hepimiz ölümü fani vücudumuzun toprağa karışıp bu dünyadan terk-i diyar etmesi olarak biliriz. peki sadece ölüm bu mudur? insan yaşarken de ölmez mi?
yukarıda belirtilen bu soruları sanırım şöyle cevaplayabiliriz. kimi zaman insan fiziksel olarak yaşarken de ruhu ölebilir. aşk acıları, kalp kırıklıkları, terkedilişler, reddedilişler gibi bazı nedenlerden dolayı insan yaşarken de bu hayatta ruhu terk-i diyar edebilir. kişinin ruhu bu dünyadan çekip gittiğinde evet o insan görebilir, konuşabilir, yürüyebilir ve bir şekilde fiziksel olarak hayatına devam edebilir ama onun ruhu gitmiştir artık o sadece bomboş bir varlıktır. ruhu çekip giden bir insanın artık kalbi de yoktur ki. kalbimiz yani bize yaşam gücü veren varlığımız ruh olmadan mevcudiyetini belki fiziksel olarak devam ettirebilir ama ruhu olmayan bir kalp sadece sert bir taş kütlesinden farksızdır. ve gözlerimiz, kişiyi dış dünyaya tanıtan ve parıltısıyla yaşam gücümüzü, hayata bağlanışımızı gösteren varlığımız. ruhu ölen bir insanda hayata bağlanış, o gözlerindeki yaşam sevinci, o parıltı yer alamaz ki. o gözler sadece görme işlevini yerine getiren dünyaya boş ve ışıksız bakan birer organdır.
yaşarken ruhu ölen insanlar ölümü bir anlamda bu dünyada tatmışlardır. onlar evet yaşarlar ama bir şarkının sözlerinde "yaşıyorum öylesine" denildiği gibi onlar yaşarlar öylesine...
bugün ilk kez tattım ölümün acısını...
ilk kez bu kadar yakınımdan biri hayata gözlerini kapadı...
yine ilk kez cenazeye gittim... o tabuttan çıkan kişinin açılan yüzünü görünceye kadar inanmıyorsunuz öldüğüne, ama o an anlıyorsunuz işte...
o kadar acı ki... hani elinizi kestiğiniz an acımaz ama sonra günlerce canınızı yakar ya... öyle bir şey. o ilk an öyle bir şok ki... sonrasında gelen acı öyle büyük ki...
etrafınızda ağlayan koca koca adamlar, bağıra çağıra ağlayan kadınlar... gözlerinizden farkında bile olmadan süzülen yaşlar... ve kafanızda anılar... o kadar kötü ki, anlatılmaz yaşanır diyorlar ya, aynen öyle...
ölüm, yeni bir hayata başlangıç bile olsa, çok acı... nasıl doğan bir bebeğe tüm kalbimizle seviniyorsak, ölen bir insana da tüm benliğimizle üzülüyoruz, hele de en yakınlarınızdan biriyse...
her ölüm erkendir. ve her ölünün nabzı yaşadığından daha hızlı atar. yaşadığınız dünyada bedeninizi terk edip hiçbirimizin tadamadığı başka bir mekanda ruha dönüşmektir, belki yeniden dünyaya gelmektir. hiçbirimiz bilemeyiz ki...
kaç defa öldüm bilmiyorum
ve kaç defa dirildim kendi topraklarımda
tuzum karıştı toprağın derinliklerine
ve susuzluğumu giderdim gölgelerinde
kaç defa ölmeli anlamak için
özellikle nefesin kıymetini...
ölme...
bugün değil...
çoğumuzun "yaşayanların" dünyadan ayrılmasına etiketlediği kelimedir.
fakat gerçek ölüm , yaşamayı fiziksel ve güdüsel ihtiyaçlardan sananların , "ruhlarının" ölümünden bihaber olmasıdır.
nasıl ki ortada bırakılan "cesedin kokusu" ortalığı sararsa ;
"ölü ruhların" kokusu ,bugün bilhassa batı ve ona entegre olma bahanesiyle "ruhsal şah damarını koparan" ülkemizin her bir köşesini sarmaktadır.
bir sahnenin bitmesiyle ölümsüz bir oyuna başlamak. ve bu ölümsüz oyundaki rolünüzü bir önceki performansınıza göre belirleyeceğiniz bazen aniden gelen bazen zaten beklenilen.