Öfkeye, sevgiye, nefrete, aşka kısaca her duyguya baskın gelen duygu. Hata sizde de olsa, haketmedigini gören taraf da siz olsaniz sonunda ayni özlem duygusuyla kalırsınız. Bazen geçmişi özlersiniz onunla yaşadığınız anıları bi daha yasamak istersiniz, bazen sadece onu ozlersiniz.
Kendi adıma hata hep bendeydi, ben de onu ozlemeye hakkım olmadığına kanaat getirip geçmişi özledim.
Çıldırdım.
Keşke ile başlamak hiç istemezdim ama keşke onu görebilsem keşke onu koklayabilsem keşke ona sarilabilsem. Keşke bir haberini alabilsem.
Özledim dayanamıyorum artık.
Keşke bu kadar çok sevdiğimi bilse.
(bkz: Sait başer) isimli bi büyüğümüzün yazısı. Tamamının okunamayacağını bildiğim halde belki bir okuyan olur muradıyla buraya not düşüyorum.
--spoiler--
Tanımadığımız bazı dostlarımız faaliyette! *
Allah onlardan razı olsun. Bu cümleyi nerede ve hangi bağlamda söyledim bilmiyorum. Ama madem ki böyle bir iyi niyet gösterilmiş, onu tekzib edinceye kadar, tasrih niyetine bir yazı ekleyeyim dedim:
"ŞEHÂDET'iN EŞiĞi: ÖZLEM!
Kelimeye bir bakın evvelâ!
“ÖZ”lem. Özümüzün fiili bu! Öz’ün, RUHun hamlesi, asıl ÖZ’ü fark edip can havliyle O’na doğru çağlaması.
Sevilenle aramızdaki bağ.
Canımıza can katan, ruhumuzu dirilten iksir! Can cevheri!
Varoluşumuzu bize en derinden, yaka yaka duyuran bir fark ediş hazinesi.
iştiyak derdine ortak kılıp, “Ulular Kervanı”ndan yükselen terennümleri duyuran can zindeliği…
Sevdiğine kilitlenen âşığın âlemin teferruatına karşı körleşmesi! Gittikçe nereye baksa sevdiğine dâir bir nişan görme yoğunluğuna ulaşması… Yunuslayın, sevdiğine: “Senin ile bakayın, seni göreyin Mevlâ!” dedirtmeyen duygulanmalar özlem değil!
Hangi hasretli, özleyişinin elinden alınmasına rıza gösterir?
Sevdâlı o sevdâyı, özlem olarak, bir kavrulma tadıyla duyarsa sevdâlı!
:)
Özlemsiz sevdâ! Boş bile değil, bomboş bir lafcık.
*
Özlem!
Öz’den Öz’e kancalanmak.
Sevdiğinin rengine boyanma sürecinin adı!
Sevgiliden gönlüne sıçrayan “O olmaklık ateşi”nin, “ego varlığı”nı tüketinceye kadar yakması…
…
Yanan EGO!
Özlem ateşi, ikiliği tüketme kararında, Hakk’ın sizinle beraber olduğuna da delalet ediyor… Eğer sevdânız gerçekse, o ateş “Ben’e ait” ne varsa silip süpürmeden, geride sadece “seven sevilen ayrımları üzerindeki” ŞEHiNŞAH kalıncaya, “BiR”, bütün saltanatıyla zuhur edinceye kadar sönmez!
Varsın sönmesin. Hattâ keşke sönmesin!..
:)
Çünki:
Bu alemde “Kişi sevdiğinin rengine boyanır”ken, o alemde de “Kişi sevdiğiyle haşr olur”…
Âşık-ı sâdık odur ki hasretini, kaçınılması gereken bir bela diye görmez de, onu ilahi bir hediye bilip, vuslat tadıyla yaşar.
“Belâ”nın, nefsimizi mağlub eden, tırstıran bir Kudret-i ilâhî eseri oluşuna uyanmak da, özlemin meyvelerinden olduğu için, dahası, bin can ile şükretmek de lazım.
Çünkü özlemek, kendinde sevdiğini inşa etmek, onun muhabbeti vasıtasıyla ona benzemeye başlamak…
Vuslat sürecinin taa kendisi.
Özlem ateşinin vuslat kemal bulmadan geçmiyeceğini ise, özleyen gönül, ateşinin harından tanır, bilir…
*
Arapçadaki, “hasret” kelimesine hiiiçç girmedik. Hüsranın, gurbetteki ruhun ıztırabı olduğuna filan da değinmedik. Hasret ve hüsranların ancak “vuslat” ile sükun bulacağına, Öz’ün Öz’e katılmasıyla biteceğine dokunmadık bile…:)
…
O hasretin adamı, yüreğindeki yalımı tanıdıkça “uyanır”! Yanmakla uyanmak aynı kökten der dururuz ya! *
“Gönül, Tanrı Ocağıdır” demekten bıkmayız ya!
:)
Buna mukabil, o ateşi tanıyanlar:
Zahir buluşmaların, her türden şeheviyâtın, çoğunlukla gerçek “ruhî talebi” hüsran vadisine sürdüğünü, uyuşturduğunu da apaçık görür olurlar…
Geldik mi şehâdet durağına!
:)
Güzel’i tanımak ve özlemek adına, “Aşk olsun” azizler..."
--spoiler--