Eserin 20. yılında, koca bir 20 seneden sonra farkettiğim hakikat. Hep Hulusi haklı derdim ama yanılmışım. Hulusi empati yoksunu bir gerizekalıymış. Mahmut, kusura bakma sana 20 yıldır yanlışlıkla sövdüğüm için.
elbette bir turkishmusic.org'daki sezen aksu tartışmasıdeğildir. "türkiyelilik" rezilliğini bir diğer tezahürü ve bu yüzden üzücü/usandırıcı/sikeyim böyle coğrafyayı dedirtici. işte.
periscope aracılığıyla muhalefet partilerine yönelik rüstem reyizin akp'yle koalisyon ile ilgili görüşlerini içeren efsane konuşmasıdır. reyiz biraz da ağzını bozarak gereken her şeyi söylemiştir.
youtube'dan yayın yapan bir vlogger diyelim kendisine. lkdfjsklşjaskldj. 50'lilerine merdiven dayamış bu potansiyel bucalı ablamız din, felsefe, sosyoloji, cinsellik gibi muhtelif alanlarda mütemadiyen saçmalamakta. ben hayatımda böyle bir özgüven görmedim. gerçekten inanılmaz bir vaka. şarkı falan da söylüyor. abi bu kadının fenomen olmaması inanılmaz gerçekten. burayı okuyacağına eminim. o yorumlar neden kapalı ablacım? tabi kanalın tüm kafasını sorgulamak yerine o yorumları kapatıp video'dan soru soruyor olmanın amacına takılacak kadar salak olduğumu belirtirim. bu entry'i altıma sıçmadan nasıl girdim lan ben!?
-Ya adam gibi takamadın mı şunu koluna ?
+Ben adam gibi taktım da senin saatin dandikmiş oğlum ehehhe.
-Ya bi' git Allah aşkına, özel yapım saat bu beyinsiz. Of yaa.
+Tamam yaa tamam, yenisini alırız.
-Sen özürlü müsün arkadaş ? Özel yapım diyorum, yenisi yok, gidip yaptırmak lâzım ama daha önce hangi saatçide yaptırsam bu kayışı dandik yaptı, kendi ustası yapabildi bir tek, dedemin Kore'den arkadaşıydı adam, o da öldü beş sene evvel.
+Özürlü deme.
-Ne ? Ne diyon özürlü ?
+Özürlü deme dedim sana. Özürlü deme!
-Ya tamam bırak yakamı, dengesiz herif.
Dalga geçemeyeceği o kadar çok şey vardı ki hayatında, saymaya kalksa yıllarca duramazdı. Tabuları olan, kibar, naif bir çocuktu. Şaşkındı. Çekingendi. Korkaktı. Değişmesi için sihirli bir değnekle dokunmalıydı biri ona.
Değişti.
Hiç olmadığı kadar farklı biri oldu. insanların, esas anlamıyla kullanmadığı kelimelerden biriyle, "piç" ile ifade edilen biri oldu sonunda. Ahını aldığı o kadar insan vardı ki artık, işlediği günahlar buradan Mars'a yol olurdu. Yaptıklarının bir çoğunun farkında olduğu gibi, farkında olmadıkları da yeterince çoktu.
Değişmesine daha çok kala, çocukluktan ergenliğe geçtiği sıralarda bir gün istanbul'a gitti. Çocukluğundan beri gitmemişti. Ahşap kokan bir evde ruhu yaşlı birini ziyaret etti. Sürekli sandalyede sallanmanın ne kadar acınası bir durum olduğunu o zaman farketti. Sadece eşyaların sana arkadaş olduğu, dört duvarla kaplı rutubetli bir evde, eskimenin eskiyle kala kala daha da kanıksanan bir obsesyon olduğunu öğrendi. Müziğin salt duvardaki saatin tik tak'ıyla özdeşleşmesi bildiği tüm lisanlarda müziğe yapılan büyük bir hakaretti.
Farkındalıkla olan imtihanında şu ana kadar başarılı bir öğrenci de olsa, tüm bu "eskime" mevzusunu bir zaman sonra çok seveceğini henüz farkedememişti.
Tüm gâyesi defolup gitmekti. Orada bulunduğu zaman boyunca bir an önce "o zaman" gelsin ve o evden çıkıp gitsin istemişti.
Tam üç ay kaldı o evde. Her gününü küfrederek, lânet okuyarak geçirdi. O ruhu yaşlı'yı bir kaşık suda boğabilirdi, eğer yapabilseydi.
Vicdanlıydı. Sırf acıma duygusu değil, kan bağıydı onu gitmekten ya da aklına gelen kötülükleri yapmaktan alıkoyan.
Kötüyü çok sorguladı o üç ay boyunca. Aile kavramını, Tanrı'yı... Ahlâklılığı ve iyi bir insan olmayı...
Bundan uzun zaman önce genç bir kadın hamileydi. Hamile kalmayı hiç istememişti. Bazen bazı şeyleri istemesek de yapmak zorunda kalırız. O çocuğu istemese de doğurdu. Sağlıklı bir çocuk. Ta ki o kara güne dek. Rahatsızlandı ve bir daha hiç düzelmedi. Felçli bir şekilde kalakaldı. Sonra kocası "bu olmamış" diyerek bir tane daha doğurttu zorla. Bu da sağlıklıydı. Felç de olmadı sonradan. Olmuştu yani bu sefer. Adam memnundu. Gülüyordu. Akşam eve gelirken oğluna çikolata getiriyordu. Kanepeye kaykılıp oğlunu kucağına alıyordu, havaya fırlatıp tutuyordu, gıdıklıyordu, başından öpüyordu, "canım oğlum" diye seviyordu. Çünkü onun sadece bir tane oğlu olmuştu.
Felçli bir piç gibi yaşadı, bir piç gibi öldü.
Bir eve koydular onu, eski, ahşap kokan, rutubetli bir eve. Onlardan uzak olsun diye. Kadın çaresiz, razı oldu beyi ne derse. Felçli hayatı boyunca o evde yaşadı. Sadece üç ay boyunca yalnız kalmadı. O sağ bacağı kırık, ara sıra yere düşmesine sebebiyet veren sallanan sandalyesinde oturup camdan geleni geçeni izledi. Hayatı seyretti o. Hep seyirci kaldı, hiç sahneye çıkamadı.
Başroldeki ise üç ay boyunca hem o evden, hem de babasından nefret etti. Tiksindi. Korktu. Sarsıldı. Büyüdü o üç ay boyunca. Öğrendi çünkü.
Üç ayın sonunda yaşadığı yere geri dönünce annesine sordu, "biz istanbul'dan neden taşındık ?" diye. Annesi "biliyorsun oğlum, babanın işleri..." diye yanıtladı. Tatmin olmadı, çünkü gerçek; babasının işlerinden ziyade babasının nasıl biri olduğuyla ilgiliydi.
Duyabileceği desibellerde "özürlü" derdi kardeşine daima. Bizzat yüzüne karşı değil ama duyabileceğinden de çekinmezdi. O da duyardı çoğu zaman.
Ve ağlardı içinden. içinden severdi, içinden öperdi babasını yine de. Neden babam beni sevmiyor travmasının kıskacında, iki büklüm bir hayatı yaşamak. Bir bakıcının ellerinde, ailesinden, kardeşinden, annesinden uzak olmak. Uzak bırakılmak... Sırf elinde olmadan olmuş olduğun şey yüzünden, böyle cezalandırılmak. Ne de ağırdı. Onun hayatının onda birini bile yaşamamış insanlar ne de kolay lânet edebiliyorlardı her şeye. Ne de zor geliyordu onlara hayat. Aşk acıları, düşük gelen ders notları...
Felçli'nin yanından gitti üç ay sonra "gerçek oğul". "Hayatımı daha iyi, daha dolu yaşayacağım" diye gitti ve her gün başka bir kızla tanıştı. Bir tanıştığını ertesi gün tanımadı. Herkese dostum dedi ama hiç dostu olmadı. Bol refah içinde yaşayan, statü sahibi biri oldu. Dışarıdan gözükünce çok güzeldi her şey ama felçli kardeşi o küçücük dünyasında ondan daha az yalnızdı, daha az umutsuzdu, daha az mutsuzdu.
Bir gün bakıcısı ona "gidiyorum" dedi. "Gitme" diyemedi. Çoktandır babasından para gelmemişti. Kadın aylardır bizatihi gelip iki tas çorba kaynatıyor, çamaşırını yıkayıp ilgileniyor, hayrına çalışıyordu. Gidiyorum demişti ama öylece gidemedi. Yazdığı mektuplara cevap bekledi durdu. Gelmedi...
Sonunda aldı evine götürdü onu, evdeki eski püskü ne var ne yoksa sattı. Yeni bir soba aldı evine, felçli üşümesin diye.
Tek isteği ölmeden önce annesini görebilmekti. Bir gün babası ölünce annesi çıkıp istanbul'a geliverdi, yerinde bulamadı. Geride sadece ahşap kokan boş evde, bir bacağı kırık sallanan sandalye kalmıştı.
Gerçek oğul farkındalık eşiğini çok sonra tamamladı ve felçli için geri geldi. Aradı taradı bulamadı. Boş eve yerleşti. Sandalyeyi de atmadı. Gündüz işe gitti, akşam gelince o sandalyeye oturdu. Felçliyi aradı, bulamadı. Kimse bir şey bilmiyordu. Bakıcının evini buldu, komşuları taşındı gitti buradan dediler, felçlinin de onunla olduğunu söylediler. Dön diye yalvarıp duran makyaj çantası ve moda dünyası olmasa kişiliğini koyacak bir yeri olmayan plaza karısına boşanma davası açtı, annesini de yanına aldı, nerede varoş, nerede banliyö varsa aradı durdu, sonunda buldu. Felçliyi tuttu kolundan ama götüremedi. Zamkla yapışmıştı sanki sandalyesine. Bakıcı "gitmek istemiyor işte, bırak" dedi, bakıcıyı itekledi, illâ götürecekti. Öyle bir eşikti ki o zor vardığı "farkındalık", kefaret ödemesi gerekliydi. Sırf kendisinin değil, babasının günahları için de sorumlu hissediyordu kendini. Tutup kolundan götürmek istedi ama götüremedi. Anladı, bir kez daha ve ilk kez; neyin ne olduğunu. Nihâyet bu sefer anladı.
Annesi sorunca gelmek istemediğini söyledi, kadın beni götür ona dedi, tamam dedi. "Boşanma davam bugün, yarın götürürüm söz". Yarın oldu arabanın şanzımanında sorun çıktı, bir sonraki gün...
Derken çileli anasının yorgun kalbi dayanamadı. Götüremedi.
dün gece bir içmişim bir içmişim. bi' açtım gözümü, ucuz bir motel odasındayım. loş bir ışık var, yatıyorum. her zamanki gibi sağ elim naciz vücudum altında ezilmiş, sola doğru dönük, adeta bir idiot gibi yatıyorum. sağ elimi biraz kaydırıverdim şöyle beriye doğru, elim buz gibi bişeye değdi. "annnayaamm o da ne ?" diye zıplamışım. döndüm, bi herif var yatağımda. "kimsin lan sen amspor ?" diyorum, "eben" diyor. "olm, ebemi karıştırma, kendisi çok muhterem bir şahıstır. kimsin amınagoyim ?" diyorum, bu da pis pis sırıtıyor. sonra dedim "siktir git lan burdan" yok dedi gitmem. "niye ?" dedim, "gideceksin amına kodumun yatağı benim amınagoyem". "ev benim evim".
"sikerim ulan!"
dedi ki bu, "siktin bile". zaten sinirliyim. mal mıdır nedir, siktin diyo. "olm, şaka mısın, bak git!!!" dedim. "o esprinin modu geçti" dedi, iyice asabımı bozdu. öldüreceğim artık herifi.
tuttum yakasından, sürükleye sürükleye attım kapının önüne. "bir daha görmeyeceğim seni burada, orospu çocuğu!!!111birrrrrraverinbağa" diye bağırdım. "göreceksin, çünkü ben özlenen küçük kardeş"im dedi. anlamadım.
çağımızın vebası, medeni toplumların en büyük düşmanı bir virüs.
günümüz tıp ilmi bir çok derde deva bulduğu gibi bazı popüler mefhumlarda ne yazık ki henüz bir ilerleme kaydedemedi. hiçbir şeyden hoşnut ve memnun olmayan günümüzün popüler organizması, bir takım muhtelif orospu çocuğu ekşiciler de bunlardan biri. türkiye gibi kilit bir ülkede bu tek hücrelilerin türemesi tabii ki gökten inme olmamıştır, hiçbir şeyin olmadığı gibi. bazı amkoç'larının ince eleyip sık dokudukları hain bir planın ürünüdür onlar. aynı şarbon gibi. domuz gribi, sars falan.
oç ekşici belirtileri;
- hemen hemen her şeyi eleştirmek
- memnuniyetsizlik
- yüksek ego
- aşağılık kompleksi
- am budalılığı
- yalakalık
- manipülasyon
- anaları hariç oç olma
tedavi; henüz yok.
kısmi tedavi; ekşici'yi gördüğünüz yerde dabıl penetreyşın yapınız. cevap vermezse boğaz köprüsü sizi bekliyor. ha, direkt köprü ağır gelecekse sandalye ile alıştırma yapabilirsiniz.
"Sıkıntı büyük" dedi ve filtresine kadar gelen sigaradan bir nefes daha aldı. Zavallı sigara artık buruş buruş olmuştu. Tecrübelerime dayanarak o filtrenin bir nefes daha alınamayacak kadar alev alev yandığından emindim. Bana doğru uzattı, "öldür" dedi, "yok hacı sen öldür" dedim.
Öldürmek = Argoda "dönülen" yahut "orospu edilen" sigaranın son nefesini çekip içimi sona erdirmek.
Az önce içmeyip resmen yediği sigara yetmemiş, şimdi de bana göre yeni terlemeye başlamış, gayet antiseksist ve kendi cinsimden tiksinmeme sebep olabilecek o seyrek bıyıklarını yemeye başlamıştı. Çok gergindi ve bir türlü rahatlayamıyordu. Rahatlayamamakta da haklıydı çünkü biraz sonra yanımızda bir Tofaş Şahin duracak ve içinden inen bir kaç psikopat bizi fena yapacaktı. Bense gayet anlamsız bir biçimde sanki az önce büyük abdestimi halletmiş de rahatlamışım gibi son derece kaygısızca "koy götüne rahvan gitsin" modunda takılıyordum. ilginçtir, canımızı sıkan sadece bizi benzetecek olan psikopatlar da değildi, çok yakın bir arkadaşımızın mühim bir hastalığın pençesinde olduğunu öğrenmiştik bir kaç saat evvel. Normal bir insan olsam üzülmem gerekirdi. Üzülmedim değil ama bana dünyanın sonu gibi de gelmedi yani. Nasıl olsa lösemi kanseri olan ben değildim ya, ondandı herhalde. Ki normalde en çok ağlayacak adamdım bu duruma. ilginç bir şey vardı yani o gün bende. Özetle Rıfat'ın da dediği gibi "sıkıntı büyük" idi. Fakat ben tüm bunlara rağmen zerre gerilmiyor, dahası muhabbete son noktayı "sik anasını" deyip umarsızca bir sigara daha yakıp dumanını Rıfat'ın suratına üfleyerek koyuyordum.
Rıfat: "Oğlum sen ot mu içtin ?"
Ben: Ne otu la ?
R: Ot işte, sararsın, içersin...
B: ?!
R: Cigaralık amına koyayım.
B: Tamam o kadarını anladık da sen benim ne zaman cigaralık içtiğimi gördüm yarraağım ?
R: E bu hâl ne abi sikseler umrun değilmiş gibi tavırlardasın ?
B: Sik anasını.
Elektrik trafosunun önünde hafif çileyen yağmura aldırış etmeden birazdan bizi odun ve döner bıçağı gibi çok alelade aletlerde dövmeye gelecek olan serserileri bekleyen iki salaktık. Çünkü elemanlar Rıfat'a "O kızdan uzak duracaksın" dediğinde Rıfat'ın "Peki abi" demesine kızıp elinden telefonu almış ve "Ne diyorsunuz lan onun bunun çocukları, nerdesiniz siz ? Gelin bakayım siz bi' anfiye." deme gerizekalılığının tüm hakları bana aitti ve Rıfat da bana müsaade ettiği için andavallının önde gideniydi.
Ve hepsinden öte şehri terketmek gibi mantıklı bir hareket yerine o tenha trafonun önünde ıslanarak yiyeceğimiz dayağa hazırlanıyorduk. Hazır sopa geliyordu, ıslak olup olmama ihtimaline karşın biz ıslanıyorduk işte, her eve lazım dayakyiyicilerdik çünki biz.
Yarım saat geçmişti, gelen giden yoktu. Rıfat'a dönüp "Oğlum bak gördün mü, adamlara tırsak konuşmayınca nasıl da götleri üç buçuk attı, ne gelen var ne giden" dememe kalmadı, iç gıcıklayıcı bir volümle o malum patinaj sesi duyuldu. Slowmotion bir sekansta sol tarafıma doğru döndüğümde jantlarına siyah külotlu çorap çekilmiş ve farları gözlerimi alan bir Şahin'den dört adet psychokiller'ın indiğini gördüm. Eve doğru koşmayı düşündüm önce, Rıfat nasıl olsa kaçmaya bile cesaret edemez, benim payıma düşen dayağı da fazlasıyla yerdi. Yine slowmotion olarak Rıfat'a döndüm, melül melül bana bakıyordu. Tekrar kafamı çevirip pisi pisi kopatlara baktım, ellerinde sopalar ve bildiğin, hakiki döner bıçaklarıyla bize doğru yaklaşıyorlardı. Kelime-i şehadet getireyim dedim, karıştırmışım; yanlışlıkla kelime-i tevhid getirdim.
Rıfat'a mırıldandım, "Oğlum Allah'lık dayak yiyeceğiz, hazır ol" dedim. "Ben senin tıynetini sikeyim, ağzını yüzünü sikeyim ben senin" dedi. "Eyvallah" dedim. Hemen bizim pisipisi'lerin arkasından iki leşi olduğunu bildiğimiz Badanacı Oğuz abi'yi gördüm. "Oğuz başkan yetiş vukuat var" diye seslendim. Hızır gibi yetişip pisikoları kendi çöplüklerine gönderdi, ağzımız ve yüzümüz birbirinden ayrılmadı böylece o gece. "Seni Allah gönderdi Oğuz başkan, ver elini öpeyim" dedim, "Estağfurullah" dedi. "Bulaşmayın bunlara bir daha sen de o kızı salla başkasını bulursun" dedi, Rıfat "ama abi.." diye bir cümle kuracakken "Siktir lan" diye ekledi, Rıfat diyemedi bir şey. Oğuz abi "Hadi kollayın götü" deyip dönüp gitti, ben de Rıfat'a gülerek "Hadi lan yırttık" diyecektim ki dememe kalmadı Rıfat da bana "Siktir lan" dedi ve o da dönüp gitti.
Ellerim cebimde eve giderken geçirdiğim bu tuhaf ve tesadüfi günü düşündüm. "Tanrı'ya inanmıyorum ama bi' güç var diye geçirdim içimden". "Enerji lan" dedim. Teenager'dım. Olabilir, bence herkes teenager olabilir, ayıplamamak lâzım. Neden kaygısız olduğumu düşündüm. Düşündüm. Eve gidince yatağıma uzandım gene düşündüm. Nihayetinde bir ampul yandı kafamda.
"Orada mısın ?" diye sordu. Yine hiçbir cevap alamadı. Esma hiç ses çıkarmıyordu ama oradaydı ve bunu kapının ardından orada olup olmadığını soran Eren de biliyordu. Esma, sakinleşip bir cevap vermek istese de sinirliyken istemsizce gıkını çıkaramıyordu.
Hoş, Eren'in sorusu da saçmaydı, onu bu soruyu sormaya iten faktörler de. Esma'nın bir kapının ardına saklanması da saçmaydı zaten. Fakat mantıklı bulmadığımız şeylerin listesini yapmaya kalkarsak buradan Endonezya'ya yol olur.
Eren içinden, "neden hep aynı şey oluyor ?" diye geçirdi. Oysaki daha bir kaç dakika evvel her şey güllük gülistanlıktı. Tamam, yine birbirlerine "canım", "hayatım" gibi sevgi sözcükleriyle seslenmiyorlardı ama yine de araları iyiydi. Esma'nın neden bu kadar agresif davrandığını bir türlü anlamıyordu. Bir tartışmayı belli bir düzeyde tutmak, birbirlerini kırmamak, çığrından çıkarmamak bu kadar zor olmamalıydı.
Yoksa, artık birbirlerine tahammül edemiyorlar mıydı ? Evlilikleri bitmek üzere olabilir miydi ? Bunları düşünürken gözlerinin daldığını farketti. Batmak üzere olan güneşin salonun girişindeki ferforjenin üzerine yansıyarak vazonun üzerinde oluşan izdüşümüne odaklanan gözlerini ayırarak, başını aşağı doğru eğip, banyo kapısının anahtar deliğine doğru seslendi; "lütfen yapma böyle...".
Esma "sen zaten..."li bir cümle kurmuştu, Eren de "neden öyle diyorsun ki?" diye sormuştu. Esma ise "hah!" diye aristokrat bir gülüşle karşılık verip, "o kadın" gibi bir sıfatla Eren'in annesini hedef almıştı. Bir yerde de Eren'i hedefleyen bir "böyle demene hiç şaşırmadım" vardı ki çok manidardır, evlenmeden önce Eren'e en çok söylediği sözlerden biri "beni sürekli şaşırtıyorsun" idi.
Banyonun kapısından "tıkırtle" diye bir ses geldi. Esma dışarıya çıktı, kocasının yüzüne bakmadan yatak odasına doğru yöneldi. Bu sefer de yatak odasının kapısı "tıkırtle" dedi. Tıkırtle şu sıralar Eren'in hiç hoşlanmadığı bir sesti.
Esma bir süredir kapı ardına sığınmakta buluyordu çareyi. Başka bir yol bulamıyordu çünkü. Kendisini yeterince suçlu hissediyordu, çelişkiler içerisindeydi, bir de hiçbir şey yokmuş gibi Eren'in yüzüne bakmak ağır geliyordu. Bu yeni bir şey değildi. Herhangi bir nedenden ötürü küçük çapta bir tartışma çıkıyor ve sonu bir şekilde bu raddeye geliyordu. Artık birbirlerine isimlerinden ve ikinci tekil şahıs zamirinden başka bir şekilde hitâp etmeyen bu iki insan, neredeyse bu tip bir hikayeye konu olan her evli çift gibi birbirlerine aşık olarak evlenmişlerdi. Şimdiyse ne kadar acınası bir duruma düşmüşlerdi...
Kendine acıyordu Esma. Acımasının nedeni, bu yitik evlilikte üstlendiği ezik ve çaresiz roldü. Artık o deliler gibi aşık olup evlendiği kocasının suratını görmeye, sesini duymaya katlanamıyordu. işin garip yanı, kocası ona hiçbir şey yapmıyordu. Eren ise Esma'yı hâlâ ilk günkü gibi seviyordu. Fakat gıkı çıkmasa da Esma'nın bu agresif tavırları yüzünden iki çift laf edememelerinden kelli o da Esma'ya katlanmakta zorlanıyordu. Şimdi Esma'ya haksızlık olmasın, tümden sevmiyor değildi Eren'i. Hâlâ bir hakkı hukuku vardı gözünde Eren'in. Fakat Eren'e sadece bağırıp çağırıyordu artık. Hem sevmek yetmediği için bu hâle gelmemişler miydi zaten ? Esma duygularının artık ne söylediğini anlayamıyordu. Tek bildiği bu evlilik yürümüyordu ve kocası artık aşık olup evlendiği adam değildi. Eren değişmemişti aslında ama Esma'nın ona bakışı değişmişti. Eren'in yaptığı fiziksel veya psikolojik hiçbir kötü davranış söz konusu değildi. Fakat Esma, kendi içinde yaşadığı tüm gel-gitlerin üzerine, bu gerçekle de yüzleşip suçlu hissetmek konusunda master yapmak istemiyordu. içinde bulunduğu durumdan yeterince tiksiniyordu. Kendinden ve kocasından nefret ediyordu, dahası herkesten nefret eder hâle gelmişti. Böyle olsun istememişti belki de, ama olmuştu işte. Bu belkide, evlenmeden önce dahi evlenmek için can atan kendisinin, kendisini tam olarak tanıyamadığından olmuştu. Yaşı ilerlemeye başladıkça gerçeklerle yüzleşmiş, istediği hayatın bu olmadığını, hayatını böyle geçirip gitmek istemediğini hissetmeye başlamıştı belkide. Kendisi de emin olamıyordu hislerinden. Bunları düşünmeye bile, şu aklından geçen düşüncelere bile tahammülü yoktu artık. Dört duvar arasında sıkışmış, bıkmış, usanmış bir kadındı artık o. Aslında hep bu evliliğin hayaliyle yanıp tutuşmuştu, ne kadar da garipti. Evlenmeden önce, sanki Eren'in sadece o evdeki varlığı dahi kendisini mutlu etmeye yetecekmiş gibi geliyordu. Ne kadar da şaşılacak iş! Olanlara bakın, artık Eren isminden bile nefret ediyordu. Ama tüm bunların yanısıra ona şefkat duymaktan da geri kalmıyordu. Tüm kinini bir tartışma çıksın da suratına kusayım diye içinde biriktiriyor, malum tartışma anı vuku bulana kadar Eren'e renksiz, kokusuz ve tatsız da olsa iyi davranıyor ve ardından bir bıçak gibi saplıyordu haksızca suçlamalarını kaç senelik kocasına. içi cızlasa, içinde bir yerde, bir şeyler eriyip gitse dahi geri kalmıyordu tekrar ve tekrar bunu yapmaktan.
Daha şaşılası olanı, hayatında başka biri de yoktu Esma'nın. Başka bir erkeğe aşık olup kocasına böylesine kötü davranan bir kadın değildi. Hiç aldatmamıştı kocasını. Kocası da ona hep sadık kalmıştı. Bir kaç defa, iş hayatında ezkaza karşısına çıkıp resmen asılan bir iki kadın olmuştu ama kocası bu kadınlara gereken cevabı vererek alnının akıyla çıkmıştı karısının karşısına. Dışarıdan bakıldığında gıpta edilen bir evlilikleri vardı zaten, herkes Eren ve Esma ne güzel bir çift, birbirlerini ne kadar çok seviyorlar, ne kadar sevgi ve saygı dolu bir evlilikleri var diye konuşuyordu haklarında. Gerçekten de herkese nasip olmayacak kadar mutlu bir yuvaları olmuştu şimdiye kadar. Mamafih işler değişmişti. Evlilikleri, maddi ve birbirlerinin aileleriyle olan ilişkilerindeki problemlerle boğuşmaktan sebeple harap olmuş, yıpranmış, Eren'in Esma'ya karşı değil ama Esma'nın kocasına olan sevgisini ve hatta neredeyse saygısını da bitirmişti.
Zira Esma'nın kayınvalidesi daima oğlunu, gelinini ve dolayısıyla onların evliliklerini kontrol altında tutmaya çalışan, dahası kontrol etmediği müddetçe gelinine sorun çıkaran; sözümona huysuz bir kadındı. Fakat gelin görün ki, aşırılıklarının olduğu doğru olsa dahi, çoğu zaman söyledikleri ve yaptıklarında haklı çıkan bir kadındı. Esma'yı en çok sinir eden, tahammül sınırlarını zorlayan, kendini iyiden iyiye yetersiz hissedip kocasına psikolojik bir şiddet uygulamasına sebep olan; ve sonuç olarak evliliklerinin köküne kibrit suyu döken mesele buydu.
Tüm bunlar olurken salt "orada mısın ?" sorusuyla bu hikayeyi başlatan ve bir daha "Esma lütfen..." demekten başka bir halt etmeyen müstakbel kocamıza geri dönelim. Kendisi şu satırları yazarken ben, tahayyülümde bir güzel ağlıyor. Fonda Zeki Müren çalıyor, masada bir 35'lik yarılanmış duruyor, hafiften gözleri flulaşıyor, aklında karısı, kafasında kuruyor da kuruyor. "Ayrılacak benden... Kaç senelik karım, ayrılacak benden... Canımdan çok sevdiğim. Ayrılacak, bırakıp gidecek beni..." şeklinde dünyaya lânetler savuruyor, beddualar ediyor, "yazıklar olsun" diyor, "bu aşkımın bedeli, seni senden istiyorum" demiştim ben sana diyor, "ne bahardan bir yaprak ne bulutlardan bir yağmur, artık söylüyorum söylüyorum bak; seni senden istiyorum".
Kuruyor da kurmakta haksız mı değil mi siz karar verin. Şarkılarla konuşmayı, onlarla sevişmeyi severdi Eren. Şarkıları bir silah gibi beline takar öyle gezerdi Eren. Ve hem benim tahayyülüme hem de dolayısıyla Eren'in tahayyülüne dönelim, Zeki Müren'in nazarındaki hukuku en az karısınınki kadar kuvvetliydi Eren'in. "Seni Senden istiyorum" diyerek evlenme teklifi ettiği karısından ayrılarak şimdi de "Aşk Kurbanı" olacaktı, sonra da şu anda da olduğu gibi bir meyhanede alacaktı soluğu, tek başına içerken yanına gelip de "derdin nedir hemşerim, yalnız başına gelip dertli dertli içiyorsun her gece ?" diye soran birisi olursa "Sorma Arkadaşım" diye cevap veririm diye geçiriyordu içinden. Sonra durup durup daldığı karşısındaki boş sandalyeden kafasını kaldırıp, gözlerinden birkaç damla yaş süzülürken; "ben böyle dünyanın ta amına koyayım" diye içine doğru ağlamaya başlıyordu. içine doğru çok ağlardı Eren, öyle ki salt bu sebepten genç yaşta saçları beyazlamıştı.
Korkaktı Eren. Dışarıya çok güçlü görünse de aslında çok korkaktı. Sevdiklerini düşünürdü. Sonra kendisini düşünür ve daha da sonra sevdiklerini bir kez daha düşünürdü. Yapısı böyleydi, düşünmeyi her anlamıyla, dolu dolu, basbaya severdi. Bu düşünceli insan, bir çok zaman bu huyu yüzünden kaybederdi. iyi niyetli, çok seven, sevmeyi bilen; sevdiklerinin kıymetini bilen biriydi Eren. Fakat bazen karşısındakini çok sevmesinden mütevellit üzebilirdi, kızabilirdi; bağırıp çağırabilirdi. Olsun, o kadar kusur kadı kızında da olurdu. iyi bir insandı Eren, nacizane iyi bir insan olduğunu düşünür, öyle olmaya özen gösterirdi. Ama karısı da iyiydi, kendisi gibi dünyaya, salt "ben ve sevdiklerim iyi, mutlu, sağlıklı ve huzurlu olalım da para pul, vesaire; gerisi önemli değil" zihniyetiyle bakan bir kadındı. Böyle bir insan olduğunu bildiği için evlenmişti onunla. Ve tabii aşık olduğu için. Fakat gel gör ki dünyanın gerçekleri böyle değildi. Değişim, değişmeyen tek gerçekti.
"Her insan yeterince fazla yaşarsa, kötüye dönüşecektir" diye içinden geçirdi hatırlamadığı bir filmden olan bu repliği ve fondipledi bardağındaki yaş üzüm'ü. Bir duble daha doldurdu...
Karısı ondan ayrılacak olsa bile onun için kötü bir insan olmayacaktı elbet. Ama Eren, bu dünyanın hakkına hukukuna isyan ediyordu. "Neden hep böyle olmak zorunda, neden beni seven kadın bir gün benden soğumak zorunda ?", "ve dahası; neden ben bu gerçeği bilmek ve her seferinde bile bile lades demek zorundayım ?".
"Evlendiğim kadında bile..."
Doğruydu söyledikleri, Eren'in hayatı hep böyle manidar olaylarla doluydu. Esma'dan önce bir kaç kişiyle daha uzun beraberlikler yaşamış, sevmişti onları da. Fakat her seferinde, terkedilip bir kenara paçavra gibi atılmıştı. Oysaki onun tek problemi, sevmekti. Adam gibi.
Neyse, hadi biz o kavganın gecesine dönelim.
Saat: 03:18
Yer: Eren ve Esma'nın evi
Eren zilzurna sarhoş bir şekilde taksiden iniyor, Esma bütün gece uyumamış, taksinin kapısının nispeten fazla ses çıkararak kapatıldığını duyunca yatağından fırlamış, "kesin bizimkidir..." diye camdan aşağıya bakıyor, ayakta zor durduğunu görünce içi bir sızlıyor ama yatağa dönüp uyuyor numarası yapıyor. Bir kaç saat önce yastık ve battaniye götürmüştü zaten salona Eren için. Ama illâ ki gelecek bu gece yatak odasına, hiç uyumadığını veya gelişinin yarattığı gürültüyle uyandığını tahmin ederek konuşmak isteyecek, bu konuşma yeni bir kavgaya sebebiyet verecek ve belki, hiç yapmamış olsa bile daha önce; söyleyeceklerinin çarpıcılığı nedeniyle Esma'ya bir tokat atacak... Bunların bir kısmını biliyor bir kısmını da tahmin ediyor Esma.
Eren sokak kapısında anahtarı zar zor denk getirip kapıyı güçlükle açıp içeri giriyor, salonun ışığını açıp kanepede duran yastık ve battaniye ikilisini görüp bir kaç saniye öylece boş boş bakıyor. Bu sırada sabit durduğu hâlde sağa sola doğru yalpa yapıyor. Ardından ışığı söndürüp yatak odasına doğru ilerliyor. Odanın kapısına gelince, ışığı açmadan bir iki saniye odanın kapısından Esma'nın nefes alıp verişini duymaya çabalıyor, uyuyor mu uyumuyor mu diye anlamak için. Anlayamıyor. Esma ise yanaklarından süzülen bir kaç damla gözyaşıyla içinden "lütfen git buradan, git..." diye geçirmekte. Eren eliyle ışığı açmak üzere duvara doğru yelteniyor ama eli bir gidip bir geliyor. Eli hâlâ havadayken gözlerini kapayıp ağlamaya başlıyor sessizce ve kontrolsüzce. Ağzı bir karış açılmış, salyaları akıyor ağlarken. Hafif bir nefes alıp vermeyle karışık hıçkırık sesi duyuluyor. Esma ağladını anlıyor. Böylece Esma'nın da ağlayışı ivme kazanıyor, daha falza şiddetleniyor, çok geçmeden benzer bir sesi o da çıkarıyor.
Karanlık yatak odasında birbirlerinin yüzüne dahi bakmadan ağlayan bir çift mizanseni bu. Biri yatağın içinde tüm çaresizliğiyle, tüm çelişkileriyle, tüm suçluluğuyla; bir diğeri odanın kapısının önünde, hem de bir eli havada "ışığı açsam mı açmasam mı" çelişkisinde, hıçkıra hıçkıra ağlıyorlar.
Eren'in yavaşça dizleri kırılıp yere doğru düşüyor. Ardından kafası öne eğiliyor ve kapaklanıyor yere. Secde pozisyonunda ağlıyor. Esma Eren'e doğru dönüp bir yandan ağlarken bir yandan da manasız bir şekilde kâh sesi fazla çıkmadan ağlamak amacıyla kâh salyalarını kontrol etmek için kâh da Eren'e bakarken kafasından geçen "biz ne hâle geldik" düşüncesinin etkisiyle eliyle ağzını kapatıyor. Bu sırada ikisinin de güzel anıları gözlerinin önünden, sonu hüzünlü biten bir aşk filmi edasıyla geçip gidiyor. Esma bir anda kalkıp Eren'in yanına oturuyor, ona sarılarak ağlamaya devam ediyor. Eren de kafasını yerden kaldırıp Esma'ya sarılıyor. Yavaş yavaş ağlamaları bitiyor. Eren doğrulup, gözlerinin içine boş boş bakıyor Esma'nın. Esma da ona bakıyor. "Seni seviyorum" diyor Eren. Esma da "ben de" diyor. "Gel" diye ekleyerek yatağa doğru dönüp ayağa kalkıyor Esma, Eren'in elinden tutarak. Eren Esma'nın koynunda cenin pozisyonunda yatıyor. ikisi de gözlerini bile kapamadan düşünmeye devam ediyorlar bir süre daha. Eren biraz sonra sızıp horlayarak uyumaya başlıyor mamafih Esma sabaha kadar uyumayıp tavanı izliyor. Arasıra gözyaşları yanaklarından süzülmeye devam ediyor...
Sabah Eren uyandığında yatakta yalnızdır. içeriye gider, salonda kimse yoktur. Mutfağa doğru seslenir "Esma ?" diye, "Orada mısın?" diye ekler, yanıt alamaz. Buzdolabının üzerinde bir not görür, üzerinde "bizim için çok geç sevgilim" yazan. içinden geçirir, "Ela Gözlerini Sevdiğim";"Böyle Ayrılık Olmaz" diye.
Ama olur. Her ayrılık önceden bilinir çünkü. Hiç kimse kimseyi bir gün ayrılacağını bile bile sevmez ama içten içe hepimiz biliriz bir gün ayrılacağımızı. Bu yüzden, ayrılık her şekilde vuku bulabilir. Şaşılacak olan ayrılık değil, bir gün "o gün"ün geleceğini bildiğimiz hâlde, geldiğinde buna şaşırıyor olmamız.
...Velhasıl, "böyle ayrılık" oldu. Meyhaneler Eren'siz kalmasın diye oldu. Eren şarkılarla konuşsun, onları bir giysi gibi giysin üzerine diye oldu. Esma kendini daha iyi hissetsin diye oldu. "Sefa" denen arkadaşı birileri çeksin diye "cefa" da çekilmek zorunda çünkü.
Dr. Patti Britton'a göre, erkeklerin aslında 2 'g noktası var'. Peki nerede bu noktalar?
1. ilki frenulum: Penisin hemen altındaki hassas bölge. Dr. Britton "Bu seks noktası, dokunulduğunda erkeğe kendinden geçirici bir his yaratır. Sinir uçlarının bir demeti ve canlandırıldığında özellikle hassas" diyor.
1 Foreskin's outside fold
2 Meatus
3 Glans
4 Frenulum
5 Foreskin's inner fold
6 Ridged band and mucocutaneous junction
2. ikincisi perineum: Testiküller ile anüs arasındaki deri. Müstehcenleşmeden önce, bu noktanın dokunulduğunda ekstra zevk veriyor çünkü bu bölgeye seks sırasında dokunulduğunda erkeği daha uzun süre sert tutuyor.
Ayrıca Dr. Britton onu "kutsal seks noktası" olarak adlandırıyor çünkü uyarılmanın yüksek olduğu zamanlarda nazikçe ya da sert olarak sürtüldüğünde derin zevk hissi yarattıyor.
bu bölge, aşağıda görüldüğü gibi prostat bezidir . seks ve orgazm esrasındaki uyarımında bir erkeğe, standart seksin yaşamayacağı kadar bambaşka bir orgazm çeşidi vaadetmektedir. kadındaki "g noktası"nın erkek versiyonudur.
"anüs ile testisler arasındaki boşluk" olarak bilinen p noktası. (1 numaralı nokta)
tıpkı kadında "uyandırılmadığı" sürece zevk vermeyen ve bir işe yaramayan g noktası gibi; p noktası da doğru bir müdaleyle uyarılmazsa, sekse herhangi bir katkı sağlamaz. tıpkı daha önce orgazm olmamış kadınların, gerçek (vajinal) bir orgazmı yaşayabilmesinin bir takım faktörlere bağlı oluşu (erkeğe mutlak bir güven, zihnen ikna olmuşluk, duygusal çekim vs) gibi, erkekte de normalde "uykuda" olan bu noktanın ilk keşfi, benzer faktörlere bağımlıdır.
yani bir erkeğin p noktasını uyandırmak için, aranızda koşulsuz bir güven ortamı oluşmalı, sekste "ayıp" olmayacağını fiziksel iletişiminizle çok net biçimde içselleştirmiş ve cinsel olgunluk'a erişmiş bir çift olmalısınız. uyarım için çeşitli şiddette etki yaracak yöntemler var. bunlar sadece "dışarıdan" okşamalar şeklinden tutun da, anüs içinden parmakla uyarıma, hatta vibrasyon özellikli seks oyuncaklarına kadar birçok farklı şekilde olabilir. yalnız önemli nokta şu ki; doğduğundan beri "gay"lik paranoyasıyla büyüyen (tıpkı kızlarımızdaki "kötü kız"lık paranoyası gibi) bir erkek nesli için kolay olmayabilir böyle bir fikre alışma evresi. sevgiyle yaklaşmak, çok yumuşak ve sevecen davranmak gereklidir. ilk etapta "sevgilim bak böyle bişey var" diye lafa ortasından girmeseniz iyi olur .
Erojen bölgede dolaşırken dikkatli olunmalı!
-Dairesel hareketler yapın.
-Kesinlikle çok yavaş olun, çok hassas bir bölge, kendinizi kaptırıp biraz sertleşirseniz can yakabilir. Bu da konsantrasyonu dağıtır.
-Hemen sekse başlar başlamaz erojen bölgede gezinmeyin! ilk zamanlar partneriniz boşalmaya çok yaklaştığı anlarda başlayın. Giderek öne çekin zamanı.
-Kesinlikle sert bir tenle yapmayın, onu zımparalıyormuş gibi olmasın. Kayganlaştırıcı veya o işlevi görebilecek kremler sürebilirsiniz. Ve tabi elleriniz de buz gibi olmasın .
ilerleyen aşamalarda şayet partneriniz de alışmış ve size bu kadar özel bir deneyimi 'birlikte' yaşayacak kadar güvenmiş olursa, ufak ufak penetrasyon turlarına da başlayabilirsiniz. Parmak uyarımı güzel ve doyurucu bir yöntem . başlangıç için.tıpkı kadınların g noktası gibi uyarılabilir. bunun en genel ve garanti yolu, erkeğin yatarak bacaklarını açması ve penetrasyon işleminin parmakla gerçekleşmesidir. (hijyenik açıdan ameliyat eldiveni takmanız sizin için iyi olur)
(avuç içiniz yukarı bakacak şekilde parmağınızı birkaç santim sokup "gel gel" yapar gibi hareket ettirmelisiniz. bunun yanında uyarılma fazından sonra dairesel hareketler de etkili olabilir)
ilerleyen aşamalarda arzu ederseniz vibrasyonlu seks oyuncaklarına da geçilebilir tabii...
aslında erkeklerin tümü bundan habersiz değildir. bazıları bunu keşfetmiştir ve (o yukarıda bahsettiğim "gaylik paranoyası" sebebiyle) çok derin bir suçluluk psikolojisi içerisinde kendi kendine yaşar sadece. ölümcül bir günah gibi gizlenir, çünkü kendi kendini bile "gay" olarak algılamasına sebep olur birçok erkeğin.
nasıl yapılır?
mesela mastürbasyon esnasında boşta kalan elinin kendi parmağını kullanarak yaparlar... aslında birçok çeşit olabilir...
"p noktası uyarımı" son derece doğal ve normal bir seks eylemidir. bunu keşfetmiş ve yaşayan bir erkeğin (kendi cinsinden duygusal olarak hoşlanmıyorsa) eşcinsellik gibi bir eğilimi yoktur. anal uyarım, insan vücudundaki çok sayıdaki erojen bölgelerden sadece birini kapsar.
ve tekrar ediyorum; günah değildir, ayıp değildir, yanlış değildir, zararlı değildir. bunu yaşayan erkekler, "standart" bir sekse nazaran çok daha şiddetli bir orgazm tecrube ederler.
bu bir erkeği kadınsılaştırmaz mı?
hayır, aksine "gaylik paranoyası" yüzünden bişeyleri yaşayamamış, yahut keşfetmiş ama suçluluk duygusu içinde, kendine bile itiraf etmeden yaşamış erkeklerin "kuyruk sokumundaki kavga"yı bitiren bişeydir bu. bir erkeği çok daha zevk dolu, çok daha özgüvenli, çok daha sakin ve olgun, yapar...
ha tabii bu bahsettiğim şeyler, partneriyle özgür ve mutlu biçimde bu hadiseyi yaşayabilen erkeklere ait özelliklerdir. yoksa (keşfetmesine rağmen) bu hadiseyi bastırmaya çalışan, yoksaymaya çalışan, bunun bünyesinde ortaya çıkardığı karmaşayı, "maçoluk" tavrını abartarak nötralize etmeye çalışan adamlarda tam tersi işler süreç...
onlar için yasak elma olan bu hadise dayanılmaz bir suçluluk, aşağılık hissi ve abartılı bir yaşam tarzı olarak sirayet eder hayata... "eril enerjinin doğru kullanılmadığında ortaya çıkarabileceği yıkıcılık", genelde bu tip bir sürecin sonunda gözler önüne serilir zaten...
Önce kadının mutluluğu...
-Eğer kadın olarak partnerinizle birlikteyken gerçek (vajinal) bir orgazm yaşamıyorsanız bu işe hiç girişmeyin. Enerjisel anlamda tam bir 'dişi' sıfatı kazanmayan (orgazmı tanımayan) kadınlarda, eril enerji ön plandadır.
-Siz farkında olmasanız da, çok içerden sizi domine eden, yıkıcı ve hırpalayıcı bir kaynakla beslenir var oluşunuz. Görünürde ne kadar yumuşak huylu, sevecen olursanız olun, orgazm olmuyorsanız o eril enerji etkisinden çıkamazsınız. Aynı şekilde eşiniz de sizin bu 'domine' iç enerjinizden dolayı yalan yanlış bir şekilde 'dişil' sürece girer. Çok tehlikeli bir ayrımdır bu.
-Eşinizi mutlu etmek istiyorsanız bile, önce kendi mutluluğunuzu sağlamalısınız. Aksi halde zaten aslında çok lezzetli bir yemeğin içine zehir karıştırmış oluyorsunuz. Hiçbir işe yaramaz. Yarar sağlamadığı gibi bir de üstüne yıkıcı etki de yaratabilir.
**ayrıntılar için google'dan "male perineum point", "sacret spot massage" "prostate massage" "perineum massage" gibi aratabilirsiniz.
Not:Bu yazı bir makaleden alıntıdır.
edit: kopipeyst lekeleri.
düşünsenize bir şunu, sevdiğiniz insanla evleniyorsunuz. cicim ayları falan. zil zurna aşıksınız, "aşkitom", "bebişim" gibi ithamlarla birbirinize hitap ediyorsunuz. sonra seneler birbirini kovalıyor, belki eskisi gibi heyecanınız kalmıyor ama o deli dolu halinizin yerini oturmuş bir sevgi alıyor. değerini çok iyi bildiğiniz bir insan, hatta parçanız o sizin artık. böylece sevgi ve saygı çerçevesi içerisinde beraber yaşlanıp yılları deviriyorsunuz işte 30, 40. sonra bir gün o ölüyor, yalnız kalıyorsunuz. kalkıp başka birini arıyorsunuz. neden ? çünkü hayat yalnız yaşanmıyor, yalnızlık allah'a mahsus, kendinize yaşlılığınızda bir hayat arkadaşı arıyorsunuz, veyahut salt "size baksın diye" biriyle evlenmek istiyorsunuz.
bu düşünce yapısına ergenlik dönemlerimden beri şiddetle karşı çıkmışımdır. yukarıda anlattığım gibi sevgi ve saygı çerçevesinde, birbirini çok seven, aşık olan, birbiri için ölüp biten, huzurlu ve mutlu bir evlilik yaşamış bir çift değilse söz konusu olan zaten lafım olamaz, normal bulurum. olağandır çünkü öyle bir durumda bu. fakat şu yukarıdaki örneğe göre konuştuğumuz zaman anlam veremiyorum. bahsettiğim zihniyetlere de anlam veremiyorum ama tam da "bu örnekteki gibi" bir ilişkiden sonra evlenmeye kalkan insana hiç mi hiç anlam veremiyorum. aşağılık ve acizce bulduğum gibi tiksinti de duyuyorum kendisinden. bence çok ama çok iğrenç bir mahluk o. ölse üzülmem.
ya adam gibi sevin ya da siktirip gidin lan! senelerce "aşkım, bebişim" öldükten sonra 40'ı çıkmadan başka birini aramalar. ta amınıza koyayım, seven yerlerinizi sikeyim sizin. tamam sakinim.
timo rautiainen & trio niskalaukaus fin ikilisinin 2002 çıkışlı Rajaportti albümlerinden bir şarkıları. bu şarkıyı ilginç kılan şey ise, şarkının sözlerinde, fincenin türkçeye olan inanılmaz benzerliğinden kaynaklanan bir süpriz vardır. bildiğin 'güzel allah' demektedir vokalist ağabey.
17 ağustos 2010 tarihi ile başlamıştır. bu ittifak çerçevesinde eğer yaradılışçılık doğruysa müslümanlar ateistlere öteki tarafta kıyak geçip sevaplarının bir miktarını verecek ve cennete gitmelerine yardımcı olacaklardır. eğer varoluşçuluk doğruysa ateistler bilime adadıkları ömürlerini zaman makinesinin icadı ile pekiştirerek, gidip ölen müslüman kardeşleri daha yaşarlarken onları uyaracak, mevzuya uyandıracaklardır.
çoggözel bişey rüyada acun görmek. acun gerçekten çok iyi bir adammış. acun'la izmir'deki 1.sanayi sitesindeki kamil tunca bulvarında karşıdan karşıya geçerken karşılaştık. aslında karşılaşmadık belediye otobüsü tarafından eziliyodu acun, her nasıl olduysa aramızda bi' 5 metre varken benim kolum dalsım misali uzadı ve kurtardım acun'u. 'ezilcen la ezilcen acuuun' diye bağırınca ben bana 'hah! ben hangi programı yapıyorum bilmiyosun galba' dedi kibirli kibirli. sörvayvır'ı söyliyir. haa biliyorum evet haklısın dedim. ha bu arada söylemem gerekir ki acun'u kurtarmak da çoggözel bişey. neyse sonra konuştuk acun'la. bir muhabbet bir sohbet. benim elim onun omzunda falan. çog daşşaklı adammış vesselam. 'hacı spartacus blood and sand diye bir dizi var, türkiye'deki yapımcıları falan ikna et tanıdığın varsa, şöyle güzel yapımlar yapalım aga' falan dedim ben. o da merakla dinledi. vallahi acuncum seninle muhabbet etmek güzeldi. hoş sözlük yazarlarına ezik mezik minvalli bişeyler söylemiştin. neyse olur öyle şeyler, hadi öpt kib bye.
kusmaya çalışan ama beceremeyen bir arkadaşımız kanser olabilme katsayımızı ölçmekteydi o gece. benim kanser olmama ramak kalmıştı ama diğerleri nispeten dirayetlilerdi. 'olm elini soksana' dedi biri. hayır, tahmin ettiğiniz gibi diğeri 'nereye sokayım ?' demedi cevaben. daha içten bir tepki vererek 'siktir lan' dedi.
neyse işte, yauu çok içmiştik lan. hava inanılmaz sıcaktı zaten. evet, buz gibi biraları gümletmek süper bişeydi cidden ama bi' bişey eksikti amk. ve bokunu da çıkarmıştık sanki, sabah da olmak üzereydi. hararetli bir sohbetin son küllerinin de alevi söndü sönecekti. son biraları gümletiyorduk artık. bir ara muhabbet durdu, kafamı sağa doğru çevirdim. birisi işiyordu, bir diğeri hala kusmaya çalışıyordu; ortamda işemeli kusmalı parti vardı bildiğin ve benim içimde inanılmaz bir sıkıntı vardı. sıkıntının sebebi bugün henüz farkında olmadığım bir şeyleri yad edecek olmamdı. çünkü bugün bi' farklıydı, bugün daha bi' eskiyi hatırlatıyordu... anlamıyordum henüz bunları ama anlayacaktım.
hayır dostlarım, hayır. başıma egzantrik bir olay gelmedi bu gece. bu gece hayatı sorguladım çünkü ben. 'nereye gidiyorum lan ben amına koyayım' dedim içimden. ne oluyor, ne olacak şimdi, ya bundan sonra ? ve benzeri sorular ardı ardına sıralandı. somut hiçbir cevap bulamadım gerçi amk, soyuta saplandım dahası. fakat o an gerçekten bu konulara kafa patlatmak çok iyi geliyordu. çünkü 16 gibi hissediyordum. 16 gibi hissetmek ? dur geliyorum oraya.
çünkü aga, çünkü sanki bu sabahtan itibaren her şey bambaşka olacakmış gibi geliyordu. 300 spartalı filmindeki 'spartaaa' diye bağıran eleman ben mişim gibi hissediyor, gaza geliyordum. cem yılmaz'ın her şey çok güzel olacak'taki tüm karakteristik özellikleri de bir bir loading oluyordu naçiz bedenime. sarhoştum, bu düşünceler içerisinde ağlamama da ramak kalmıştı. bizim elemanlar da gitmişti, yalnızdım. ağlamak istiyordum ama ağlamıyordum, yapamıyordum. sonra biraz daha içmek geliyordu aklıma ama hemen vazgeçiyordum bu eylemimden de. uzun düşüncelerim sonucu bir yere varmak zorundaydım artık ama varamıyordum tam.
nihayet bir aydınlanma yaşamaya karar verdim. evet evet bir şeyler oluyordu. tamam lan tamam, bir şeylere varmıştım nihayet; ben 16 yaşımdaki halime geri dönmek istiyordum. yahu ne de güzeldi be 16 yaşında her şey! artık bir kere 15 değildim 16 yaşındayken. 18'e daha yakın, 15'in sivilceliliğinden biraz daha uzak bir yerdeydim. efendim işte ne bileyim, bi' daha karizmatik bi' yaş işte 16. sokağa çıkmak ne güzeldi, çarşı pazarda dolaşmak bile ayrı bir güzeldi lan 16 yaşında! artık büyük sayılabilirdim nispeten 16 yaşında. hani şimdi 16 yaşındayım derken çocukmuşum gibi gelmiyo insana. hem de çok bi' sorumluluk taşıyan yaş da değil. tam kıvamında aga. yauu 16'sın lan işte, içmek bi' başka güzel, belki ilk sarhoşluk. yahut ilk olmasa da her şeyin senin için kısmen taze ve daha tüketilmemiş olduğu bir yaş. ne bileyim kordonda çimlere falan yayılıp şargoz içmenin tadını şimdi hiçbir nezih gece kulübünde alamıyorum artık. şimdi çok entel muhabbetleri döndürdüğümüz bir pub ya da pahalı şarapları koklayarak içtiğimiz bir restorant daha fazla manalı değil arkadaşlarla 2 bira içip sarhoş olup kusmaktan.
kalkıp eve gidip balkonda bir sigara yaktım. karşı binaların içlerinde göz gezdirip kimlerin sevişip sevişmediğine dair zorlu tahminlere giriştim ama sonuç alamadım. eskiden sürekli seviştiklerini gördüğüm bir daire vardı karşı binada, o geldi aklıma. sonra o evdeki azgın çiftin ben yaklaşık 16-17 yaşındayken taşınıp siktir olup gittikleri geldi. sabahın 5'inde, görece yüksek bi' sesle 'anasını sikeyim' dedim sinirlenip. bereket 8. kattaki beni duyacak pek kimse yoktu civar balkonlardan falan. bir sigara daha içerek çıkardım acımı.
evet sadece bir sayı olmaktan daha fazla işlevi olmayan pek sevgili '16' gece gece sikertmişti beni dostlarım. yatağa başımı koyduğumda bir milyon tane olay, yaşanmışlık, insan ve karı-kız geçiyordu gözümden film şeridi gibi. ne uyku kalmıştı ne bişey. lanet olası 16'dan alamıyordum aklımı. ah o heyecan nasıl gelir geri ? nasıl olur da bir şeyleri yapmak adına çılgınca bir istek duyabilirim yeniden ? her zaman sessiz, sakin ve kendi halinde bir adamdım aslında ama neredeyse bir manyaktım da ben. şimdi ne olmuştu bana ? ne kırmıştı hevesimi ? yokeden neydi içimdeki yaşama isteğini ? yalnızlık ? sikeyim yalnızlığı yahu eğer varsa tanrı bile yalnız. sevgili, karı-kız ? kalmadı flörtleşecek takatim. karıların o muhteşem muhasebeleriyle mutabıklaşacak kafam, dayanacak bi' dirseğim yok artık. neyse, sonra uykum baskın geldi, uyudum. uyurken 16'ya dair muhtelif olay örgüleri peydah oldu kafamın içinde tabii ama sabah hatırlayan beri gelsin onları. rüyalarla da ayrı bir hesabım var görülecek ya neyse şimdi konumuz değil.
enivey, sabah ve öğlen yaptığım karpuz diyeti bahanesiyle evde karpuz bitince akşam üstü marketin yolunu tuttum. marketin manav bölümünde bir çocuk var en teenage'inden, çatlasa 16 yaşlarında. 'hocam şöyle orta boy bir karpuz alabilir miyim ?' dedim elemana. yanımda da uzun boylu, sırık birisi var en ciksinden, 26 yaşlarında falan. sanırım patronun falan oğlu bu lavuk, elemanın her hareketini yavşak bir eda ile izliyor çünkü. eleman tezcanlı biraz, uğraşıyor ama karpuzu bir türlü kesemiyor. bizim cep telefonu, kısa marlboro, zippo ve araba anahtarından ibaret olan lavuk da 'oğlum sen hiç karpuz kesmedin mi ?' diyor kinayeli, gıcık bir ses tonuyla. eleman daha da panikleyince ben hemen atılıyorum 'hocam boşver kesme güzeldir zaten, bu sene karpuzlar güzel gidiyo ehehe' diyerek 16'nın anama bacıma sövme ihtimalini sıfıra indirmeye çalışarak kasaya gidiyorum. karpuzu tarttırırken telefonuma artık 40 yılda 1'e düşen hatun mesajlarından biri geliyor. işte yine pas vermeyeceğim bir hatundan gelen 'naber?' mesajı bu. 'iyidir senden naber'li cevap ile hiç hoşnut olmadan sanırım 16 yaşından falan beri sürdüregeldiğim, kırmadan yüz vermemeye çalışılan, yapılan samimi olma çabalarının 'eheh' şeklinde gülüşmelerle ekarte edildiği, manasız bir mesajlaşmaya koyuluyorum yine...
kasadan çıkınca tekrar manav reyonunun önünden geçiyorum, yeni mal gelmiş, benim 16 da kamyonun tepesinde. her mal gelen karpuzcu da olduğu gibi 3 kişi sıralanmış birbirlerine atıyorlar karpuzu. bizim eleman pek yetenekli değilmiş atma ve yakalamada, onu öğreniyoruz bu sahnede. hemen atılıyor tabii bizim 'her genç kızın sevgilisi' olacak lavuk, 'oğlum sen hiç top oynamadın mı?' diyerek. ayaklarım durmak istiyor ağzının payını vermek için ama durmayıp yoluma devam ediyorum. kaşlarımı çatıp kötü kötü bakmakla yetiniyorum sadece bu zengin piçe. 16'nın tüm hüzün ve kederini paylaşıyorum çünkü o an. artık 16 değilim aslında ama içten içe bende 16'yım bir nevi. 16 olmanın tüm anlamını biliyorum ben. 16 iyidir, 16 kalenderdir. taşaklıdır lan 16! aslandır o. çünkü 16 alkollü bir gecenin saat 3'ünde eğer açık olanını bulursa bakkal bakkal dolaşıp kayıntı bir şeyler arayan adamdır. gecenin 3'ünde sokakta elinde soğuk sandviç olan adam da 16'dır çünkü. çünkü 16 belki seçkin bir piç değildir ama benim gözümde bir tanedir.
şimdi bir zamanlar (16'yken) sevgilimle dudağım dudağına değeceği sırada bir alzehimer hastası gibi titrerken oturduğumuz bankta oturup bunu yazıyorum ve 16 olmayı tüm yüküyle, zorluğuyla kucaklıyorum. her yerinden de öpüyorum tüm 16'ları.
nessima isimli dizi ve filmler hakkında fragman, poster, spoiler, fan videoları gibi daha birçok şeyi bulabileceğimiz güzide sitenin tematik ama sadece tematik olmayan interaktif sözlük çalışması.
ki aslında ne bir yarışmadayım, ne de bir tahmin yürütme oyununda. sadece kahveyi üzerime döken şımarık bir oğlan çocuğuna tahammül etme sınırım bu.
kimi zaman bazı kimseler öyle nokta atışları yapıyorlarki. bu sigara almak için girdiğin bakkal dahi olabilir. kısa winston soft alabilir miyim ? gibi alelade bir sorudan 'soft mu ?' karşılığını alıp sözüm ona edilgene vurgu yaptığını sanan, patavatsız bir bakkal amerika'dan bile tehlikelidir.
bense sadece koltukta oturup kahvemi içiyor, yapılan muhabbeti dinlemeden önemli noktaları koşullu tepkilerle yakalayıp tutarlı tepkiler vermeye çalışarak bu benim için fena hâlde sıkıcı olan misafirlikten kalkmayı bekliyorum.
misafiri olduğum, sürekli gülümseyerek hayata pozitif baktığını ve hiçbir şeyi kafaya takmadığını anlatmaya çalışan orta yaşlı bir kadının küçük, ama boyutlarıyla ters orantılı olarak şımarık, sevimsiz torununa kendiminde şaşırdığı ölçüde katlanarak kahvemi yudumluyordum. ta ki o sevimsiz yaratık topu üzerime atıp sıcak kahveyle kasıklarımı yakana kadar. ve sonra..
'aaaaaaaamına koyayım!!!'
ağzımdan çıkmasıyla pişman olmam ve yediğim boku farkedip kız arkadaşımın yüzündeki 'kalkınca seninle hesaplaşıcaz' bakışını görmem bir oldu elbet.
kız arkadaşımın teyzesindeydik. teyzesinin oturduğu şehirde yaşamıyorduk, beraber çıktığımız bir yolculukta, o'nun da ısrarıyla bu ziyareti gerçekleştirmiştik. daha henüz kilometrelerce uzaktayken uyarmaya başlamıştı kuzeninin çocuğuyla ilgili.
'can felaket yaramazdır, lütfen dikkatli ol aşkım'.
alt tarafı sümüğü akan bir çocuktu can, neyine dikkat edecektimki ? dayak yemeyecektim ya ilkokul 1. sınıf talebesinden. onurum zedelenmişti. ne iş bu can diye sorduğumda 'böyle bir çocuk olamaz, tam bir psikopat' demişti. korkmadım değil ama umursamadım. alt tarafı bi' tokatlık işi var dedim. daha sonra evlerine gittiğimizde göreceğim bakışın bir benzerini henüz orada görmüştüm aslında. ah neden geleceği de görememiştim ?!
can'ın kafasını kırmak istiyordum ama teyzesi nazikçe yanıma gelip 'ah oğlum, iyi misin ? çabuk çabuk çıkart o pantolonu' demesiyle havaya kaldırdığım yumruğumu indirdim. teyzeyi pantolonu çıkarmama gerek olmadığına ikna edip mutfağa, beni sakatladıktan sonra centilmenlik göstermek yerine alçakça içeri kaçan can'dan intikamımı almaya gittim, bezle pantolonu silme bahanesiyle.
mutfaktan balkona çıkmış, mutfağa girildiğinde farkedilmeyen bir açıdan kendince gireni çıkanı gözlüyordu. beni görünce balkon demirlerine doğru yeltendi. boyutları nedeniyle ufak çapta bir şey de olduğundan panikledim uçar gider aşağı diye, canhıraş koşuştum o'na doğru. rahat rahat dışarı izliyormuş gibi rol yapmaya başladı ağzını balkon demirlerine dayayıp. haline acıyıp dövmekten vazgeçtim. 'alt tarafı bir velet! veletle velet mi olucam ?' diye sordum kendime. hiç fena fikir değildi hani. önce arkadaşı olur sonra istediğim zaman döverdim diye düşünerek kıvançla doldum. sonra sevgilim aklıma geldi. bana 'kuzenimin çocuğunun arkadaşıyla çıkamam ben' deyişi gözümün önünden film şerifi gibi geçti. en iyisi güzelce bi' korkutayım dedim ve gidip konuşmaya karar verdim. aynı onun gibi balkon demirlerine yaslandım ve etrafı gözlemeye başladım. arada yan gözle can'ı kesiyordum. çok çirkindi ve ağzındaki yarım yamalak dişlerle çok da salakça görünüyordu. 'napıyosun ?' diye sordum güzelce. omuz silkip mutfağa doğru hamle yaparken t-shirt'ünden yakaladım 'dur, bi' yere kaçma' diye. o panikle t-shirt'ünü yırtmışım ve tırnağım da boynuna batmış. birden çığlık çığlığa ağlamaya başladı. artık resmen hapı yutmuştum.
sevgilim ve teyzesi içerden koşarak geldiler. rezil olacaktım, hemen kaçmalıydım oradan. teyzesinin mimiksiz suratıyla karşılaşmıştım kaç saattir ilk kez. can susmadan ağlıyordu ve o her şeyden olumlu bir mânâ çıkaran, pozitif davranmak için kendini kasım kasım kasan kadın gitmiş, yerine yeşilçam'ın kızoğlankız ayşen gruda'sı gelmişti resmen. ayşen gruda benden yanıt alamayınca torununa dönüp eğildi ve t-shirt'ünün yırtıldığını gördü. yırtık t-shirt, teyzesine 'ıağğkkğğk beni dövdü bu yığağaağagh' diye anırdı. teyzesi kafasını kaldırıp yine o anlamsız suratıyla bana bakarken 'hehe' diye salakça güldüm. bu arada sevgilim aklıma geldi, baktım. sinirden ateş püskürüyordu. 'gelir misin buraya' diye sertçe koridora çağırdı. artık 'bu' gibi bir işaret sıfatı ve 'gelir misin buraya'da saklı olan gizli özneydim. yanına gittim.
' sen manyak mısın yaaa ? ben sana ne dedim ? yürü çabuk, gidiyoruz. benim için sadece tek bir hakkın kalmıştı, onu da şimdi harcadın. şimdi burdan gidiyoruz ve bir daha asla görüşmüyoruz'.
öncekileri nerede harcadım ki diye düşündüm içimden. gidip teyzesinden özür dileyip izin istedi. teyzesinin 'ayrıl bu manyaktan, tokat atmış ufacık çocuğa. seni de döver bu' dediğini duydum. can resmen kaşınıyordu. ileri bir tarihte hakikaten tokatlamalıydım onu.
evden çıktık. pantolonuma baktım, kahve izini bezle silmediğim hâlde kendi kendine yokolmuş, çok az bir nem bırakmıştı geriye. sevgilim hızlı adımlar önümde yürüyordu, 3 tane kocaman adım atarak hizasına yetiştim ve 'araba bu taraftaydı' dedim. 'sen hâlâ beni mi takip ediyorsun, git burdan' dedi ve adımlarını hızlandırdı. sinirlenmiştim artık. dövmediğim bir çocuk için suçlu ilân edilmiş, teyzesinin gözünde it, kopuk, serseri sınıfına dahil olmuştum zaten. bir de şimdi sevgilim terkediyordu. sigara yakmak için elimi cebime attım. teyzesi evde sigara da içirtmemişti, balkona çıktığımda pencerenin kenarında unutmuşum. allahtan hemen önümde bir tekel bayi vardı. sevgilimin adımlarını hesap ederek hemen tekele girdim. ben tam girerken arkasına dönmüş, bayiye girdiğimi görmüştü. 20 milyon ile bir tane 'kısa winston soft' istedim, bakkalın espri(gezegenimizin hiçbir yerinde böyle bir espri yoktur elbet. adam resmen kaşınıyor!) yapası tuttu; 'soft'mu ?' * )'. şeytanından bul adi bakkal deyip paranın üstünü kaptığım gibi çıktım bakkaldan. o da ne ? önümdeki bir 500 metre boyunca sevgilim ve sevgilim olabilecek herhangi bir madde görünmüyordu. koşarak aramaya başladım telefonla. kapatmıştı telefonu. tamamen bitirmişti demekki beni. 'aptal' dedim. 'tek başına dönecek. bari izmir'e kadar yoldaş olsaydım, gidince ayrılırdık'.
izmir'e döndüğümde sadece can'ı düşünüyordum. alçak herif hayatımı karartmıştı sadece 5 dakika içinde. rivaldo'nun fenerbahçe'ye 90+4. dakikanın son salisesinde attığı gol gibi bir dünya rekoru olmalıydı bu da. sinirlerim zıplıyordu düşündükçe. sinirden ne yapacağımı bilemeyip 7 yaşındaki hasmım can'ı facebook'ta arattım. aynı isimle bir tomar profil çıktığı hâlde can'ı bulamıyordum çünkü soyadını bilmiyordum. can'ı düşünürken birden aklıma sevgilimin 'sadece tek bir hakkın kalmıştı..' cümlesi düştü. hemen mail'ime girdim.
send: [burcu x],
cc:
konu: (konu yok)
--
'önceki haklarımı ne zaman harcamıştım ?'
--
windows live! ayrıcalığını hemen keşfedin! kaydolun. (not: yeni listelerde kız msn'leri de var.)
yazıp mail'i gönderdim. büyük bir sükunet ve merakla cevabı bekliyordum. bundan sonraki hayatım vereceği cevaba göre kesinleşecekti. can'la aramdaki husumeti bir level ileriye taşıyıp taşımayacağıma, yeni sevgili edinmeden önce kaç haklık bir anlaşma yapacağıma ve hakları kaybettikten sonra yeniden nasıl kazanacağıma dair bir aydınlanmaydı beklediğim.
bütün gece uyumadım. bi' paket sigarayı resmen sömüşmüştüm. sürekli browser'da 'gelen kutusu'na tıklıyor, adres çubuğunda sayfanın yüklenmesini izliyordum. bazen 'refresh'e basıp ardından hemen 'stop'a basıyor, tam sayfa yüklenmeden beyaz ekranı yakalıyor, sonra tekrar refresh'e basıp kendimce sayfanın daha iyi güncellenmesini sağlıyor; salak saçma bir oyun oynuyordum.
tam 1 gün geçmişti ama cevap gelmemişti. cevabı beklediğim için işe de gitmemiştim. bu cevabın gelmesi lost'un finalinden bile önemliydi. yemin ettim, 'cevap gelmeden tuvalete bile gitmiyorum!!11' diye. içeriği '???????????????????' olan bir mail daha attım. arkasında 2-3 tane de boş mail attım ki, net aleminin kenarında köşesinde sıkışıp kaldılarsa boş mail'ler önce yazdıklarımı ittirsin diye.
neyseki cevap 27 saat sonra düştü meyilbaksıma.
'lütfen çıkar mısın hayatımdan, yapma şunu!!! bir daha hiçbir şekilde iletişime geçmeni istemiyorum. tatsızlaştırmayalım.'
bu kadar abarttığını kendisinin de görememsine hayret ediyordum. alt tarafı bir can'avara haddini bildirmek istemiş, ondan da vazgeçmiştim. şimdi zâlim ve kötü eski sevgili olmuştum, hemde çocuk döveninden..
google görsellere çocuk yazıp çocuk fotoğrafları aradım hemen. bulduğum en güzel çocuk fotoğraflarını bir kolaj yapıp sevgilime gönderdim.
ertesi gün 5,30'ta sabah ezanına uyandım. hemen telefona sarılıp 'aşkııım günaydın * :)) çocuk yapalım mı ? * )99' diye mesaj attım.
1 hafta geçtiğinde can'dan özür dilemek ve bu saçmalığa bir son vermek için teyzesine gittim. giderken bi' çiçek yaptırmak için çiçekçiye gittim ama çok pahalıydı, onun yerine apartmanlarının girişinden bir papatya kopardım. fakat gelgelelim apartmanın kapısını kimseye açtıramıyordum. zillerin üzerinde kimsenin ismi yoktu ve 'kime geldiniz' diye soran 2 kişiye salladığım isimler tutmamıştı. 3. kişiye apartmanın kapıcısı olup olmadığını bilmediğim hâlde 'apartman görevlisine' deyiverdim. 'kapıcının evi zeminde, girişteki merdivenlerden geri inince alt kısımda, bodrumların hizasında' dedi yardımsever bir sakin. çaresiz teşekkür edip girişteki merdivenlerden geri indim. kapıcıya teyzeme geldim süpriz yapıcam demek aklıma gelmişti nihayet, açtı sağolsun kapıyı. bodrum katından yukarı doğru çıkarken devasa bir örümcek gördüm. kapıcıya dönüp 'abi bi' kavanoz var mıydı ya kullanmadığınız, boş ?' diye sordum şaşkın bakışlarına tanık olarak. verdi kavanozu, örümceği içine koyduğumu görünce anlam veremeyip evine girdi.
nihayet mimiksiz teyzenin evine ulaştım ve kapıyı sevgilim açtı. teyzesinin o günkü mimiksiz suratı oluştu yüzünde birden. 'sen n'apıyosun ki burada ?' dedim. bir şimşek çaktı o anda kafamda. gülümsedim, 'hiç dönmedin değil mi izmir'e ?' diye sordum. cevabını beklemeden içeri girebilir miyim can'dan özür dileyeceğim dediğimde teyzesiyle can mutfaktan çıktılar. 'merhaba.. can'dan ve sizden özür dilemeye geldim' dedim. can 'yeaa, bu gitsin, özür dilemesin, hem burak abi gelcek şimdi' diyerek yine yapacağını yaptı, hançeri vurdu sırtıma. 'burak mı ? burak da kim ?' diye sordum panikle. sevdiceğim de panikledi, birden aşka geldi bana sarılacak, gel gir aşkım içeri diyecek sandım ama o 'benim senden vazgeçmem için senin tek bir hakkın kalmıştı, onu da o gün harcadın; üzgünüm' dedi. bende dedim. teyzesine dönüp acaba varsa 1 litrelik kola şişesine soğuk su koyabilir misiniz, mâlum yolum uzun..' dedim. biraz sessilik oldu. neyse, ben gideyim deyip can'a gelirken aldığım 'albeni'yi uzattım. hemen aldı piç.
giderken yarım kalan bir işi bitirmek için 'soft' bakkala uğradım. 'kısa winston soft' istedim. arkasına döndüğünde can'ların kömürlüğünde karşılaştığım devasa örümceği t-shirt'ünden içeri attım.
hâlâ daha geçmişin terketmeyen düzleminde kalmanın verdiği bir yakarış bu. sanki yanıbaşında. belki yalnızken, belki et ve tırnak kadar yakınların ile. çok tanıdık ama çok da uzak.
biliyorum. seviyorum ben duygularımı. hissettiğim tüm acı tatlı her şeyin belli bir ederi var. bugün hiç tanımadığım bir evrende içimizden bir hissedişleyim. bir çığlık gibi dağlanıyor içimde hislerim. elimde bir teneke kutu, sarfediyorum sıkıntı veren tahayyülleri. melodiler yağmur olup akıyor kulağımdan desibel desibel. kimseyi rahatsız etmiyorum bu gece, kendimden gayrı.
donumu değiştirdiğimde sevgilimi de değiştiren ben şimdi üzerimdeki terli fanilamı değiştirmekten acizim. öyleki biten kadehimi dolduramıyorum bile. hissetmekten bıkmıyorum ama. ileriye gittikçe hissizleşmeme rağmen, vazgeçemiyorum yorgun hislerimden. yokedemiyorum, parçalayamıyorum kokuşmuş düşlerimi. geçmişin ivme dolu skalasında parente atarken gülemiyorum salak hâllerime. gülememenin dahası ağlayamıyorum da ağlanacak hâlime. biliyorum, bir kurşun kalemden farksız hayatım. kim diyebilir ki ama gereksiz diye ? kim söyler tüm bunların boşuna olduğunu ?
elbet bir nedeni var bu acıların. bu hüznün. bu kederin. bir nedeni var. henüz bilmediğim.
bir matkabın sesi ne kadar rahatsız edici, bir motosikletin gürültüsü ne kadar kulak tırmalayıcı ise benim 'i <3 u' eksenli serzenişlerim de bir o kadar batıyor götüme götüme. 'seni seviyorum'un söylenebildiği her dilde haykırıyorum o'na, ardından 'kahpe' derken.
siktirip gitmek istiyorum, gittiğim hâlde. siktirip gittiğim coğrafyada kurtulamadığım 'o' değil, ben'im aslında; bir türlü itiraf edemiyorum kendime.
lütfen. 'lütfen siktirip git ben'. git kendinden daha çok tiksindirtmeden.
20 milyonluk bir şehirin göz yoran keşmekeşinden haykırıyorum; lütfen, siktirip git!
şimdi bu x kromozomu, hayatımı karartan bir göt oğlanıdır.
kim koydu ulan onu benim içime ?
yani şu ağlamaklı, imoyşınılpankçı hâlime sebep kimdir bir ben bilirim dostlarım. ben bugün bir şey öğrendim ve sikti attı beni.
'bende de kadınlık hormonları varmış. bende de kadınlarda olan iks kromomozonundan varmış. yahu nasıl olur, sağlıklı bir türk* erkeğiyim ben!!11. anbilivibıl yani. sapına kadar erkeğim ben!!11' dedim ve ivediyetle özel şifa hastanesini aradım.
- şifa hast..
+ iyi günler, beni plastik ve estetik carrahi bölümüne bağlar mısınız ?
- ama plastik cerrahinin konumuzla ne alakası var ?
+ haklısınız.
bilmiyordum. hayatımda kromozomun k'sini bir tek zencilerin penisleri neden büyük diye araştırırken 'kromozom eksikliği' cevabını aldığımda görmüştüm. o gün daha anlamıştım gerçi, 'kromozom kötü bişey' diye. neden sonra başıma bu işlerin açılacağını nereden bileydim ? bilmiyordum. plastik cerrah işime yaramazsa kim yarayacaktı, onu da bilmiyordum. çünkü lisede sayısal derslerim boktandı ve annemi çay kahve içmeye göndermeyip hocalarla kanka yapmasaydım hiçbirinden geçemeyecektim. hâl böyleyken tıp fakültesinin kapısından geçmek benim için imkansızdı. hem kan tutuyordu beni, çocukkenden beri hiç 'doktorculuk' oynayamadım misâl ama içimde de kalmadı çünkü evcilik oynuyorduk ve doktorculukta kızların üzerine atlayıp dudaklarına yapışmam için bir bahane olmuyordu. kljdfşlsakjd.
anlayacağın khankha bugün güneş doğmadı benim yüzüme. bugün sokağa çıkamadım eskisi gibi. bakamadım kapıcımız mustafa efendinin yüzüne, boynum eğik kendim gittim aldım gazetemi. gazeteye baktığımda gözlerime inanamadım, 'müjde! erkek bebek isteyenlere y kromozomu tavsiyesi'. bu sikimsonik haberi de görmemle iyice beynimden vurulmuşa döndüm. başım döndü, yere düştüm. adeta yıkıldım. bir kız çocuğu gördüm yere düşerken, dondurmasını yalarken şaşkın şaşkın bana bakıyordu. sanki taksim'de sallandırılmıştım ya da kafamı vurdurtmuştu tarihin herhangi bir köşesindeki kral. bilincim hâlâ açık olduğu için kelleme coşkun kalabalığı gösteriyordu sanki.
yüzüme biraz kolonya çarpmışlar ama ayılmadım, sonradan elim yüzüm kolonya kokuyo mınıski diyerek farkettim sadece. cüzdanımın içinde sakladığım bir kağıt vardı, onu bulmuşlar da ayıltmışlar; daha önceden panik atak tedavisi görürkende lâzım gelen bir uyarı notu: 'sadece buz gibi bir tuborg gold ile ayılır'.
ahmet bakkal tuborg gold'u dudağıma dayar dayamaz ayıldım elbet. alt raftaki soğuklardan olup olmadığını sorup 'evet' cevabını aldıktan sonra aklıma hemen sözlük geldi. sözlük bu iş için bulunmaz hint kumaşıydı ve benim gibi bir beyefendi ancak sözlüklerin aristokrat yazarlarından medet umabilirdi.
özet geç piç dediğinizi duyar gibiyim. benim x kromozomum var ve onu aldırmak istiyorum. birisi varsa istekli, y'siyle takas edebilirim. eğer o ona denk mi pezevenk derseniz eyvallah der, ayvalıktaki yazlığı veririm. olmadı sado-mazocu bi' fakbadim var, onu veririm. ne istersen veririm bir tek şey hariç, zira onu verirsem bu takasın anlamı kalmaz.
ben ibnemsi kekremsi bir şey olmak istemiyorum hacı. lütfen bu konuda ne kadar hassas olduğumu anlamaya çalış, sözlük yazarı olmuşsun, okumuş adamsın. empati yapmayı bilirsin. eğer yaralı parmağıma işersen nickaltına her gün 'çok taşşaklı yazar, sağlam adam, heryerinden öpüyorum cancişim xd' deyü uğramazsam şerefsizim. bekliyorum, hadi eyvallah.