlış yapmak akla düşmemiş. yeliz, rüzgarda savrulan tül. bahri, tülün yapıştığı dev kaya. bahri, bir gün sokakta yürüken, başını önüne eğmiş, ağırlığını sola vermiş yeliz'i görür. oracıkta içinden der ki, -oğlum bahri, senin beklediğin tren geldi. bahri'nin baba dediği bir adam var. ona danışıp, sonra yeliz ile konuşacak. bahri gider.

o günün ertesi, eve dönerken yeliz, bir araba emanet duran bacaklarından tüm demir hali ile çarpar. yeliz, bir ipek kurdela gibi havaya kalkar, iner sonra. çocukluğundan beri suskun bu kız yine çıtını çıkarmaz. doktor, hastahane fayda etmez, çot kalır yeliz. bir gecekonduya yerleştirirler. ilk zamanlar o yaşlı aile bakar ilgilenir sonra kesilir ayakları. mahalleli ayda bir temziliği, günde iki öğün yemeği çok görmez.

bahri, arar, sorar, avucuna yumruğunu patlatır. yeliz'i düşünür.

yeliz, yatağa yapışmış, gözleri beyaz badanalı bir duvarda akar bir aşağı bir yukarı, genzinde acı bir tat. dudakları aralanmış, küçük küçük nefeslere razı olmuş, düşünür durur.

bahri, bir zaman sonra öğrenir yeliz'in yerini, varmak için çıkar yola.

aynı, günün akşamı, sırtlana benzer, avurtları çökmüş, ince kemikli dört adam, yatakta, yeni kesilmiş kurbanın derisi gibi yatan yeliz'den fayda umarlar.

kapıdan girenlere, başını çevirip yalnız bakar yeliz. bu bakış, -bana anlatma, doldum ben garibim- bakışıdır. sarı yüzlü, sarı saçlı olanı hayasızdır, ilk eli o uzatır, yeliz'in beyaz dizine, aynı anda, paslanmış demir kapı ciyaklar, ardından çürük tahta kapı duvara yapışır. bahri, ışık gibi, sağ yanında duran, asker arkadaşının hediyesi, solingen usturaya davranır. kan, domatesden fışkırır gibi beyaz badanalı duvara çalar kendini. yeliz, ince bir çığlık atar. mahalle aralarında, enseye değen yel gibi dolanır ses. bahri, en derin nefesini alır, bir bahri daha olur küçük odada. ilk kez, birine bakarken mutlu olur. mutluluğu çizer kafasına az önce çizdiği adamlar gibi.

-şimdi, nereden düştü aklına bunlar?
-hiç çıkmadı ki aklımdan
-aynı yerde mi kaldınız?
-dinle.

kayseri kapalıya gelir, üçüncü durak olur bahri'ye. bursalı kemal, onu burada görür. daha ilk gördüğünde sever, bu yüzüne bakmaya korkulan adamı. bahri, her yolu dener, her yere haber gönderir. ha birde, saksıda reyhan besler anamın adı diye, anam gibi kokar diye. derken haber gelir. yeliz, tertemiz ölmüş, bembeyaz gitmiş bu dünyadan. insan yeryüzündeki zamanının çoğunu çıplak geçiriyor ama mezara giderken bir bir çul oluyor üstünde, diye anlatmış baba dediği adam mektubunda. başkada mektup gelmemiş.

herkese eş dost gelir, çamaşır gelir, sigara gelir. bahri'nin kimsesi yok. bir gün kemal, görüşmeden döndüğünde içeri, tuvalet penceresine başını kaldırmış, reyhanlara elini süren, bahri'yi görmüş. daha önce görmediği kadar iri göz yaşları ile, bahri'yi ağlarken görmüş. sonra, bir kayanın nasıl küçüldüğünü izlemiş kemal seneler içinde.

-hadi, tamam artık, gidelim eve.
-sen git abi ben gelirim
-kemal, üzme beni, hadi abim.

gözümüzün önünde, derin zaman yaralarına sahip üçüncü adamalara ithaf olunur.

ayarsız ve ansız gelişen durum komedileri

banyoda, büzülmüş zikinle, misafir kıza basıldığın yetmiyormuş gibi, elektiriklerin kesilmesi, sabuna basıp kayman gibi peter sellers filmleri tadında yaşanan anlardır.

elbette, durum komedileri ile sınırlı değildir zamanın ayarsız üstüne atlaması.

hayati, tüm hazırlığını yapmış oda ışıklarını kısıp, beklediği sarışın güzel hatun azra ya, en ince ve şık olanından aldığı yeşil altın kolye ve aynı incelikte aşırdığı aragon dizeleri ile prova yaparken, çalan telefonla birlikte -kestiiik- ayarında telefona uzanır, telefodaki ses başka bir şehre doğru yola çıktığını söylüyordur. azra, gidiyordur.

hazırladığı loş ortamda yalnız başınadır, işte ironi, trajikomedi burada başlar. eric clapton dan wonderful tonıght çalmaya başlar. -bu şarkı nerden çalıyor laa, diyerek sesin kaynağını arar. pc-tv- haaaa mp3 müş laa, derken, sinirlenir balkona çıkıp, amerikan filmlerinden görmeye alışık olduğumuz bağrı öne doğru uzatıp, kolları yana açarak, nedeeeeeeeeeen, diye bağrıp, komşu gıyasettin amcanın (isme hastayım)-tabiatını zikerim lan senin, ne bağrıyon, ne var? demesiyle kafada kurduğu bu hayalini fazla uzatmayıp boynu bükük yatağa doğru ağır adımlarla ilerler.

tam odandan içeri girerken, büyük bir acıyla sıçrar.

-1 gece önce-
yatakta yatarken

lan şu şarj aletini yerden kaldırıyım, karanlıkta ayağımı falan basarım, bas, buf, amaaan, fuuussss, hiç götümü kaldıramam şimdi.

acı dorukta iken yaşadığı bu flashback ile bir kez daha nedeeeeeen, böğürmesi çeker canı.

ayağında ufak bir kanama vardır. sekerek, balkona çıkar, eczane açık mı diye bakınır nöbetçi eczanenin ışığı sevindirir.

sokak bomboştur, tam kaldırama çıkacakken sokak lambasının altında kara yağız bir adam belirir.

ganc, açığ meyhana ahtarmağım, harada vaar bilmaktasıın? (genç, açık meyhane varmı nerede var biliyor musun?)

-iç ses- ne oluyor laaa, dur bakayım, yoksa ben hala götümü kaldıramadığım gecedemiyim? rüya lan bunlar, diye düşünme jestiyle başını sola yatırıp sağ yukarı bakar.(deneyin çok güzel düşünülüyor) azeri adam da aynı yere bakar.

ganc sana söylamaktağım?
bu soru, rüyada olmadığını anlamasını sağlar. aynı zamanda tırsar.

geri dur lan, geri dur.

seke seke eczaneye gidip geri döner. eve geldiğinde kapıya öylece baka kalır, herşeyi anlamaya çalışır. ama yanlış anahtarları almasını hiç bir cevap açıklayamaz.

bir kaç hafta sonra, evinin balkonunda arkadaşıyla raksını içerken, birden yaşadıklarının şifreleri çözlür.
-böyle anlarda olur nedense-

hayati ismi ile azra isminin birlikteliği daha başından ironidir. durum komedisidir. trajikomiktir.
azra ankara da kayhan ladır. kay han isminin hakkını veriyordur.

dostum a sevgilerle.

eski sevgiliyle yolda karşılaşmak

öylece durursun.

ayrıca karşılaşma yeri hiç belli olmaz, tek başına bir masada oturursun, birinin yüzüne dalar gözlerin. karşındaki iştahla yemiyordur ama konuşuyordur iştahla. karşısındaki ayrıldığındır. dur biraz, sahiden o mu?

çıldıracak gibi olursun, sonra birden durulursun. hızlı fotoğraflar kafanın içindeki beyaz perdeye, dağınık bir halde vurmaya başlar. durursun, yaşamı avuçlar gözlerin. ne oluyor bana? kimim ben? o kim? dersin. sarsılan bedenine şaşarsın, acizliğine cılız bir gülümseme ile karşılık verirsin.

durursun, ince parmaklı elleriyle yüzünü avuçladığını hatırlarsın. -eline sokayım- son cümle, soğuk bir elin sırtından içeri dalması gibidir. terli bir hasta gibi sıçrarsın.
o değil dersin, o değil, deyip durursun. durursun, arkasından sarılıp, yüzünü saçlarına gömdüğünü hatırlar, o işte dersin.

tek başına oturduğun masada kıvranırsın, bıçağın saplandığı yere uzanmaya çalışmak gibidir bu kıvranış.

el değmemiş tabak, el değmemiş bardakla birlikte durursun. önüne dönüp, -sakin ol gitmek isteyen oydu, üzülen, sarsılan neden ben oluyorum? dersin.

uyurken izlediğin yüzü gelir gözünün önüne, bütün suçunu kabahatini unutursun, yeniden seversin, sevdiğine sevinirisn, çocuk gibi olursun, tüm o bohem, münevver giysinden sıyrılıp, arabesk bir sofrada bulursun kendini.-ben sevdim, o sevmese de olur dersin.- titreyen elindeki çatalla, tabağa uzanırsın. durursun, söylediğin herşeyi dinlediği, herşeye güldüğü anda, birden sarılıp öptüğünü hatırlarsın. derken, edgar alan poe nin, the valley of unrest (tedirginlik vadisi) şiirinde bulursun kendini, öyle bir yerde ölmek istersin.

o değil dersin, buna sığınırsın, çünkü hayal etmek daha az batırır ansız gelen iğnelerini.

o değil diyerek masadan kalkarsın, sığındığın bu düşünce ile yürürsün masaya bakmadan, merdivenlerden inerken daynamayıp durursun, bakarsın baktığın seni görmez, baktığın ayrıldığındır.

hızla atarsın, kendini sokağa göz yaşların görünmesin diye daha hızlı yürürsün, daha hızlı, daha hızlı, derken yaşlı bir kadın, durursun, bir adres sorar ağlayan gözlerini saklayarak başını çevirmeden gösterirsin. kadın gider, yine terk edildiğini hatırlar, bulunduğun durum tuz biber, göz yaşlarının düşüp dağıldığını hissedersin. orada öykece durursun.

genelevde sorulan gereksiz sorular

yavrum neye geldin ne yaptın durumudur.

emsal vermek gerekirse,

genç- kaç yıldır çalışıyorsunuz

emekçi-ziktir et yavrum, maaşa mı bağlayacaksın? geel.

zamanın birinde, bir belgesel çekimi yapan dostlarım, gel sen de seversin dedi. ne severim yaaa? dedim. belgeseli be oğluum. dedi.

orada tanıdığım birkaç emekçi ile konuşmuştuk, ne olur ne biter diye, onlar anlattı ben de dinlemiştim. kadınlar konuşurken bir şey dikkatimi çekti. ayakları mı büyüktü yoksa ayakkabı mı öyle gösteriyordu bilmem ama bir travma yadigardır.

camcılar dedikleri bir grup var, vitrinde izleyip tuvalete koşturan tipler, tuvalette yapılan kısa süreli mastürbasyon sonrası, sigara yakan tipler, havaya bak yaa, kadınla birlikte olsa neler yapar kim bilir.

bu adamlar, ortamın müdavimi olduğu ve her şeyi bildiği halde hep aynı soru

müdavim- baksana, ne kadar?
emekçi- ne nekadar hayri, hadi gez de gel

sen daha milli olmadın mı? soru baskısına dayanamayıp bayram ne topladıysa koşturan gençler vardır. heycan doruktadır dediler.

genç-ışıkları söndürsek olur mu?
emekçi-olur kocacığım. yavrum, hadi bulamadın mı?

bir başka titrek tay, yatakta hazır, işinin ehli, rahat kadına sorar:

genç- çorapları da çıkarayım mı?
emekçi-ne yapacan yavrum ayanı da mı sokacan?

birkaç kez gelmiş, beklentiyi yükselten tipler de varmış.

tip- ya, bir filmde görmüştüm, şöyle yapalım mı?
emekçi- oyun mu oynuyoruz ibine, gel çık hadi..

yine de çok hüzünlüdür oralar, bir hikaye dinlersin, kafana sıksan kan akmaz.. o derece

hiçliğini en yoğun yaşadığın anlar

dört beş büyük azmanın, küçük çocuğu duvara yaslayıp etrafını çevirdiği andaki çaresizlik gibidir.

hayal gücü, cinsellik, içgüdüsel yansımalar, psikolojik dışavurumlar, her birini yoğun yaşadığım çok etkillendiğim, o an sahnede birey sorgulanırken izleyici koltuğunda kendi kendini yiyen ben, hiçliğimi yalnızlığımı, kifayetsizliğimi o kadar yoğun yaşamıştım ki tiyatroda.

odaya sızan renkli ışıkların atmosferi hatırlattı. ankarada, yeni sahnede izlemiştim, mehmet ulusoy'un yönettiği topor party adlı oyunu. roland topor 'un yazılarından derlenmiş sıra dışı bir iş. roland, 1997 de, ulusoy 2005 de hayatını kaybetti. ankara'da ki yeni sahne'ye gelince, tiyatro, kralın burgerlerine yenildi.

oyun, oyun un içindeki çok sevdiğim isimler. o çok sevdiğim sahne, gri şalına sakladığı ekmeğini çocuklarına götüren gururlu kadın ankara. hepsi birden ve hasta yatağımda, göğsümde ki acıya ıslak elimi bastırdığım an, aciz kaldığım her an, anneeeeee diye her seslendiğimde, hiç tereddüt etmeden bir kere bile of demeden gelen uzaktaki kadının yüzünü, gözümü diktiğim tavanda bir ışıkta görürken, başıma saplanan bıçakla, hiçliğim soldan yediğim tokat tadında indi yüzüme.

bir adam hatırlıyorum, ayak uçları birbirine bakan, iki baston ile yürüyen bir adam. bir ara sormuştum -neden öyle ki, diye- yürüdüğünde her yeri sallanan, kocaman dudakları ve kocaman gözleri olan, kocaman göğüslerine her fırsatta dokunan, kocası dışında herkesle yatan bir kadın vardı. ona hep şeytan derlerdi. şirin di adı. bana baktı. kulağıma doğru eğilirken, çiğnediği sakızı, ağzında bilmediğim bir yere yollayıp, simsiyah saçlarını kulağının arkasına alıp aynen şöyle dedi.

-bir gün, alacalı güzel bir kediye, ayağının ucuyla, var gücüyle vurmuş bu adam. kedi, dönerek gidip, duvara yapışmış, kafası bir yana ayakları bir yana düşmüş. ertesi sabah uyanmış, bir bakmış ayakları içe dönmüş adamın.

yoğun bir acı içinde, gözlerimi ayaklarıma diktim. o adamın ayakları gibi yapmaya çalıştım.biraz bükebildim ama fazlasına gücüm yetmedi. -su. biraz soğuk, camını tutamadığın, yani öyle temiz bir bardakta su. kalkıp alamıyorum. kalksam düşeceğim. çünkü kalktım düştüm. tekrar ayaklarıma bakıyorum. ayaklarıma komut verdiğim halde hiç hareket etmiyorlar. -sağa- yok.-sol- yok.-kıvrıl- olmuyor. bir an -içimdeki deniz- benim sol ayağım- kemik koleksiyoncusu- kadın kokusu filmlerinin kahramanları gibi hissetmeye başlıyorum. çaresiz.

bir şarkı, gitar sesini arada bir yolluyor odama -eylül akşamı- bülent ortaçgil-

kolum kaşınıyor, zorla diğer kolumu kaldırıp kaşıyorum ve bu hayalden çıkıyorum.

sıcak, gözlerim yanıyor. sırtım yapışmış. su olsaydı, iyi olurdu.

böyle bir sahneyi, tiyatro da, sinemada, müzikalde izlesem, hemen burun kıvırır, siktir çekerim sanırım.
duygu sömürüyor ibneler derim.
büyük bir güç sırtımdan bütün gücümü sömürüyor ben bunları hayal ederken.

kusmak kelimesi geçtiğinde, suratlarda bir ekşime olur. ama insan kustuğun da yüzünde en rahatlamış halinin ifadesi görünür. birde hissettiğin kusma ile kusamama arası vardır. ağzının içi, karnın içi sana ait değildir o an. tam o haldeyim. sıcak. su olsaydı, iyi olurdu.

ayaktayım, bacaklarım titriyor. birazdan koşmaya başlayacak bir tay gibi değil, biraz evvel vurulmuş bir ceylan gibi. biraz iriceyimdir, ceylan lafı beni güldürüyor. ayakta hasta halimle gülerken acı çekiyorum. bu sebeple gülmemde kısa kesiliyor.

banyodayım. çöktüm, su, başıma ve sırtıma çarpıyor. iyice büzüldüm, ağladığımı biri görecek diye.

ders çalışmaya gittiğim, dünya tatlısı bir arkadaşım vardı, babası sık sık döverdi. bir kış vakti babası yine dövmüş, bahçede tıpkı benim oturduğum gibi otururken, ben gelince başını kaldırıp sanki hiç bir şey olmamış gibi -geldin mi arkadaşım dedi. bunu düşünüp daha da ağladım.

bir şarkı gitar sesini arada bir yolluyor odama- fragile-sting-

hastaneye gitmekten korkmak değil ama, bir şekilde rahatsız olan biri olduğum için çok zor giderim. evde o yatakta, yalnız bir halde, baş etmeye çalışıyorum. kahretsin su almayı unuttum.

seks, para, alkol, iyi sarılmış bir cigaralık içinde afgan gülü olan, bu dünyanın sunduğu ne varsa parlak, hepsi birer hiç. başımı kaldırıp, kitabımı okumak istiyorum. yada kana kana su içmek. hepsi bu, ama izin yok.

sırtım, bacaklarım, omuzlarım bıçak saplanır gibi, gözlerim kan çanağı olmuş, ellerim titriyor. sesim çıkmıyor, iki göğsümün arası yanıyor, eriyor, dağlanıyor. pencereden içeri, ışık, köpek sesi, iki adamın konuşması giriyor. başka da kimse yok. hiçliğimle, o dışarıdaki küçük hayat belirtilerine sığınıyorum.

adamlar ne konuşuyor?
köpek neden sustu?
on dördüncü araba geçti.
işık daha fazla ışık.
su olsaydı, iyi olurdu.

artık ağrılara yenik düşüyor bedenim, hiçliğimin ortasındayım. ben, diye başlayacak şaşalı hiç bir cümle yok aklımda, artık olmazda, hiçliğimin ellerinde ipler. ve, şirin'i düşünüyorum. siyah saçlı, her yanı diri, gözlerinde, cennetti ve cehennemi gördüğüm şirin'i. bir camii avlusunda sadece altı kişinin kaldırdığı tabutunu görüyorum. uzaktan izlemiştim. sonradan annem anlatmıştı. şirin in kocası yatalak, biri sakat üç çocuğu vardı, yetişemediği vakit, küçük paralara koynuna girermiş adamların. camii avlusunda göremediğim adamların.

gözlerim yanıyor, acı iyice bastırıyor, uyuşturuyor bedenimi, dalıyorum hiçliğimin uğurladığı bir uykuya.

bir şarkı gitar sesini arada bir yolluyor odama. -rüyalar-ercüment vural-

bir korku unsuru olarak sümüğün burundan fırlaması

öyle bir andır ki geri getirmek için her şey feda edilir. öyle ıyy, vıyy demenin hiçbir âlemi yok (ahkâm kesecek bir rütbede değilim lakin) gayet insana aittir, doğaldır.
istem dışı fırladığı anda 'fut' ya da 'huht' tarzı efekt yapar.

dört kafadar erkek, akşam açık hava bir mekanda eğlenir, muhabbet gök kubbeye çarpar. uzun zamandır dışarıya hasret 'garip' adam ota boka güler eğlenir.
1.adam- işte kız gelmiş
garip- hoh hoh, hooo
2.a-levent in haberi yok tabii
g-offf haah haaa hooh hoo 'fut'
garip farkında değildir. ortam sessizliğe bürünür-
g-ben bir tuvalete gideyim.
1.a- abi, şuraya yapıştı yaa
4.a-ben bu bebeyi öldürürüm yaaa
3.a- mal yaaa bir de her şeye gülüyor.

-----------------------------------------------------
iki kanka kızımız vitrinde sezon ürünlerini yakından keserler...
1.k-kanka süper yaaa
2.k-efeeet, fut, fut (duble kaçar farkındadır-1.k anlamaz)
1.k-kankaaa, ya ne oldu yaa bir şey geçti gördünmüüü
2.k- ne geçti kızııım
1.k- bilmem, böle mermi gibi yaaa
2.k- kırmızı ayakkabıya baaak

-----------------------------------------------------
bir iş görüşmesi, patron cana yakındır, görüşmeye gelen salar kendini..
patron- işte bizim dünyamız mert
mert-ehe ehe emin olun sizi utandırmayacağım. ehe eh.. fut (patronun kazağa yapışır- her ikisi farkındadır. patron geniş adamdır)
patron-ziktir et ya keh keh kir göstermiyor bu..
mert-babamsın.. babam
-----------------------------------------------------

bir buluşma anı mekanda her şey yolundadır.
kız- ya çok eğlendim bugün yaaa
erkek- sevindim,(iç ses-kız tamam yaaa, tavşan bu yaaa düştü yaaa)
kız- size gidelim buradan
erkek-ohoo oley fuuut (büyük kalibre çıkar- o güzelim diesel e yapışır.)
kız- hesaaaap, hesap lütfen
erkek-o neydi yaaa?!!

kumarbaz

kaybetmekten ayrı kazanmaktan ayrı zevk alan adamdır.

kumarbaz, otele ayağını atar atmaz, kıyafetlerini değiştirir, çok pahalı parfümünü havaya sıkıp altına girer. soğuk bir su şişesinin kapağını usulca açar, sessizlik derin bir sessizlik öyleki en alt katta mutfakta yere düşen kaşık sesi duyulur. bu enerji harcanmıyormuş görünen anda serotonin ağızdan taşmaya başlar. küçük bir yudum su sonrasında kapıya doğru yürünür.

kahvehanede birbirinin on lirasını yirmi lirasını almaya benzemez, oradaki şeytanlık, kunduzilik, köylü kurnazlığıdır. öyleki, oynan oyunlarla karşısından aldığı on lira ile değişen hiç bir şey yoktur. yani küçük hırsızlıktır.

kumarhanenin kapısından girlirken, kayıtlı değilsen bir vesikalık foton çekilip anında pek hızlı üzerinde ismin kazınmış bir kart verilir eline, illa kayıt şart değildir gezer dolaşırsın büyük oynan masalarda cana yakın tavırla belki bir kaç bardak jackbul da içersin. (las vegas da herşey daha farklıdır. olay kıbrıs da geçmektedir.)

pahalı parfümlü adam, öyle pahalı parfüm kullanıyor diye, içerdeki özel odalarda oynayacak kadar da zengin değildir. orası azmanların yeridir. çıldırılır, suratlar değişir, makyajlarıyla daha bir şeytan olmuş kadınlar, ağzı kulağına kaymış adamlar, kurpiyerin uzun kırılmış tırnakları, tod browning'in london after midnight filmindesindir. dışarıdan bakıldığında her şeyin normal içeri girdiğinde her şeyin değiştiği yerdir o odalar.

adam bir masaya yaklaşır, güneşte simsiyah olmuş bir kadın bir rulet masasını kapatmış tek başına oynamaktadır. ayak fetişi olan adam, kadının ayaklarına bakar, olağan üstüdür, kadınla göz göze gelirler kadının yüzü -get lan şurdan- tarzındadır, kadın bardağı yer gibi ağzına sokar, adam tiksinir.

başka bir masaya doğru yol almaya başlar, dolar ve euro masaları olmak üzere ikiye ayrılı rulet masaları, masalarda limit, 50 dir. fazlası kabul edilmez bassan bile bas git derler. iki üç kişinin olduğu dolar masasını görür, doların olduğu sağ cebini avışlar (az önceki kadının etkisi geçmemiştir) ama aradığı daha kalabalık bir masadır.

kalabalık bir bir euro masası dikkatini çeker masaya yaklaşır, masa da müthiş bir enerji film efekti eşliğinde huuuu hoooof tarzında yüzüne çarpar. adam sol cebinden çıkardığı 100 euro yu kart ile birlikte masaya fırlatır.

-renk ver
-beyfendiye 100 boz
- (yüksek sesle) last bets

adam 100 euro yu bozdurduğu halde oyuna girmez solundaki ekrandan son çıkan rakamlara bakar, masa şefi öpücük atar (kıbrıs da garsonlara ismiyle yada garson diye hitap edilmez, dudaklar büzülerek öpücükle çağrılır) şef ekrana bakan adamımızı işaret eder.

-bir arzunuz var mı?
-buzlu chivas regal, davidoff puro
-derhal

kumarhanenin her yanından içeriye oksijen püskürtülür(oyun oynayanlar daima canlı kalsınlar diye), sadece oksijenle kalmaz halıları, ışıkları, çalışanların kıyafetleri, oyun makinelerinin sesleri bile özel tasarlanmıştır. işte böyle bir ortamda, 1 e 35 veren rulet oyununda kurpiyerin new bets dediğini duyar adam, eller, pullar, rakamlar, topun dönerken çıkardığı ses, garson tepsilerine bırakılan bahşişler, masaya ve topun döndüğü yere dikilmiş gözler, -last bets- yan masadaki kahkaha, güzel ayak çirkin yüz, -no more bets- masanın kenarında hazır olda bekleyen garsonlar, omur iliğinde gidip gelen ılık his, 13 rakamı, hepsinden farklı yeşil 0 rakamı, kasaya çekilen pullar.

saat 04.30 kumarhane 05.00 da kapanır, adam buz gibi olmuş (bir kumarbaz deyimi) kollu makinalrdan birinde oturmuş, kucağında jeton kovası, cepteki 10 bin eorudan 1000 kalmıştır geriye, (yarın hiç bellli olmaz) en ufak bir üzüntü belirtisi yoktur. makinadan gelen ses, mekan sesi her şeyden arınmış, iki sibiryalı bir iri göğüslü latin kadınlarla yapılan grup seksin sağlayacağı orgazm yaşanmıştır. kovadaki son jeton atılıp, kol çekilir, adettendir makinaya bakılmadan gidilir.

acımak ile sevmek arası

ince bir aradır. bir konuşma anında, sırası gelen adam susmayı tercih eder. çünkü, bir adım sonrası kavgadır. i̇şte karşı tarafa hissedilenin adının böylesine ara bir durumda olmasıdır. acıdıysanız, sevdiğinizi hiç bir zaman anlayamazsınız, sevdiyseniz acımadığınıza hiç bir vakit inandıramazsınız.

adam- - - dedim ve kaldım.

karşımda duran adam yazısından yola çıkarak şu soru geldi aklıma, yazdığıma karşı genelde nasıl bir duygu içindeydim?
kesinlikle bilmiyorum.

aşırı yüksek tavanlı beyoğlu odalarında sevişirken, bir boşluğun içine doğru düşüyormuş hissine kapıldığımdan ve birde nerden gelir bilinmez hep bir esinti olur ve sağımı solumu ağrıttığından pek rahat edemezdim. ama onunlayken, bu saydıklarımın hiç birini yaşamıyordum, hatta sevmeye bile başlamıştım, aşırı yüksek tavanlı beyoğlu odalarını.

-senin gibi bir hatunun geceliği normalde bin dolar.
-eee
-yarın, sana bir şey soracağım, söylediğim hiç bir şey seni sinirlendirmiyor değil mi?
-sadece senin söylediğin her şeyi yazıyor, düşünüyor, sonra da tiksindiğim karılara dönüyorum. o yüzden emin olabilirsin son derece tesirli.
-sıçar gibi yalan söylüyorsun.
(kadın kahkaha atar.)
-bir şekilde dayanamamak bu olsa gerek, tarifin kısaca şu, güldürüyor beni, sıcak geliyor ve dinliyor. şu benzetmelerin , ha bir de olağan üstü rahatlığın, ilk tanıştığımız da bana ne söylediğini hatırlıyor musun?
-yine bir şeyi hatırlamalıyım.
-kızım yarın diye isim mi olur amına koyim, normal yarınla karışmaması için nasıl tonlayacağız biz bunu.
-bu rahatlık değil kızım, kurtulamadığım sığırlığım. bu arada tekrar söylüyorum bu tarzdan sıkıldım.
-bana bak, ben düzenli bir hayatımız olsun dediğimde, sen bana, hayır, farklı iki hayat aksın, bu sular, yatağında her buluşmasında, kendimize sahte birer hayat çizip, o geceyi birlikte geçirelim dedin.
-iyi bok yemişim, tamam bitti. belirli bir düzene sokalım.
-neden bunu istiyorsun biliyor musun? hala dikkat çeken bir kadınım, hala güzel, hala genç ama artık sen benim mahkumiyetimden emin olduğun için acımaya başladın.
-ne acıması?
(kadın bağırır.)
-sakın ağzını açma. siktiğimin her bokunu bilirsin anladık. benimde bildiğim bir şey varsa, bir kadın acıma ile sevmek arasında ki farkı çok iyi anlar. sakın bana acımıyorum deme.
-yarın, yanıma gelir misin?
-ne olur, git buradan ne olur git, sonra konuşalım.
saat 05:13, ara sokaklar muntazam can sıkıcı, yürüyorum.

bir hafta önce çoğu vakit yemek yediğim bir mekanda tanıştığım kadın, banyomda yıkanırken, beyoğlun da, yarın ile yaşadıklarım aklıma geldi. salon da oturmuş banyoda ki kadına cevap verirken, acıma ile sevme arasındaydım.

karanlık depoya kilitlemiş çocuk gibi sessizce ışığın sızdığı yere bakıyordum. öylece duruyordum.

tek sevgi annenin çocuğuna duyduğu sevgi mi? hayvanları neden besleriz, acıdığımız için mi yoksa sevgiden mi? sevgi neden, herkes için ayrı bir anlam ifade ediyor? böyle olması onu yabancılaştırmıyor mu? ya da sevgi aslında, kısa anlık bir haz sonrası çıkar ilişkileri mi? nereye kadar ilk günkü gibi sevilir. aslında hepimiz görünmeyen imzalar üzerine sevgi yaşayanlar mıyız? neden sevgi zamanla tükenir derler ki, nasıl bir zıkkım bu piç ki zamanla tükeniyor. bütün kadınlara acıyor muyum, yoksa asıl onlar beni acınası halimden mi bırak gitti. acımak - sevmek - delirmek üzereyim.

-canım birlikte duş alalım mı?
------------------------------------------
akşam zengin muhitin, loş ortamlı şık mekanındayız. ortam ışıklarının bu denli loş olması, etrafı bokla sıvadıkları hissini uyandırıyor. o yüzden geceleri mekanlar da sadece içebiliyorum. yemek mi asla.

-canın mı sıkkın vezirim.
-yok ya, yarın'ı düşünüyorum.
-bırak be yarını abi, bugünü yaşa
-siktir lan, büzüük.
-tamam be oğlum şaka yaptık, o kız da bir garip sende.

yanımda, benimle tanıştırılmak üzere getirilen kızın suratı iyice düşmüştü.

-kokun nasıl?
-o ne demek?
-kokunu soruyorum, nasıl?
-ne bileyim?

elimi elbisesinin altından sırtına sokuyorum, sırtında ki metal parçası, bir an kasılmama neden oluyor.

-kokun güzel.

en yakın ev büzüük'ün olduğu için onun evine gidiyoruz. geniş ortamlar arzuluyorum artık. salondayız. salonun dışarı bakan penceresine mavi bir ışık vuruyor, dışarısı aşırı sessiz, cama yaslanmış kızın, çıplak sırtında omur iliği boyunca taktığı metalleri okşarken, koklamam aşırı tahrik ediyor.

-demek sevmeden de sevişilebilinir. diyor.

gelmeden önce yaptığım konuşmanın ön sevişme etkisi bıraktığını görüyorum.
bir an pencereden, aşağıdan geçen bir adamı görüyorum. anlık bir tiksinme ve ikimize birden acıyorum.
peki ya insan kendini acıyarak mı, yoksa severek mi besler.

beyniiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiim. beynim yanıyor.

gözlerimi açtığımda, iş yerinde koltuktayım, dün gecenin yorgunluğunu her yerimde hissediyordum. ----kız kim bilir ne düşünüyordur hakkımda- gözlerimi açtığımda bizim fatih, poğaça aldım abi yer miyiz dedi. devamlı beni böyle dağıtmış halde tanıyan ve gören çocuğa

-bana acıyor musun yoksa seviyor musun? diyorum. kendini mutfağa ışınlıyor.

kitapçı babaya gidiyorum.

bazen birilerinin acımasını isteriz, bununla mutlu oluruz. acınası halimizin dikkat çekmesi, hoşumuza gider, kimi zaman acımayı tercih ederiz, acıyan tarafta olduğumuz için kendimizi iyi ve mutlu hissederiz. kimi zaman, acınan ve acıyanı izler, yine acırız. acınacak halde diye bir model belirlenir ve bununla terbiye edilir, bununla uyarılırız. acınılacak olanın halinden dolayı mutlu olmaktır hakkımız. yirmi birinci yy hoş geldin, bu kadar acımanın içinde, sevgiye yer yoktur. çünkü sevgi göstermek, acınılacak hale düşmektir. onların dininde dedi. kitapçı baba.

kitapçı babaya ne zaman gitsem, sorumun cevabını almak yerine yeni sorular alır evime öyle dönerim. ama sanırım bende bunu seviyorum.

belgrad ormanında, koşturan çocuklardan biraz uzaklaşıp bir yere uzanıyorum. yeşil başımı avuçluyor.

bunca zaman, tam olarak ne yaşadığını bilmeden akan zamanın içinde savrulan toz parçacığı bu insanlar diye düşünüyorum.
sevmeye itiyorum bedenimi, sevmeyi anlamaya, tükenmeyen sevgi icat etmeye...

çocuklara bedava dondurma veren esnafa ithaf olunur.

başkalarının aşkında sarhoş olmak

kişinin dinlerken, ulan böyle aşklar kaldımı peeeh, demesiyle, bende yaşarmıyım lan bir gün tazrında tepki verdiği durumdur. kimi hikaye alkol eşliğinde, kimi direk çarpar.

-gölgesini şeytana satan bir adam. çağdaş bireyin çıkışsız ve buhran yüklü yazgısının ilk izlerini taşıyan güzel bir anlatı. bir de bendel karakteri var. tam senlik. dedi. sarışın adam.
-adelbert von chamısso, bizim ülkede tanınmış bir yazar değil sanırım. dedi. siyah saçlı adam.
-ben çıkıyorum. kendinize iyi bakın. dedi. kerem.
-sende iyi bak dediler, arkasından.

kadife kaplı rahat koltuklara biraz daha yerleştiler, sarı adam hemen yanında duran şarabı açmaya koyuldu. siyah adam, kitabın arka kapağını gözüne iyice yaklaştırmış okuyordu. igor stravinski nin requiem canticles ini kapatıp yerine, erik staie, seçildi. oda, sokağın cömert ışıkları ve köşe lambasının ışığı ile aydınlatılmıştı. sarı adam iki sigara yakıp birini siyah adama uzattı. pencereden gelen rüzgar kapıyı kapattı.

siyah adam, bu kerem in, bir hikayesi, kız falan sanırım. hiç tam bilemedim o yaşananları, anlatsana. dedi.

gymnopédie no.1 çalmaya başladı.

nerden geldi aklına şimdi?

anlat. dedi. siyah saçlı adam.

onlar şarabını içip konuşurken ben size kerem in ağzından yaşananları anlatayım. ben kim miyim? ben, yan oda da, saksılarına şiir ekmiş boy vermelerini bekleyen adamım.
kerem in anlattığına, bizimde gözlerinde görüp, daha önce hiç bir şeye bu kadar inanmadığımız aşk hikayesi şöyle başlar.

sokaklarda kimse yoktu. ağaç dalları hiç görmediğim kadar canlı, gözlerim yeşilin her türlüsünü görüyor, kulaklarımın tam arkasından harika bir serinlik geçip gidiyordu. kaldırımda yürürken birden, önce bacaklarım sonra tüm bedenim hafiflemeye başladı.
göğsümün, karnımın içindeki her şey boşaldı, tüm hava vücuduma hızla doluyor sonra akıp gidiyordu. uzun ince bir kağıt gibiydim. tek hissim ağzımın içindeki tattı. serin, tarifini edemediğim bir meyve tadı vardı. birden kapının önünde durdum. kitap, müzik, film ürünleri satan dükkana başımı kaldırıp yukarıdan aşağı bir süzdüm, bu sırada sokağın sessizliği dikkatimi yeniden çekti. kapıyı ittiğimde, önce kapının üstündeki zili duydum, içeri girdiğimde çalan müzik kesildi. konuşan insanlar, gülen insanlar, sadece dinleyenler, tek başına olanlar. herkesin yüzüne detaylı bir biçimde bakarak ilerliyordum. kimse beni görmüyor gibiydi. sonra birden neden burada olduğumu hatırlayıp, lermantov un -çağımızın bir kahramanı- adlı romanını aramaya başladım. bölümleri hızla gözümün önünden geçiyordu, kişisel, tarih, mizah, tiyatro, yabancı klasi

-öylece kalmış mı? dedi. siyah saçlı adam.

-öylece kalmış, aramızda kalsın boynunu ovup durur, o günden kalma olduğunu söylemişti. dedi. sarı saçlı adam.

boynumun sol yanı, ağrımaya başladı. dizlerimden tuhaf ılık bir su boşalıyor, sırtımın içinde karıncılar bir yukarı bir aşağı yürüyor, ağzımın içindeki o tatlı meyve yerine ekşi bir ıslaklık dolaşıyordu. annem, babamın yaptıklarına dayanamayıp, evden ayrılırken ben gidiyorum oğlum demişti. onun arkasından baktığım gibi, yok yok, büyük bir hayvanın kesilişini ilk kez gördüğüm gün gibi, hayır, bir atın doğumunu izlediğim gibi bakıyordum. nasıl baktığımı bilmiyordum. ama yüzümün çok aptal göründüğünü biliyordum. kendimi düzeltiyordum ama sonra yeniden, kendimi düzeltiyordum sonra yeniden, bu böyle sürüp gidiyordu. ve nasıl olduğunu asla anlayamadığım gözlerimin dolması. hayatta ağladığımı gören olmamış, hatta annem giderken bile ağlamamıştım.

yanına gitmek istiyordum, hatta koşmak, nerdeydin demek istiyordum. şimdiye kadar tarif edilen tüm aşk olaylarına, yüz çevirdiğim için utanıyorum. alnıma dokun yanıyorum demek istiyordum. ama orada öylece çakılıp kaldım. gözlerinden, dudaklarına inene kadar gözlerim, zaman duruyor, mekanın içinde, ince bir kum gibi elbiselerimin içinden yere boşalıyordum.

-gidip konuşmamış mı? dedi. siyah saçlı adam.

-hayır. orada öylece kalmış, kız çıkıp gitmiş. bu hala orada. sonra yanına gelip su falan vermişler. şarap?

-lütfen. eee, sonra?

iki hafta sonra, tüm arkadaşlar sende gel demelerine rağmen, onlarla gitmeyip, kahve içtiğimiz yerde kaldım. soğumuş kahveye bakarken, kahvenin içinde bir baş göründü. sonra omzuma bir el dokundu. omzum çıkıp yere düştü.

-omzu da mı sakat yoksa? dedi. siyah saçlı adam.

-yok hayır. omzunda bir şey yok. dedi sarı saçlı adam.

kitapçı da gördüğüm yüz hemen sağ yanımdaydı. sandalye boş mu diye sordu. ne olur, biraz oturur musunuz? dedim. hiç ikiletmedi. hemen oturdu. iyi olup olmadığı mı sordu. derdimi anlatıp, tanıştık ama sadece tanışma, özel hislerimden zerre bahsedemedim. sonra sustum.

-söylediğine göre yarım saat konuşmadan durmuş hocam.

-kızda mı konuşmamış? dedi. siyah saçlı adam.

-yok, tam bulmuşlar yani birbirlerini.

onca suskunluktan sonra, ne tür müzik seversin dedim. sadece bu geldi aklıma. tam bir salaktım. rock müzik dedi. şaşırdım. hiç öyle görünmüyorsun dedim. nasıl görünmeliydim dedi. yani diye ne diyeceğimi bilmeden kıvranıyordum. aslında çok rahat konuşan biri olduğumu, ama onun yanında tutulduğumu anlamış gibi sürekli yardımcı olmaya çalışıyordu sanki beni hiç zorlamadan hemen cevap veriyordu. şu görünümdekiler girebilir şunlar giremez diye bir durum yok. dedi ve güldü. bende caz severim dedim. hem zaten müzik, hepsi aynı gibisinden bir kaç cümle çıktı ağzımdan. onaylamayan bir suskunluk gösterdi. ne fark var peki anlatsana dedim. sırf susmasın konuşsun diye, ve buyurdu.

caz konserinde alkış vardır. alkışlamanın anlamı şudur: seni dikkatle dinledim ve şimdi sana saygı gösteriyorum. rock adı verilen müzik durumu değiştirdi. önemli olgu: rock konserlerinde bu türden bir alkış yotur. alkışlamak ve böylece çalan ile dinleyen arasındaki tehlikeli uzaklığı görünür kılmak neredeyse bir günahtır, rock müziğinin dinleyicisi konsere yargılamak ve beğenmek için değil , müziğe teslim olmak için , müzisyenlerle birlikte bağırmak ve onlara karışmak için gelir; burada zevk değil özdeşleşme aranır; mutluluk değil içini dökme aranır. dedi.

bir taraftan çocuk gibi mutluydum, tüm masaların arasından koşup herkese dokunmak istiyordum. diğer taraftan hayatımda ilk defa dinlediğim bir konuşmayı tüm kelimelerine varana dek anlamıştım. başka bir durum ise, harika konuşuyordu.

ellerine bakıp durdum, elleri yeter dedim, bir kadının elleri nasıl dokunacağının, nerden geldiğinin, neler yapabileceğinin görülebildiği en güzel yeridir. onun ellerine her baktığımda, kutusundan yeni çıkarılmış, camdan değerli bir eşya geliyordu aklıma, büyük bir hassasiyet içinde izliyor, dokunuyor, koruyordum.

tam iki ay, konuştuk, seviştik, arındık, dinledik. gözlerimizdeki perdeyi kaldırdık birlikte, tüm renkler değişti. tüm insanlar değişti. bir insana bakarken geleceğini görebilmek gibi sarsıcı duyguları yaşadık, dokunuşlarımızda tüm insanlığı bağışlıyor, tüm insanlık için yanıyorduk. onu uyurken izliyordum, tanrı nın gücü karşısında sarsılıyor, mutfağında ağlıyor, onun sevdiği müzikleri dinleyip, teslim oluyordum tıpkı onun dediği gibi.

bir gün bana, bak avuçlarıma bak dedi. sana bakarken vücudumdaki tüm kan buraya toplanıyor. şimdi dokun ellerinle, bak kan bütün vücuduma dağılıyor. gözlerimi kapayıp, boynuma dokunduğunu hayal ediyorum, hasta bir çocuğun bedeni annesine teslim ettiği anı düşün, başını göğsüne bırakır ya hani, sonra anne sıyırır çocuğunun elbiselerini, işte öyle gevşiyor, eriyor, yeniden doğuyorum. dedi. sevdiğim kadın. sonra gözümden öpüp, hep yanında olacağım, dedi. sarıldık. öylece kaldık.

sonra, bizlerle tanıştırmak için, bize davet etti. ilk defa, görecektik onu.

-nasıl birisi dedi. siyah saçlı adam.

-kız gelmedi hocam.

müzik değişti. albinoni den adagio in g minor çalmaya başladı.

-anlamadım?

-kız hiç yokmuş aslında. dedi. sarı saçlı adam. o gün akşama kadar bekledik, telefon açtık yok. akşam oldu, önemli bir şey var sanırım diyerek çıktı gitti. kızı hiç görmedik. ne bir fotoğraf nede başka bir şey. tıpkı gölge oyunu filmindeki gibi, bu bir kadından bahsediyor ama, ne gören var ne bilen var. kızın dediği ev boş. böyle bir aşk yaşamak, zaten mümkün değil dedik, uzun süre, halası ilgilendi keremle. tedaviler falan. sonra o da bahsetmeyi bıraktı. düzeldi. öyle biri olmadığını kabul etti. ama, tıpkı bahsettiğim romandaki, gölgesini satan adam gibi, hemen fark ediliyor, gören herkes en acı anısını hatırlayıp kahrediyordu. sonra, biraz daha düzeldi, biraz tebessüm eder hepsi o kadar. şarap.

-sağol. çok acı be kardeşim.

-öyle, hadi sağlığına.

kerem in aşkı ile sabahın ilk ışıklarına kadar içip sarhoş oldular. sızıp kaldılar sonra. ben, evet saksılarında şiir açmasını bekleyen adam. bu arada kerem in hikayesinin gerçek sonunu anlatayım sizlere.

kerem, kendini biraz toparladıktan sonra, eve dönüp, odasına çekildi. bir kaç gün sesini bile duymadık. sonra odasında ne varsa boşaltı sadece yere bir hasır, yanına su ve kitaplarını alıyordu. bir gün salonda otururken, elleri ve tüm vücudu mürekkep içinde çırılçıplak karşıma dikildi. sen bana inanıyor musun? dedi. böyle çaresiz olduğum bir anı hatırlamıyorum. evet diyip, banyoya götürdüm.

bir yandan okula bir yandan işe giderek, kendini bitirircesine, çalışıyordu.
evde tek başıma olduğum bir gün, kapı çaldı. kapıyı açtığımda, tanrı nın ruhundan fazla üflediğinde neler olduğunu gördüm. kerem in sevdiği kız, karşımda duruyordu. elinde bir mektup, kendini tanıtıp, kerem e verebilir misin dedi. ağzımdan hiç bir kelime çıkmadan teşekkür edip, gitti.

mektubu mutfaktaki masaya bırakıp, ellerimi bacaklarımın arasına kıstırıp, düşünüyordum. iki şey vardı aklımda, birincisi arkadaşının sevdiğine aşık olan insanları anlamıştım. diğeri ise başkasının mektubuna bakılmaz saçmalığı, nasıl dayandığımı bilmiyorum.

kerem, eve döndüğünde, olanları anlatıp mektubu uzattım, bir insanın ölmek ile yaşamak arasında gidip gelişine tanık oldum. odasına girdi. mutfakta bir sandalyeye oturup, hiç durmadan sigara içtim. odasının kapısı açıldı. yanıma geldi.

gülümsedi, bu öyle bir gülümsemeydi ki, her şeyi anlatan ve yaptığın tüm yanlışları yüzüne vuran, insanın nutkunun durduğu bir gülümseme.

tanrıyı affettim. dedi. ve çıkıp gitti.

gülümseme yüzüne yadigar kaldı.

o mektupta ne yazdığını hiç bir zaman öğrenemedim. ama, kerem in gülümsemesi, sevdiği kızın yüzü aklıma geldikçe geceleri, sarhoş olurum.

şimdi, gölgesinde huzur bulduğun bir ağaç gibidir kerem. yazar, yazar, yazar.

zaten şiir yetiştirmeyi de o öğretti bana.

yüzündeki gülümsemede tüm acılarını gördüğüm, dostuma ithaf olun

sevgi zamanını erteleyenler

sınava iki hafta kala, daha iki hafta var. sınava bir hafta kala, her akşam düzenli çalışsam yeter. sınava iki gün kala yarın gece hiç uyumadan çalışırım. sınava bir gün kala, gecesinde uykunun gelip aman şimdi çalışsam ne işe yarar ki, diye sürekli erteleyen, sınav günü bir boku beceremeyip, birde efkarlanan, tanımlanamayan cisimlerin yaşadığı ruh halinin acayip benzeridir.

evin içinde dolaşan kadına dikkatle baktığımda, ilk dikkatimi çeken yeri saçları, o kadar güçlü ve düzgün saçları var ki, bütün özelliklerine rağmen dikkatim bir müddet sonra saçlarına kayıyordu.

birlikte geçirdiğimiz günün her sabahında benden önce kalkması, hazırlanması, (o birbirinden harika terliklerinden çıkan sese uyanırım genelde) kahvaltı hazırlaması, bir elini yatağa yaslayıp benimle konuşması, düzenli sporun güzel karşılığı büyük ama diri göğüsler, küçük kalçaları. kendimi kötü hissetmeme yetecek onca sebeple ve harika saçlarıyla geliyor kadın.

konuşurken, dikkatle; kulağıma, gözüme, kaşıma ya da başka bir yerime odaklanarak o bölgeyi daha yakından tanımak isteyen bakışlarının hemen yanında inceleyen hareketlerle birlikte dokunurdu. sakin ama doğru tonlamalarla anlattıklarını hiç usanmadan dinlerken, gözüm istemeden yine saçlarına doğru akardı. yüzümü saçlarına gömdüğümde ise yüzüm ile kulağımın arasında bir yerde derin bir nefes alırdı.

evin içinde gidip gelen kadın, şimdi salonda karşımda dikilmişti.

-canım kitabını unutma. dedi. bir taraftan arka kapağını okuyarak.
-hmmm, alacağım.
-biliyor musun daha önce hiç duymamıştım bu yazarı, dedi ve uzattı kitabı.
-sabato iyidir. (bu neydi şimdi diye, çantaya kitabı koyarken düşündüm. sabato iyidir, bu
bir yorum mu? yorumsa neyin? sabato, eski bir arkadaşım ve kendisi mi iyi, yoksa sabato nun bütün yazdıklarına kefilim anlamında bir iyi mi?)

-bende okumak isterim.
-tabii, birkaç not almam gerek, bir iki günden bitiririm. bu arada tünel romanı, çağdaş latin amerika edebiyatının en güzel örneklerinden biridir. (hıh, yine başladım. kendi içimde, bu evin içinde kadına karşı yakaladığım, tek noktadan büyük bir imparatorluk inşa etmeye çalışıyorum.)
-pazar için bir şey düşündün mü?
-aklımda bir şeyler var ama daha sonra konuşalım olur mu?
-olur canım.

son birkaç gündür kendimle boğuşuyordum. üstelik bu boğuşma, benim üç katım büyüklüğünde bir zebellahın, kolu arasına sıkışmış başımı kurtarmak gibi naçar bir boğuşmadan ibaret. kendime baktığımda haklı olabileceğim tek bir tutar dal bulamıyordum. ama inat ederek kendimde hiç sorun bulmadan, hemen sonuca ulaşıyordum. benim dışımda insanlar ve bütün dünya iğrençti.

dünyanın iğrenç olduğu, kanıtlama istemeyen bir gerçektir. bunun böyle olduğunu göstermek için, her halde, bir olay yetecektir. bir toplama kampında, eski bir piyanist açlıktan yakınıyordu, bunun üzerine kendisini bir fare yemeye zorladılar, hem de canlı bir fare. fakat benim şimdi sözünü etmek istediğim bu değil, olanak bulursam daha sonra döneceğim bu fare öyküsüne.

-tünel romanını oyunlaştıracaksan açılış kısmı burası olmalı, seyirciyi yakalayan sıcak bir havası var. bu klasik bir esnaf taktiğidir aslında bilir misin? hem oyuna pür dikkat odaklanacaklar, hem de az önce okuduğum fare öyküsünün devamını merakla bekleyecekler. dedi. cenk

-düşünülebilir. dedim(hay sıçayım, neyi düşüneceksin? harika bir fikir, günlerdir, oyunun ilerlemesinde harika giderken başımı yiyen giriş problemi çözüldü işte. ama nedensiz beğenmiyorum.)

-elbette düşün, ama inanıyorum harika bir oyun olacak. benim çıkmam gerek, bu arada nihal seni çok özlemiş, bir ara bize gel.

-tamam.

-ben kaçtım.

çıkıp giden insanların hemen ardından, hesaplar üzerine kurulu yaşamımı gözden geçirmeye başlıyorum.

karşı tarafı duymama, kalabalıklar içinde yaşanan yalnızlık, ailem hiç olmamış gibi onları yok sayma, esrarlı bir gecede esrarlı bir kafa ile pencere önünde durup, küçük olan ne varsa hepsinden büyük melankoliler çıkarma başarısı, kurşun gibi sözleri kendime doğrultup her defasında kafamı uçurma.

bir kadına, seni seviyorum dememe gayreti nereden bulaştı bana? bir erkeğe sarılmama hissi nereden çıktı? etrafım bu kadar kalabalıkken nasıl görünmez olabiliyorlar? bu kadar hızlı nasıl büyüdüm? nasıl oluyor da yediğim bütün salataların tadı aynı oluyor?

marmara denizi’nin boğaz ve haliç’le birleştiği tarihi yarımadada yer alan topkapı sarayı, 19. yüzyıl ortalarına kadar osmanlı imparatorluğunun yönetim merkezi olur. şatafat ve gösterişten uzak bir mimari üslupla inşa edilen topkapı sarayı, sade ama vakarlı bir duruş sergiler.

-bu ve buna benzer cümleler ağırlıkta, selim bey kimi yerlerde ağır bir hamaset olduğunu söylüyor. sizce nasıl? dedi. yeni işe başlayan, kıvırcık saçlı, antalya lı kız.

-evde bir gözden geçireyim. yarın konuşuruz olur mu?

evin yanındaki, iş yerinin yanındaki esnafa, kafamda daha önceden hazırladığım ezbere bir kaç cümleyi söyleyip hemen uzaklaşıyorum. ben kendimi diğerlerinin yerine ne zamandan beri koymuyorum?

kahve bardağı ile ne zamandır tartışıyorum, ya çok sıcaksın, ya çok soğuk diye?

-biliyor musun seni çok kıskanıyorum. dedi. sarışın kısık gözlü kız.
düşlerin kenti istanbul un tablolarına bakarken müzede, o kızın arkasından bakakaldım. bende senin şu yönünü öyle kıskanıyorum ki demeyeceğime ben ne zaman yemin ettim?

günlerdir kapalı bir odadayım, odanın duvarları soğuk büyük taşlarla kaplı, ortada sadece küçük bir sehpa, son kez sevdiklerimin dokunduğu gazeteler sarı, güneş görünmeden kaçıp gidiyor. biriktirdiğim küçük çakıl taşlarını bir dağıtıp bir topluyorum. fotoğrafları özenle yere serdim, basmadan yürümeye çalışırken göz yaşlarım dökülüyor. öyle bir zehir ki bu,ayaklarından yukarı doğru çıktığını ve diğer bütün acısını hissettiriyor, üstelik sen felçken.

sevgilerimi ne zamandır erteliyorum ben?

ne zamandır huysuzum?

uzun bir zamandır, sevgilerini erteleyerek kendini cezalandıran, çok sevdiğim dostuma ithaf olunur.

eski sevgilinin fotoğrafını bulmak

avucunun içinde dururken,tüm seslere dokunacak gibi olduğun andır.

kan kırmızı elim yüzüm, vişne sezonunu açtım. yarım yamalak duruyor kağıtlar ve öksüz bukowski, cortazar. kalemime değen ışık gözümü alıyor. pencerem, pencerem cılız ve korkak bir serinliği boynuma üflüyor. bir kadın tanımıştım, elleri çok güçlü. onun ellerini arıyor yorgun sırtım. yazılacak satırlarım öyle parlıyor ki, çölde gibiyim. doğruluyorum. olmuyor. fotoğraf gözümün dikkatini çekmeyi başarıyor.

bu fotoğraf nereden çıktı?

isyaaaaaaaaaaaaaaaaaan.

çocukken oyuncak vitrininde, gençliğimde kelebeğe benzeyen bir tokada, şehrimin boş meydanında, kalabalığın içindeki garipte, hapiste hayalini kurduğum bir bamya çorbasında takılıp kalan gözlerim, çınlayan odamda bu kez bir fotoğrafa taklıdı.

bu gibi duruma düşmüş adamlara bakar pek fazla anlam veremezdim. -ben bu derde düşmeden önce- gibi durum- aslına bakarsan kabullenememe durumu, birinin bırakıp gitmesi geride kalanın, bir avuç kalması, alışamadığım alışmak istemediğim bir hikaye.

makas nerede?

(orada işte gözünün önünde)

makas nerede makas?

eski mahallemde bir adam vardı. yaşar'ın şarkısında olduğu gibi tam bir fırt emin, tıpkı onun gibi savaş mağduru ve fırtın istiklalde yaptığını benim mahallemde yapardı adam. adam diyorum çünkü, ismini hiç soramadım, hep anlattı ben dinledim. yine gelenden geçenden sigara isterken ve ben karşıdan gelirken, elim cebimdeki fotoğrafı sımsıkı tutmuş, birden durdu adam bana baktı.

-hançer benim, yara bende. dedi

yolun ortasında perilerin inip adamı kollarından tutup kaldırdığını, benim yanıma da korna çaldı. sıçramadım, içime saplandı kornanın sesi-

apartman boşluğuna girip ağladım. fotoğrafı çıkardım öptüm. öptüm. öptüm. öptüm.

odamdayım. fotoğraf hala bana bakmakta ısrarcı.

çocukken babam, beni başka bir şehre götürmüştü ve orada bir bakkalın yanında bekle demişti bana. dedi. özbek kadın. orada taşın üstünde otururken babamın hiç gelmeyeceğini bildiği halde beklediğim an, en acı anımdır. diye anlattığı günden beri, oturup başımı eğdiğim her an, özbek kız çocuğu bekler yanımda. benden daha dirayetli ve gülümseyerek.

odamdayım, fotoğraf bu kez beni ağlatmayacak, ters çevirip bırakıyorum kitapların yanına flaubert ve steinbeck, iyi geceler diyor. kapıdan başını uzatıyor, simsiyah bir kadın. hadiii, diyor. arkasından yürüyorum. birden duruyorum.

çok feci dayak yemişiz, her yanım ağrıyor. polis, yaşayamadığı her şeyin hıncını çıkarmış bizden, fotoğraftakinin yanına, koşturarak gidiyorum. sarılıyor. tüm kederim-tüm ağrım geçiyor-

odamdayım. masaya koşturuyorum. flaubert ağlamaklı, fooğrafı alıp öpüyorum.

sonra kesiyorum makasla, ve saksıya gömüyorum.

geceleri ağlayan arkadaşıma sevgiyle

ben hiç korkmam kişisi

ossuruyorum rahatlığı ile bırakıp, sıçan adamdır.

kişi o derece bırakır ki kendini, korku anı yaşanırken acıyarak bakarsın.

küçüktüm, kendimden büyük adamların yanına takıldığım bir zaman, kafamı bir kertenkele seriliğinde kimin ağzından ses çıksa o yana çevirerek, gelecekte derin travmaya yol açacak hikayelerini dinliyordum.

-adam cinlere, abii ne olur bırakın gidiyim abiii, diyormuş, cinlerde vicdan olmadığı için hiç siklememişler.

-akşam sekiz surları, adamdan hiç ses gelmeyince kadın bir içeri bakayım demiş, adamın kafa sırtına dönmüş ustaaa, offffff, offfffff diye söylenip duruyormuş. karıda olduğu yere -

buna benzer bir çok hikaye anlatılıyor, sesimi çıkarmadan pür dikkat dinliyordum. ama dinlediklerimin hiç biri korku yönünden etki etmiyordu. belki anlatanların aşırı karikatürize ettiklerinden, belki de, etraftakiler, abi nediyorsun sen- derken bir yandanda hafif tebessüm etmelerinden, bahsedilen konular dokunmadan geçip gidiyordu.

o söze başlayana kadar her şey yolundaydı.

adamın sesi o kadar etkileyici ve tesirliydiki, etraftan gelen bütün ses ona yan rollerde eşlik ediyordu.

-eski epey eski bir tarihte, adamın biri, ben hiç bir şey den korkmam diye kasım kasım kasılırken biri demiş ki, nah şu elimde gördüğün mıhı, gecenin bir yarısı tepedeki mezarlıkta yeni açılan bir çukur var. onun içine girip duvara çak, sabahta bakalım demiş. adam, he hey, yapalım diye sıçramış hemen. gece olmuş, adam tek başına mezarlığa gitmiş, girmiş mezarlığa, elindeki mıhı duvara çakmış, tam çıkacak bir türlü mezarlıktan çıkamıyor, zorluyor ama olmuyormuş. adam öyle bir korkmuş ki, çatlayıp orada ölmüş. sabah gelip bakmışlar. (öyle bir anlatıyordu ki, yutkunmaları duyuyordum) adam gecenin bir yarısı acele edeyim derken, karanlıkta cüppesinin kenarını çakmış, çektikçe cüppe gelmiyor, içeriden biri tutuyor zannederek, çıldırıp ölmüş.

evde, okulda, her yerde mezarlığın içinde çırpınan adamı düşünmeye başlamıştım. orada ki çaresiz hali, derken son nefeslerini verişi. bu tarz olaylara çok kafa yormayan biriyimdir. ama adamın anlattığı o olaydan sonra, etrafımda böbürlenen birini gördüğümde sinirlenir bu hikayede ki adam bir kez daha aklımda canlanırdı. kendimi ya da başkasını onun gibi büyük konuştuğu için başına kötü bir şey gelecek zannederdim. -çok büyük konuşma, -günah- diyecek bir adam olmadığım için susar surat yapar, notunu içimden verirdim.

sevdiğim bir arkadaşım vesilesiyle bir kadın tanımıştım, kıvamına esmerliğin yakıştığı cinslerden. üst tarafı giynik pencerden dışarı sarkarken arkadan becerilme takıntısı olan bir kadın. aynı, yukarıdan tavırla, ben hiç bir şeyden korkmam derdi. ben uzaklaşırdım yanından, lafları duvarlar gibi çullanırdı üstüme. bazen kapanış cümlesi olurdu. –ben hiç bir şeyden korkmam-

günlerden bir gün, bizim afacan bu esmere, banyoda –yakala şunu diye kaldırıp hamster atmış, korkmam diyen kadının halini anlatırken bizim afacanın gözleri dışarı çıkacak gibiydi. –abi bildiğin at gibi yürürken sıçtı karı. banyo, salon- aaauuuufff

velhasılı kelam sevmem üst perdeden konuşanı.

insanın asıl korkmaması gereken sosyolojik baskıyla oluşturulan korkulardır, diyerek bir huzura doğru programının sonuna geldik tadında bitirmeyeceğim elbet, o pozisyonda da görmüyorum zaten kendimi. (bu arada keşke sosyolojik baskılarımızı yenebilsek) yinede bir gönderme yapmak gerekirse.

ben allah tan başka hiç bir şeyden korkmam diyen erkek ya da kadın, aslına bakıldığında korktukları şeylere karşı bir sığınma mekanizması olarak bu cümleyi kullanırlar.

bilmiyorum ama, tanrı kullarının kendisinden bu kadar korkmasına eminim üzülüyordur. korkulan değil sevilen olmak istiyordur. tanrı da olsa sevilmek istiyordur.

sosyolojik korkuya gönderme yapmak gerekirse,-ahlaki sınırın ötesine geçme dışlanırsın-

yazımı yazarken, serap yaklaştı (son zamanlarda bunu çok yapıyor sigara çay içiyorum diyerekten arkadan sessizce yazıları mı okuyor.) yine gözlerini kısarak uzun bir dikizden sonra,

-yahu, tamam da, bu korku duygusunu eğitip gerçekten korkusuz olanlar, yok mu? yani gereksiz korkuları, uydurma korkuları, kişiliğinden dolayı, şiirde ki gibi korkusuz adamlar yok mu? (burada ki şiir n.h. ran- yaşamaya dair adlı şiiri)

var elbet, olma mı? var tabii, ama hepsi bir gün, bir söğüt ağacının o eşsiz serinliğinde, ( tıpkı nazım ın rusya da vera ile paylaştığı gibi) uzaklara daldığında, aslında ne kadar gizlersek gizleyelim diye bir itirafta bulunurlar.

-ne kadar gizlersek gizleyelim, en büyük korkumuz ölümdür. zaten hiç bir korku, yaşlılıktan saçlarının ağardığını, kemiklerinin eridiğini, derisinin büzüldüğünü görmek kadar insanı derinden ürkütemez; çok sevdiğimiz yaşamın bizden göz göre göre çekilmesinin pervasız alaycılığıdır bizi korku ve yılgınlığa düşüren.

aslında derdim, korkulmayacaktan korkan, korktuğu halde saklayan, yarım insandan kaynaklanıyor.

serap, ellerinde yaşlılığın belirtilerini arıyordu. dışarıda asfalt eriten bir sıcak. ben, özlediğim yaşlı insanları düşünüyorum.

sınırları zorlayıp yağ lambalarını yakmak

her şeyi bilip, farkında olduğun halde, hayattan ve insanlardan beklentiyi artırma durumudur.vakaları, gecenin bir yarısı almanya dan gelen -meşin- topu alıp, cadde de nerdesiniiiiizz diye haykırmak ile başlayıp, her 5 tl verdiğinde 50 tl üstü almayı bekleyerek, gün içinde 100 tl bozdurup harcama olaylarına kadar varabilir.

buda benim zorlamam

saat 05:45. bugün yeni dönem işleri başladı. çekim, montaj, seslendirme, kaset, sanatçılar, kuaförde işe başlayan kız (sonuncusu ayrı bir konu) ve daha bir sürü iş beni bekliyor. ama biraz daha uyuyabilirim. hatta hiç gitmesem de olur.

saat 06.00 yatağın hemen kenarında ilişmiş, hiç uyku hissi çekmeden fal taşı gibi açılmış gözlerle balkon kapısının aralığından, garip bir şekilde bana bakan güvercine odaklanmış, kıpırdamıyorum. güvercin ile çok enteresan bir şekilde konuşuyorum. küfürler ediyorum.

-siktir git lan, ne konuyoooon, balkon biziim
-guuuk
-ölemi sikik.
-guuk guuuk.
-istediğin yere konamassın oluuuuum.

yatağın kenarına ilişmiş kendimden sıyrılıyor hayretle yine kendimi izliyorum. güvercin -mal yaa- diyerek uçup gidiyor. hala kuşun konuştuğunu düşünüyorum. sol kolum ağrıyor. bunun yanında burnum fevkalade kaşınıyor. salonun tam ortasındayım gözlerim cama takılıyor, dışarıda harika bir hava var. tam bu anda saate bakıyorum. 160 saat olmuş, 8 saat sonra tam 7 gün olacak. sigara içmeden tam 7 gün.

evden nasıl çıktığımı hatırlamıyorum. epey bir yürüdükten sonra ben ne yapıyorum deyip, sevdiğim bir kardeşimin bakkalına giriyorum. sabah haberleri şike olayları, her kesi topluyorlar.

-bir küçük su paşam. (parasını uzatıyorum)
-(televizyona dalmış bakkal) kim ne yapıyorsa, ne kader kabahatu var use, çeksun cezasunu. once benum takımumdan başlasunlar. hak hukuk bağa ne use herkese o olsin.

dalıııııp gitmişim vitrinde duran sigaralara, hepsi bir reklam çekiminde olağanüstü oyunculuk sergiliyor, hayal dünyam üniversal stüdyolarının tüm olanaklarını kullanıyor. kement atan bir kovboy vardı marlboro reklamlarında, o göz kırpıyor

-evlat yak bir sigara ve gidelim- diyor.
-dayıı bir git yaaa, bir işine git, git sığırları yakala. diyorum.
-niye, ne oldi? yoksa fenerlu musun? diyor bakkal.
-yoo değilim paşam, diyorum.
-neyun var senun?
- yok bir şeyim yok, hadi kolay gelsin.

kendimi dışarı atar atmaz, bir taksiye atlıyorum. bir terslik var. takside çok güzel bir kanal çok güzel müzikler çalıyor. hımmmm, hımmmm tadındayım. tam bu sırada, çlank, donnnnnk, bödöf, zobom, zutufff tarzı bir durum oluyor.

-abi bir mahsuru yok değil mi? tam yeni yakmıştım.
-(arkada eroin bağımlısı gibi sallanıyorum) yooo, yooo bir mahsuru yok. neden olsun ki, yok, yok yok, iyiyim ben, gerçekteeen. ıhhı. hızla yol alıyoruz, sessizim, dişlerim ağrıyor. karanlık bir odada
sigara içerken, içime çektiğimde ucunda ışığın harlandığını görerek daha da asılıp, nefesini önce burnumdan sonra ağzımdan bırakıp, pencereden gelen hafif sam yelini göğsümde hissedip, sonra bir nefes daha alıp kahvemi yudumladığım anı düşünüyorum. güzelim müziği değiştirdi. haberler. olsun.

-abi akp-mhp ile anlaşıryakında abi, yepisyeni bir anayasa yapsınlar.
-püskevitsiz çocuk kalmayacak.
-nasıl abi?
-şurada ineyim ben.

sağ salim iş yerine varıyorum. 6 gün içinde beklentim hep insanların beni takdir etmesi, beni her gördüklerinde parmakla göstermeleri, yanımda sigara içmemeye dikkat etmeleriydi. egoistliğin dik alası oldu yani.

dergiler, postalar, görevli, eft, mailler, telefon görüşmeleri derken dayanamıyorum. bizim çocukların odasına giriyorum. çocuklar bir yandan çalışıyor bir yandan çay ve sigara içiyorlar. kısa bir konuşma hemen dışarı atıyorum kendimi.

yeni bir program, koşturmaca, telaş her neyse işte eni sonu bir müzik programı.. mekanımız sokak olunca iş biraz daha ağır ama zamanda hızlı geçiyor. sokakta iş yapmayı severim hele müzik ya da belgeselse daha çok severim. istanbul'un en güzel mekanlarında -marsis- teneke trampet-masalın aslı- adlı ekipler çalıyor söylüyor. çekimler yapılırken bir köşede oturmuş fevkalade dinliyormuş gibi- duruyorum ama, tam olarak sigara saatine geldiğim içim, elime salim abinin tutuşturduğu kahvenin bardağını diş çıkaran bebekler gibi dişlerime sürtüyorum. acınası haldeyim.

istiklalin gobeğende bir adam, hırpani bir halde, gözleri avurtları çökmüş, karşıma dikilmiş.
-dayaaaaaaaaaaaaaaan, dayan seni aptal, bak yeniden sigara içmeye başlarsan, benim gibi olursun.
-ha siktir ya, oldu abiciğim, bu son sözleri, kendi halimi hayal dünyamda bu denli abarttığım için kendime söylüyorum. bu zor anları atlatmak için, kalkıp işi kontrol ediyorum. kamera, jımmy, stadycam- kısa ara- herkes koşturuyor. olgun yanıma geliyor.
-nerede bizimkiler olgun?
-abim, yönetmen bir arkadaşı ile şuraya geçtiler (bir mekan tarif ediyor)
-sağol canım. mekana girer girmez koyu yoğun bir amerikano söylüyorum. selamlaşayoruz, eski bir işten tanıyoruz birbirimizi, (sevdiğim bir insan) derken onlar konuşuyor, ben bacaklarımı sıkıyorum,

öyle güzel tutuyor ve öyle güzel içiyorlar ki sigarayı... yönetmenin arkadaşı- kapalı devreyiz, her şey sözde dünya başkenti bu şehirden ibaret, önemli olabilmesi için -olay- bu şehirde meydana gelmeli, koskoca bir ülke bu şehrin ağzına bakıyormuş gibi konuşup duruyoruz. haberler bu şehir üzerine yazılıyor, diğer iller yan rollerde, bu şehrin orospusu yüzünden bütün ülke belada, bu şehrin hırsızı yüzünden bütün Anadolu nun boynu bükük.

bir iki söyleyecek sözüm var ama dayanamıyorum, telefonla falan uğraşıp izin isteyip atıyorum kendimi dışarı.

kapıda bir sürü insan çok ünlü bir sanatçıyı takip eden basın ordusu gibi- hepsi birden -efendim buradan yakın, lütfen burdan yakın. rabarbası içinde, kalabalığı yararak uzaklaşmaya çalışıyorum. bir kenara çekilip kalabalığı izliyorum, tam karşımda bir büfe, arkamdan biri yaklaşıyor. bizim fatih.

-fatih ben gidiyorum, var mı ilerlemeyen bir şey?
-yok abi her şey yolunda.
-oldu canım hadi kolay gelsin.
-abim, çok pardon sigaran var mı?

özel not: sadece bakıyorum, bu tarz durumlarda, hayatımda özel yeri olan sadece 2 ya da 3 kişinin bildiği bir karaktere dönüşürüm. müthiş şeyler yaparım. ama sadece bakıyorum. kendime şaşıyorum ve gayet sakin bir halde inanılmayacak bir şey yapıyorum.

-fatih, sigarayı bıraktım canım. diyorum. bunu söylediğim anda, fatih bir anda broadway müzikalinden eşsiz bir karaktere dönüşüp, beni kutluyor.

-seeeen, ne kadar daaa, önemliiiiiii dalıp gittiğim hayalden bir anda sıyrılıyorum.

fatih-sigara bırakılır mı? abi yaaaa. diyor.
olabildiğine zorluyor kerata, iyice kinleniyorum. yine durduruyorum kendimi.
-hadi git, git buradan, giiiiiiit.
yokuş aşağı yürürken, fatih in tepkisini anımsayıp kendi halime gülüyorum. umarım başarırım.

hiçliğini en yoğun anladığın anlar

Dört beş büyük azmanın, küçük çocuğu duvara yaslayıp etrafını çevirdiği andaki çaresizlik gibidir.

Hayal gücü, cinsellik, içgüdüsel yansımalar, psikolojik dışavurumlar, her birini yoğun yaşadığım çok etkillendiğim, o an sahnede birey sorgulanırken izleyici koltuğunda kendi kendini yiyen ben, hiçliğimi yalnızlığımı, kifayetsizliğimi o kadar yoğun yaşamıştım ki tiyatroda.

Odaya sızan renkli ışıkların atmosferi hatırlattı. Ankarada, Yeni sahnede izlemiştim, mehmet ulusoy'un yönettiği Topor Party adlı oyunu. Roland Topor 'un yazılarından derlenmiş sıra dışı bir iş. Roland, 1997 de, Ulusoy 2005 de hayatını kaybetti. Ankara'da ki Yeni Sahne'ye gelince, Tiyatro, Kralın burgerlerine yenildi.

Oyun, oyun un içindeki çok sevdiğim isimler. O çok sevdiğim sahne, gri şalına sakladığı ekmeğini çocuklarına götüren gururlu kadın Ankara. Hepsi birden ve hasta yatağımda, göğsümde ki acıya ıslak elimi bastırdığım an, aciz kaldığım her an, anneeeeee diye her seslendiğimde, hiç tereddüt etmeden bir kere bile of demeden gelen uzaktaki kadının yüzünü, gözümü diktiğim tavanda bir ışıkta görürken, başıma saplanan bıçakla, hiçliğim soldan yediğim tokat tadında indi yüzüme.

Bir adam hatırlıyorum, ayak uçları birbirine bakan, iki baston ile yürüyen bir adam. Bir ara sormuştum -neden öyle ki, diye- yürüdüğünde her yeri sallanan, kocaman dudakları ve kocaman gözleri olan, kocaman göğüslerine her fırsatta dokunan, kocası dışında herkesle yatan bir kadın vardı. Ona hep şeytan derlerdi. Şirin di adı. Bana baktı. Kulağıma doğru eğilirken, çiğnediği sakızı, ağzında bilmediğim bir yere yollayıp, simsiyah saçlarını kulağının arkasına alıp aynen şöyle dedi.

-Bir gün, alacalı güzel bir kediye, ayağının ucuyla, var gücüyle vurmuş bu adam. Kedi, dönerek gidip, duvara yapışmış, kafası bir yana ayakları bir yana düşmüş. Ertesi sabah uyanmış, bir bakmış ayakları içe dönmüş adamın.

Yoğun bir acı içinde, gözlerimi ayaklarıma diktim. O adamın ayakları gibi yapmaya çalıştım.Biraz bükebildim ama fazlasına gücüm yetmedi.

-Su. Biraz soğuk, camını tutamadığın, yani öyle temiz bir bardakta su. Kalkıp alamıyorum. Kalksam düşeceğim. Çünkü kalktım düştüm. Tekrar ayaklarıma bakıyorum. Ayaklarıma komut verdiğim halde hiç hareket etmiyorlar. -Sağa- Yok.-Sol- Yok.-Kıvrıl- Olmuyor. Bir an -içimdeki Deniz- Benim sol ayağım- Kemik koleksiyoncusu- Kadın Kokusu filmlerinin kahramanları gibi hissetmeye başlıyorum. Çaresiz.

Bir şarkı, gitar sesini arada bir yolluyor odama -Eylül Akşamı- Bülent Ortaçgil-

Kolum kaşınıyor, zorla diğer kolumu kaldırıp kaşıyorum ve bu hayalden çıkıyorum.

Sıcak, gözlerim yanıyor. Sırtım yapışmış. Su olsaydı, iyi olurdu.

Böyle bir sahneyi, tiyatro da, sinemada, müzikalde izlesem, hemen burun kıvırır, siktir çekerim sanırım. Duygu sömürüyor ibneler derim.
Büyük bir güç sırtımdan bütün gücümü sömürüyor ben bunları hayal ederken.

Kusmak kelimesi geçtiğinde, suratlarda bir ekşime olur. Ama insan kustuğun da yüzünde en rahatlamış halinin ifadesi görünür. Birde hissettiğin kusma ile kusamama arası vardır. Ağzının içi, karnın içi sana ait değildir o an. Tam o haldeyim. Sıcak. Su olsaydı, iyi olurdu.

Ayaktayım, bacaklarım titriyor. Birazdan koşmaya başlayacak bir tay gibi değil, biraz evvel vurulmuş bir ceylan gibi. Biraz iriceyimdir, ceylan lafı beni güldürüyor. Ayakta hasta halimle gülerken acı çekiyorum. Bu sebeple gülmemde kısa kesiliyor.

Banyodayım. Çöktüm, su, başıma ve sırtıma çarpıyor. iyice büzüldüm, ağladığımı biri görecek diye.

Ders çalışmaya gittiğim, dünya tatlısı bir arkadaşım vardı, babası sık sık döverdi. Bir kış vakti babası yine dövmüş, bahçede tıpkı benim oturduğum gibi otururken, ben gelince başını kaldırıp sanki hiç bir şey olmamış gibi -geldin mi arkadaşım dedi. Bunu düşünüp daha da ağladım.

Bir şarkı gitar sesini arada bir yolluyor odama- Fragile-Sting-

Hastaneye gitmekten korkmak değil ama, bir şekilde rahatsız olan biri olduğum için çok zor giderim. Evde o yatakta, yalnız bir halde, baş etmeye çalışıyorum. Kahretsin su almayı unuttum.

Seks, para, alkol, iyi sarılmış bir cigaralık içinde Afgan gülü olan, bu dünyanın sunduğu ne varsa parlak, hepsi birer hiç. Başımı kaldırıp, kitabımı okumak istiyorum. Yada kana kana su içmek. Hepsi bu, ama izin yok.

Sırtım, bacaklarım, omuzlarım bıçak saplanır gibi, gözlerim kan çanağı olmuş, ellerim titriyor. Sesim çıkmıyor, iki göğsümün arası yanıyor, eriyor, dağlanıyor. Pencereden içeri, ışık, köpek sesi, iki adamın konuşması giriyor. Başka da kimse yok. Hiçliğimle, o dışarıdaki küçük hayat belirtilerine sığınıyorum.

Adamlar ne konuşuyor?
Köpek neden sustu?
On dördüncü araba geçti.
Işık daha fazla ışık.
Su olsaydı, iyi olurdu.

Artık ağrılara yenik düşüyor bedenim, hiçliğimin ortasındayım. Ben, diye başlayacak şaşalı hiç bir cümle yok aklımda, artık olmazda, hiçliğimin ellerinde ipler. Ve, Şirin'i düşünüyorum. Siyah saçlı, her yanı diri, gözlerinde, cennetti ve cehennemi gördüğüm Şirin'i. Bir camii avlusunda sadece altı kişinin kaldırdığı tabutunu görüyorum. Uzaktan izlemiştim. Sonradan Annem anlatmıştı. Şirin in kocası yatalak, biri sakat üç çocuğu vardı, yetişemediği vakit, küçük paralara koynuna girermiş adamların. Camii Avlusunda göremediğim adamların.

Gözlerim yanıyor, acı iyice bastırıyor, uyuşturuyor bedenimi, dalıyorum hiçliğimin uğurladığı bir uykuya.

Bir şarkı gitar sesini arada bir yolluyor odama. -Rüyalar-Ercüment Vural-

yalnızlık

yalnızlık, bir gece vakti rus edebiyatından ustaların odana konuk olmasıdır. yalnızlık, içini çeke çeke ağlayıp sonra durup gülebilmektir.

yalnızlık, ağır hasta yakınının beyaz masadan kalkma ihtimalinin olmadığını bildiğin halde, ne olur diye umut ettiğin andır.

yalnızlık, izlediğin bir tiyatro oyununun aklındaki sahnede bir daha akıp gitmesidir ve öyle delişmen bir andır ki, daha güzeldir rejisi.

hep görmek istediğini görmüşsündür sevgili gitmeden önceki zamanda, yalnızlık, sevgili ile yaşadıkların film şeridi akarken gerçekleri gördüğün andır.

yalnızlık dostlarda içtiğin tadı buruk şarabın, aklından geçerken hımmm dediğin andır.

vapurda bir yabancının eli eline değmişrtir, göz göze gelmişsindir, bunu anımsayıp yüzüne kelebek konduğu andır yalnızlık.

james joyce nin ulysses romanı bu sefer anlayacağım ulan diye yeniden okumaya başladığın andır.

yalnızlık, annenin sakladığı meyveyi yediğin ve böylece çocuksu aklınla intikam aldığın andır.

yalnızlık en derin sessiz çığlığı atıp yarından itibaren diye yastığı başını koyduğun andır. ve aynı yastıkta dışardan gelen her sesin baban olduğunu sanıp sıçradığın andır.

yalnızlık bir bozkırda senin gibi tek başına bir ağacın yanına yaklaşıp aslında ne kadar kifayetsiz olduğunu anladığın sıcak bir öğle vaktidir.

yalnızlık herşeyi itiraf ettiğin andır.

yalnızlık, tek başına bir filmi izlerken filmi unutup evden kovduğunun geri gelmesini hayal etmendir.

yalnızlık, mitolojide tanrı, çölde sahabe, konserde solist, zindanda spartacus, sinemada başrol, ateşte jeanne d arc ve kuşun kanadında gezdiğin andır.

yalnızlık dipsiz bir ummandır dalmak gerekir, öyle kuma elini değinceye kadar değil, bir miktar, işte o zaman iyi gelir.

alice harikalar diyarında

Lewis caroll'ın defalarca sinemaya uyarlanan, alis'in maceralarını topladığı iki kitaptan ilkidir.

145 yıldır evrenselliğinden hiçbir şey kaybetmeden, çocuk klasiklerinden bir olan bu şahaserle tanışmam benim açımdan kötü başladı. Ben ilk olarak , playboy güzeli kristine debell'in oynadığı alice ın wonderland: an x rated musical fantasy fimi ile tanıştım. Bu filmde yönetmen Bud towsend, carroll'ın romanının hikaye örgüsünü aynen takip ediyor. Ancak, bir porno film söz konusu olduğu için alis bu kez bir kız çocuğu değil, yetişkin bir genç kadındır. Kitabı okuyanların bildiği ve genel itibar ile sevdiği akılda kalıcı iki karakter vardır. Sürekli saatine bakan telaşlı tavşan (benim en sevdiğim o arkadaştır.) ve çılgın şapkacı. Alis'in bu ikisiyle olan ilişkisi porno filmde tamamen değişir. Örneğin çılgın şapkacı sürekli, kıza oral seks öğretmeye çalışır.(Bu arada son tım burton filminde johnny depp'in çılgın şapkacı performansı, patlamış mısır eşliğinde iyi gider.) Bilhassa Amerika'da büyük ilgi gören bu film arşivci dostların büyük ilgi kaynağı olmuştur.

Benim bu ilk tanışma faslından sonra kitabı elime alıp okumam ve büyülenip ikinci kitap ''aynanın içinden''i aramaya başlamam bir oldu. (aynanın içinden adlı kitapta ise aynanın öte yanına geçip her şeyin ters yüz olduğu bir paralel evrende yaşadıklarını konu ediyordu.) Alis her iki romanda da düiş görüyordu. Carroll'ın özel yeteneği; okuyucuyu düş boşluğundaki o hızlı ve bir o kadar heyecanlı atmosfere çekebilmesi ve yarattığı simgesel karakterlerin hayal dünyamızda patlayıcı etkisi görüp her akla gelişinde ayrı bir haz uyandırmasıdır.

Alis harikalar diyarında adlı bu eserin doğuş hikayesi ise, Carroll üniversite yıllarında, bir arkadaşının ailesi ile birlikte yaşar. Bu ailenin en küçük kızı alice ile geçirdiği dönem ve küçük kızın -bir öykü yaaaaz ne boş duruyorsun. diye sitemiyle ortaya çıkmıştır.

Başta belirtiğim gibi 145 yıldır etkisini koruyan bu eser elbette bir porno uyarlaması ile değil, sessiz sinemadan bu yana çok sayıda filme uyarlandı ve birçok popüler kültür ürününe ilham kaynağı oldu. Öyleki; bazı ülkeler(Japonya, ingiltire, yeni zellanda başta olmak üzere) işi iyice azıtıp Carroll'ın eserlerinin zevkle okunması ve daha da yaygınlaştırılmasına adanmış müesseseler kurdular.

Filmlere şöyle kabaca bakıldığında ise, carroll'ın tuhaf evreni ve yönetmenlerin kimi zaman gotik kimi zaman barok, bazende carroll'ın dünyasına uyum sağlamaya çalışırken görürüz. Alis şizofren, göbeğinden element uyduruyor yaklaşımında olan bir bakış açısı da vardır. Ben katılmam. (Şizofrenlik mevzusuda ne kurtarıcı bir olaydır) Birde, okumama bahanesi için, kitabin yazarı lewis caroll ,küçük kızlardan hoşlanan, onların banyo artıklarıyla ve dışkılarıyla mastürbasyon yapan bir ceşit ruh hastasıydı diyenler vardır. (banane, okuyunca bende öyle mi olurum?)

Başlıca alis harikalar diyarında uyarlamaları ise şöyle, Yönetmen: William Sterling Senaryo: William Sterling (1972) Yönetmen: Clyde Geronimi, Wilfred Jackson, Hamilton Luske Senaryo: Winston Hibler, Ted Sears, Bill Peet, Erdman Penner, Joe Rinaldi , Milt Banta, William Cottrell, Dick Kelsey, Joe Grant , Dick Huemer, Del Connell, Tom Oreb, John Walbridge (1951) Yönetmen: Nick Willing Senaryo: Peter Barnes (1999) (Televizyon için) Yönetmen: Harry Harris Senaryo: Paul Zindel (1985) (Televizyon için)

Alis'in dünyasından uyuşturucu, pedofil (bu kısım yazarla ilgili ve net olarak kanıtlanamadı), bunalım, matematik, mantık gibi bir çok şey çıkaranlar oldu (kitabı hiç okumadan konuşanlar yine çoğunlukta) sonuç itibarı ile çocukların çok seveceği bir dünyanın girişinde sonsuza kadar bekleyecek alis.

Beyaz teleşlı tavşanın dediği gibi-şimdi içerdesin.

howard zinn

Amerikan militan tarihçisidir.

Ölümünü öğrendiğimde, soyadı gibi bir zınnnnlama oldu beynimde. Tarihin yok saydığı küçük insanları ele alırdı bu büyük adam. Onların gerçek sözlerini bizlere ulaştırırken yüzünde, hoş bir tebessüm asılı kalırdı. Oturduğu yerden konuşup, bar masalarında hükümet kurup hükümet yıkanlar gibi değil, bizzat yerine giderek haykırırdı sözlerini. Ki, ırkçılığa, Vietnam, körfez ve ırak savaşlarına karşı düzenlenen eylemlere bizzat katıldı. Vatandaşlık haklarının ilk ve en tehlikeli günlerinde bıçak sırtındaki öğrencileri destekledi. Siyahlarla beyazların aynı ulaşım araçlarını kullanma hakkının tanınmasını sağlamak için özgürlük otobüsleriyle dolaşan bir asi ruhtu.

Olgunlaşmış kayısının toprağa düşüp çıkardığı sesle, başımı onun harika tiyatro oyunu emma dan kaldırıp şunu düşünmüştüm. Bizim vaktimiz ne zaman gelecek. Sonrasında kitapları ama özellikle tiyatro oyunlarına gözüm akarken hep düşünürdüm daughter of Venüs, Marks in soho bizim sahnelerimizde ne zaman görünür diye. Tam bu sırada erkal imdadıma yetişti. Muammer karaca'da izlerken marks'ın dönüşünü, zinn'in zekasına, ileri görüşlülüğüne ve anlizlerine bir kez daha hayret ederken oyunu takip edemiyordum.

Belkide onun için en güzeli, noam chomsky söylemiş. Ne zaman barış ve adalet için bir mücadele varsa , howard, çoksusunun kanatlarını açarak, dürüstlüğü, adanmışlığı, hitabet ve anlayış gücüyle ilham vererek, muhalifleriyle karşılaştığında mizahı elden bırakmayarak, şiddet karşıtlığına inanarak bütün namusuyla orada ön saflardaydı.

Umarım bizim popüler tarihçilerimiz, mangalda et eşliğinde rakı içer gibi tarih tartışmaktan uzaklaşıp, yada dönem yalakalığı tarihçiliğini bırakıp zinn gibi tarihçilerin yaşamı ve çalışmalarından etkilenirler.

Umarım Marks'ın Dönüşü sadece o zamanları ve Marks'ın yerini aydınlatmakla kalmaz, bugünlere ve bizim bulunduğumuz yere de ışık tutar. Howard zinn

kafada kurup evde uygulanan fanteziler

Kafada kurup evde uygulanan fanteziler

Cinsellikle ilgili akla gelen her parlak fikrin, evdeki kırmızı 40 voltluk dandik ampulün altında denenmesi. For example;kafası bol ''cöleli'' erkek, kaportacı Faruk ağabeyden ödünç alınan tamirci tulumu içindeki baaayan birlikteliği.

Rumuz bünyamin,

Parmakları kıllı bir adam tanımıştım. Bulunduğu ortamda sessizdi, ben sorduğum soruların cevabını alırken çay bardağına tarantula geldi sanıp sıçramıştım. Birine ait eller olduğunu anladığımda o ellere sahip olan insanı yakından tanımak istedim. Diğer işi bırakıp, bünyamin'i deşmeye başladım.

Gönül dostu, sessiz bu adam zamanın birinde, korsancıların kralı bir kardeşimizden, (kendisi aynı zamanda emel'in büyük sırrı adlı kült filminin ortak yapımcısıdır.) Brazzers, Naughty amerıcan, private gibi firmaların süper kalite filmlerini alır. Filmleri bir arkadaş ortamında izlerken gelenekçi Alman anlayışıyla uzaktan yakından alakası olmadığını görür. Filmlerde, ava devine, hana hilton, jasmine tame, lisa ann, catalina cruz olağan üstü performans sergiler. Bizim, can abimiz ava devine'den fena etkilenir. Giydiği siyah topuklu çizme ve fileli çorabı evde hayal etmeye başlar.

(akşam ev)
-eeeyyy nerdesin?
-nerde olacam, mutfaktayım.
-heh, topuhlu deri ayakbın varmı?
-neeeeey?
-uzun topuhlu, deri ayahkabın var mı?
-heee, bir sürü kayış ayahkabım var. Laaaan, o nerden çıktı.
-var mı yoh mu?
-normal ayahkabım var, deri ayahkabı esik.

Bu durumdan sonra daha fazla istemeye başlar. filmdeki ayakkabıları almalıdır. Kısa zamanda, filmde gördüğü aksesuarları toplar. Birde 2,5-3 megapiksel bir kamera ile kayıt altına alacaktır geceyi. Üst tarafı giyer hatun, bedfordu modifiye etmiş gibi olur. Sıra çizmelere gelince, çok çalışmaktan çok şişmiş bacaklara girmez. Kamera
erken kayıttadır.

-ya gızım, soksana
-girmiyooo
-ya bir kadının bacağa bu kadar olmaz ya, ayıp yaaa
-cızmesız olsa noluyoki
-olmaaaz, soook hadi
-fermoarın hepsini çehmeee

Azimle çizme giyilir, filmdeki sahneler yaşanmaya başlar, çin malı dandik bir kırmızı lambanın dışarı yaydığı ışıktan içeride ne olduğu anlaşılır. Fakat tam bu sırada dışarıdan geçen biri, acı, gür ve ibretlik bir şekilde höykürme sesi duyar.

Odada vahim bir durum vardır. Aşırı heyecandan mı, aşırı zevkten mi yoksa başka bir şey mi? Bilinmez. Loş odada bünyamin siyah çizmenin topuğuna oturur. Aşırı uzun topuk arzusu, aşırı derecede girmiştir.

Bu olaydan sonra o neşeli adam, içine kapanır alkole sigaraya verir kendini. Karısı bu bayrağı çekmiş adamdan hayır gelmez artık diyerek çocukları alıp memlekete döner. Elde bu olayın kanıtı video ise bazı zaman açılır izlenir.

Düşündüm sonra, yüzler mozaikleşip koysak sanal aleme ne tıklanır beee.

''bay x''e selam ederim...

tuhaf bahisler

TUHAF BAHiSLER

Ev yakınındaki süper loto, sayısal bayilerinin bünyeyi kesmeyip, şansın kanırtılıp paranın kaptırılmasıdır. Macaristan ligine para yatırmak gibi.

Sene benim yaşadığım seneler bir arkadaşım vardı. Hatırlarım yakışıklı çocuktu. ROBERT REDFORD, MARCELLO MASTROiANNi karışımı bir şeydi kerata. Lakin kızlarla arası yoktu. Gölge oyunu filmindeki Mahmut karakterine benzerdi. Belki biraz bundan, birazda, gençliğinde böğrüne yapışıp bir tutam kıl çeken adamın -tek mi çift mi lan dediğinde,- haa, ney, acıdııı tepkisinin epizodik bellek kısmını daimi olarak harekete geçirmesinden olacak, deliler gibi para yatırırdı şans oyunlarına.

Jokey kulübü, genel müdürü olabilirdi. Bütün pist bilgilerini, at isimlerini şahane ezber etmişti. Şansın deneneceği ne varsa basardı parasını ulu orta, bu yüzden bu kardeşimin etrafında beleşçi çok olurdu. Kahrederdi arasatta sallanan talihine. Bazı zaman bir omzumda onu diğerinde serpil çakmaklı benzeri bir hatunu avuttuğum olurdu. Bu omuzlar kimleri teselli etmediki...

Çok sonra serpil ve meşhur tokasının dönemi bitti. Uzun zaman görmedim şans adamını, bir gün aşırı tuhaf bir ortamda ballı papatya çayı içerken rastladım buna. Oturduk, başladı anlatmaya, kendini horoz dövüşlerine vermiş, bir horozu varmış, adı; Zekayi. Çok sevdiği dedesinin ismini vermiş. ''Shamo'' cinsi bir horoz, antik yunanlardan gelen bu kültür, ara sokaklarda kazanç ve erkek dünyasının dışa vurumu olmuş. Bizimki kötü kaptırmış olaya kendini, Shamo cinsi horozla ayrı bir sevda başlamış aralarında, Rocky gibi çalıştırıyormuş hayvanı, koşusu, sabah kalkıp çiğ yumurta içirmesi, horoza eye of the tiger şarkısı dinletmeler falan filan, hastalıklı bünye gagasını biliyormuş hayvanın.

Eve gittik, dedim nasıl oluyor dövüşler? Anlattı; Horoz dövüşü ringde yapılır üstadım dedi.Önce horozların kiloları ölçülür,horozlar 100 gr alır verirmiş. Her 15 dakikada ara verilir.Dövüş 2 saat sürermiş.Dövüş aralarında ,horozlara (SUCU)adlı kişiler tarafından bakım yapılıp dövüşe hazırlanılırmış, Dövüş sonrası horozların gözlerine 'teramisin' MERHEM sürülür,gırtlakları temizlenir,antibiyotik içirilirmiş, klimalı bir ortamda yatırılırmış.Bunun aksi HOROZA EZiYET ve HAYVAN HAKLARINA KARŞI BiR TUTUM olurmuş.

Hayal ettim hayvan maç sonunda galip olup, Rocky gibi, Edrıyıııııın diye haykırır mı? Acep.

Anne ölünce epey Trabzon bileziği kalmış çocuğa, yemiş hepsini Zekayi ile ama umudunu kesmemiş. Kazanacak diyor. Akşam bende kaldı. Zekayi'yi sayıklayıp durdu. Kırmızı şarap ikram ettim ve dedim ki; adam gibi bir iş bulalım sana. Uyudu.

Çok sonra öğğrendimki, Zekayi ile Fransaya gitmişler. Horoz dövüşleri yasalmış orada. Rocky'nin de dediği gibi hadi vur, vur.

Rocky severlere