bir atari oyunu gibidir,bir bölümde görevinizi bitirdiğinizde bir diğer "level" e atlarsınız bu şekilde gider.bu hayat dediğimiz şey dünya hayatından ibaret değildir elbet, ölüm sadece başka bir "level" e geçmektir, o "level"inde kendine göre zorlukları vardır ve ancak ölünce nasıl bişe olduğunu bütün yönleriyle göreceğiz.
sevgi dolu, yumuşak bir el bizi okşayarak bile uyandırsa, elin yumuşaklığını farketmeyiz... aynı şekilde ölüm de çoğunlukla ürkütücü gözükür ve ne kadar iyi bir amacı olduğunu pek düşünmeyiz...
ölüm; perdesiz görebilmek her şeyi... acılarından arınmış ruhun arşa değmesi.
tanrı'nın bize gösterdiği sanal güzelliklerle dolu dünyayı bir anda önümüzden çekivermesi. elinden oyuncagı alınan çocuk misali ortada alık bakışlarla kalakalmamız...
ben inanmazdım buna, hiç aklıma gelmezdi, hiç hissetmedim ki, başıma trajik bir olay da gelmedi, fakat;
bir gün biri öldü hayatımda, çok önemli biri değildi, benim için hiç intihara falan kalkışmamıştı mesela, ya da benim hiç sarhoş da olmamıştı, öyle alalade bir insandı benim sıradan hayatımda.
haberi aldık gittik. ilk cenaze merasimimdi bu benim. mezara da gitmemiz gerektiğini söylediler, gittik.
sonra onu bembeyaz bir şeyle atıverdik toprağa, üstünü kapattık, sular döktük sonra üstüne.
sonra yürüdük arabaya kadar. işte orda anladım ölümü. adamı gömmüştük, ve yürüyorduk, hayatımıza devam edeceğimizi bile bile yürüyorduk.
uzay boşluğundasınız. etrafınızda başka hiçbir şey yok. Bir yıldıza bakıyorsunuz. dengesiz. nabız gibi atıyor.
uzay radyasyonu üzerinizden akıyor, kemiklerinize işliyor.
Sonra yıldız yavaşça kendi içine çöküyor,
ardından bir supernova halini alıyor. patlıyor.
şok dalgası etinizi kemiklerinizden ayırırken, gözleriniz kör olurken, toza dönüşmeden hemen önce tüm evrenin bu görkeme saygı duyduğunu farkediyorsunuz. harika göründüğünü.