hayatin gercek tadlarini bir bir aliyorlar ellerimizden.
gecen gun eski usul, teneke bir tost makinesi aradim. soyle yarim tava ekmeginin arasina kasarli sucuklu bir tost yapayim afiyetle yiyeyim diye dusunuyordum. hayir. bu zevki bir elektrikli tost makinesinin icinde heba edemem.
ozellikle bulayim diye eminonu, tahtakele gibi ivir zivirin bol bulundugu yerlere gittim, yok yok yok. oysaki bulabilseydim neler yapacaktim. butun hizimla eve gidip, gazli ocagimi acacak *,
cirlop gibi dokum tost makinemi uzerine yayacak, tava ekmegimden soyle torpilli bir yarim ekmek cikarip tost makinesine koyacak, ekmegin yavas yavas yanmasini koklayarak sucuk ve kasarlari kesecektim.
nar gibi kizaran ekmegin arasina once sucuklari koyup, sucugun yaglarinin ekmegin icini kirmiziya boyamasini saglayip ardindan verecektim kasarlari arasina. ekmegi bir guzel kapatip, citir citir dis yuzeyine tereyagi surecek ve 2-3 dakika sonra icinden kasarlar kopruden intihar eden gecinemeyen memur gibi sarktigi vakit disarii cikaracaktim.
mutfagi saran nefis sucuk ve kizarmis ekmek kokusu iste hayatin gercek lezzetlerinden birine ornektir. oyle tefalle mefalle yakalanmaz o lezzetler.
bir de hayatin gercek tadlari lokal olur zaten. * oyle dunyanin en fazla ciro yapan sirketlerinden birinin logosunun altina saklanmaz. o olsa olsa, hayatin gercek lezzetinden bihaber insanlara hayatin gercek tadi diye itelenen bir pazarlama harikasidir.
sayet turklerden nefret etmek icin bir sebep araniyorsa, bilmedikleri adresi bilmediklerini asla itiraf etmemeleri ve yanlis bir adres tarif etmeleri yeterli bir sebeptir.
gunluk hayatta kibar bir dil kullanan, tesekkur etmenin, lutfen demenin oneminin farkinda olan bir insan, bildigin hanzolarin islettigi kebapciya girdiginde, yapay bir "ben de bu mahallenin cocuguyum" pozuna burunur, "usta" falan der garsona, kebaplar gelince tesekkur etmez "eywallah" der falan. oysa ki bunlara hic gerek yok, kendin ol di mi.
haz etmediğiniz bir sistemin ikonlarından sayılan mcdonald s'da istemeye istemeye çalışmaktan daha kötü bir şey varsa o da orada ayın elemanı seçilmektir.
Dün, Çanakkale'nin Biga ilçesinde eski bir cezaevine, ölçü almaya gittik. cezaevi bir kaç ay sonra yıkılacak. Boş ceza evinde, koğuşlardan avlulara geçerken kapılara takıldı gözüm. Mimarlıkta dış mekana açılan kapıların tamamı, yangın kaçış ilkesi gereği dışarı açılırlar. Diğer bir değişle kapıya yüklendiğiniz an dışarı doğru fırlaya bilirsiniz. Oysa cezaevinde avluya bakan kapıların tamamı dışarı doğru değil, içeri doğru açılıyordu. Burda yangın ilk anda önemli belki ama, başka bir gerçek daha var.
Avluya; yani, kısıtlı özgürlüğe ulaşmak için kapının önünde durup, açtığınızda, önce kapının açılması için bir kaç adım içeriye gerileyerek, ancak dışarı çıkabiliyorsunuz.
Hani sanki dışarı çıkmak, o kadar da kolay olmayacağının bir göstergesi gibi. Kapı bile üstünüze geliyor ve sizi içeri itiyor.
Bunun bilinçli yapılmadığından eminim aslında; ama bana hisettikdikleri, avluya dahi çıkarken sizin içeriye ait olduğunuzu yüzünüze vuran şeylerle doluydu sanki orası.
Onun dışında;
Duvara yapıştırılmış posterler...
'Allah kurtarsın' temennili duvar yazıları...
Her yerde var olan 'ağa' ayrıcalıklı koğuşar...
Ağır demir kapılar...
'insan minimum ne kadar alanda yaşaya bilir?' sorusunun cevabı 'hücreler'...
Mutfak,banyo ve tuvaletin ıslak hacim olarak 'birlikteliği'...
Ve dahasıyla sevimsiz olan herşey...
Sonra, sanki cezamınızı çekmişcesine;
çıktık, hatta kaçtık...