Yaşamayı bile çoktan dert etmeye başladım
Her Yüzüme güleni dost sanmışım meğer
Kustuğum kan, Çektiğim çileyse
Ve sen teselli etmek istiyorsan eğer
Bana çocukluğumu anlatmalısın Anne!
Dün sabah bir çocuğu konuşturdum uzun uzun
Top diyordu, topaç diyordu, Oyun diyordu
Küçük bir dünya sıkışmıştı gözlerine
Yarın ne getirecek bilmiyordu.
Kara bulutlar oturdu düşlerime
O bir gülüş solsa bile
Bana çocukluğumu anlatmalısın Anne!
Evrene tüm kapılarımı kapadım artık
Oysa ar duygularım olmalıydı, Umut dolu
Kime bağlandımsa, kime "Sensin!" dedimse
En umulmadık yerde arkamdan vurdu.
Ve sen sevmelisin diyorsan yine
Bakmadan yaşlı gözlerime
Bana çocukluğumu anlatmalısın Anne!
neylersin ölüm herkesin başında.
uyudun uyanmadın olacak.
kimbilir nerde, nasıl, kaç yaşında?
bir namazlık saltanatın olacak,
taht misali o musalla taşında.
Hava kurşun gibi ağır!
Bağır
bağır
bağır
bağırıyorum!
Koşun
kurşun
erit-
-meğe
çağırıyorum...
O diyor ki bana:
-Sen kendi sesinle kül olursun ey!
Kerem
gibi
yana
yana...
"Deeeert
çok,
hemdert
yok"
Yürek-
-lerin
kulak-
-ları
sağır...
Hava kurşun gibi ağır...
Ben diyorum ki ona:
-- Kül olayım
Kerem
gibi
yana
yana.
Ben yanmasam
sen yanmasan
biz yanmasak,
nasıl
çıkar
karan-
-lıklar
aydın-
-lığa.
Hava toprak gibi gebe.
Hava kurşun gibi ağır.
Bağır
bağır
bağır
bağırıyorum.
Koşun
kurşun
erit-
-meğe
çağırıyorum......
geçer ayrılıklar baladı
siyah bir orman olur gençliğimiz
bize böyle pay kalır
bize böyle pay kalır...
ağla sömürgem... belki dönemem
oralarda usul usul talazlanan nehirlerde yaz kalır
kış yanar, düş üşür yüreğimde
ağlarım, gözyaşım beyaz kalır...
sonra askerler yeniden kuşatırlar aşınmış kaleleri
bin havaar parçalar gecenin döşeğini
ocaklar iniler, yas büyür, orta yerde kan kalır
dıngılavada peştamallı çocuklar havuzlara işerler
gözlerinde bir mahmur özlem kalır...
derken bir ankara, bir poyraz beni döve döve içeri alır
yollarda giderek uzaklaşır... giderek uzaklaşır
fahişeler terli kasıklarıyla sabaha uğurlanır
kuşlar inkâr edilir, gökyüzü yağmalanır
ben büyürüm bu kederle kalbim uslanır...
ağla sömürgem! ağla ve kucakla kumral delikanlını
buralarda çatılmış bir tüfeğim böğrümde taflan kalır
şimdi kızılaya da oturmuşum hasretin kancasında
geçer zaman, geçer yıllar, günlere bir yeni hazan kalır...
ağla sömürgem... sen hep mağlup bir ağlayışta
ben uzak susarım bu mağlubiyet için hep anlayışla
bak, çöpçüler bu geceyi de piç edip süpürdüler
ben ise haber değeri bile olmayan bir haykırışta
özleminle hâlâ bir yakarışta...
ağla! ben de ağlarım gözyaşlarım özlemine az kalır
buralarda nem var! nem varsa sende kalır
daha çağırırken
anı bile kalmaya tenezzül etmeyen o dağ dorukları
sömürgem yaslar durur sesime kırgın ayrılıkları...
ben gittim
ve yittim!
oralarda usul usul talazlanan nehirlerde yaz kalır
yaslarım günleri yüzüme gözyaşım beyaz kalır
burada yıllar küfürle uğurlanır
ben büyürüm içindeki haylaz çocuk uslanır
ve günler geçer, herkes gider, pistler boşalır
sahnede bir ben, bir kurtlar, bir klasik dans kalır...
ağla sömürgem... buralarda döne döne-
mem! artık bir yeşile dolmasak da anılardan haz kalır
sen de bir zaman duyarsın
bir gün bir taze mezar kazılır
ardında bir dağınık gazel ile, kül ile
ankarada bir ölü yılmaz kalır... Yazar : YILMAZ ODABAŞI
çekilmez bir adam oldum yine
uykusuz, aksi, lanet
bir bakıyorsun ki ana avrat söver gibi
azgın bir hayvan döver gibi
o gün çalışıyorum
sonra birde bakıyorsun ki
ağzımda sönük bir cigara gibi tembel bir türkü
sabahtan akşama kadar sırt üstü yatıyorum ertesi gün
ve beni çileden çıkarıyor büsbütün
kendime karşı duyduğum nefret ve merhamet
çekilmez bir adam oldum yine
uykusuz, aksi, lanet.
Evine çağırdın ilkyaz sevinçlerini
çocukluğuna
Yırtıldı gözlerin, içine hayat doldu
o karanlık ışık...
Yükün yok
artık her sabah hoyrat bir özgürlük uyandırıyor seni...
Kalbinde herşey eşitlendi
Haz ve sıkıntı
Boşluk ve güven
Hasret ve ölüm
Gözlerine hastalıklı bir güzellik geldi
Şimdi acı çeken yanınla bile alay ediyorsun...
Kalbine çağırdın herkesi
Kendini bile
Artık sokağa çıkabilirsin
Ömründen düştün kendini
sen bana ışık ver yeter
bende filiz çok
köklerim içimde gizlidir
gelen giden açan soran bere budak yok
bir şiir istersin
içinde benzetmeler olan
kusura bakma sevgilim
heybemde sana benzeyecek kadar
güzel bir şey yok
'aynı kadınla iki kez
evlenerek hayatımı mahvettim'demiş
william saroyan.
hayatlarımızı mahvedecek bir şeyler
her zaman vardır,
william,
neyin veya kimin
bizi önce
bulduğuna
bakar,
mahvolmaya hep
hazırızdır.
mahvolmuş hayatlar
olağandır
bilgeler için de
ahmaklar için de.
ancak
o mahvolmuş hayat
bizimki olduğunda,
işte o zaman
farkına varırız
intiharların,ayyaşların,hapisane
kuşlarının,uyuşturucu müptelaları
ve benzerlerinin.
varoluşun
menekşeler kadar,
gökkuşağı
kasırga
ve
tamtakır
mutfak
dolabı
kadar
olağan
bir
parçası
olduklarının.
charles bukowski mahvolmuş hayatlar.
saat çini vurdu birden: pirinççç!
ben gittim, bembeyaz uykusuzluktan
kasketimi eğip üstüne acılarımın
sen yüzüne sürgün olduğum kadın,
karanlık her sokaktaydın gizli her köşedeydin
bir çocuk boyuna bir suyu söylerdi Mavi.
bir takım genç anneleri uzatırdı bir keman,
sen tutar kendini incecik sevdirirdin,
yalnız aşkı vardır aşkı olanın,
ve kaybetmek daha güç bulamamaktan
sen yüzüne sürgün olduğum kadın,
kardeşim olan gözlerini unutamadım,
çocuğum olan alnını, sevgilim olan ağzını
dostum olan ellerini unutamadım,
karım olan karnını ve önlerini,
orospum olan yanlarını ve arkalarını,
işte bütün bunlarını bunlarını bunlarını
nasıl unuturum hiç unutamadım...
kibrit çak masmavi yanardı sesin,
ormanlara, ormanlara yüzünün sesi
en gizli kelimeleri akıtırdı ağzıma
şu karangu şu acayip şu asyalı aşkın,
soluğu kesen ağulayan ormanlarında
yaşadım o kısa ve korkunç hükümdarlığı
ve çarpıntılı yüreğim saçlarının akıntısında
karadenize karışırdı ordan akdenize
ordan da daha büyük sulara...
geceyse ay hemen tazeler minareleri,
kuran sayfaları satılan sokaklardan
ölüm bir çeşit sevgiyle uçar
ölüm uçar çocuk yüzlere
ben o sokaklardan ne kadar geçtim
damağımda dilinin yosunlu tadı
önce buğulu sonra cam gibi parlak sonra buğulu yine
bir takım tavşanları andıran bir takım su,
pazartesi günlerini ve haftanın öbür günlerini
yani salı, çarşamba ,perşembe, cuma, cumartesi,
bir başak ufak ufak bildirir konya'yı,
o başakta o konya'da seni ararım
ben şimdilerde herşeyi sana bağlıyorum iyi mi?
altın ölçü çift ölçü ve altın karşılıksız
para basma yetkisini fırat'ın suyunu palandöken'i
erzincan'ın düzünü asma bahçelerin dibini,
antalya'nın denizini o denizin dibini
beş türlü yengeç yaşıyan sularında
çağanoz adi pavurya çingene pavuryası, ayı pavuryası bir de çalpara
bilinir ne usta olduğum içlenmek zanaatında
canımla besliyorum şu hüznün kuşlarını
sen kalabalıkta bulup bulup kaybettiğim kimya,
yokluğun gayri şurdan şuraya geldi
bir günler şölenlerle egemen ülkende
Şimdi iri gagalı yalnızlıklar dönüyor
n'olur ağzından başlıyarak soyunmaya
bir kez daha sür hayvanlarını üstüme üstüme
çık gel, bir kez daha yıkıntılardan
çık gel bir kez daha bozguna uğrat.. *
AŞK iKi KiŞiLiKTiR
Değişir rüzgarın yönü
Solar ansızın yapraklar;
Şaşırır yolunu denizde gemi
Boşuna bir liman arar;
Gülüşü bir yabancının
Çalmıştır senden sevdiğini;
içinde biriken zehir
Sadece kendini öldürecektir;
Ölümdür yaşanan tek başına
Aşk iki kişiliktir.
Bir anı bile kalmamıştır
Geceler boyu sevişmelerden;
Binlerce yıl uzaklardadır
Binlerce kez dokunduğun ten;
Yazabileceğin şiirler
Çoktan yazılıp bitmiştir;
Ölümdür yaşanan tek başına,
Aşk iki kişiliktir.
Avutamaz olur artık
Seni bildiğin şarkılar;
Boşanır keder zincirlerinden
Sular tersin tersin akar;
Bir hançer gibi çeksen de sevgini
Onu ancak öldürmeye yarar:
Uçarı kuşu sevdanın
Alıp başını gitmiştir;
Ölümdür yaşanan tek başına,
Aşk iki kişiliktir.
Yitik bir ezgisin sadece,
Tüketilmiş ve düşmüş, gözden.
Düşlerinde bir çocuk hıçkırır
Gece camlara sürtünürken;
Çünkü hiç bir kelebek
Tek başına yaşayamaz sevdasını,
Severken hiçbir böcek
Hiç bir kuş yalnız değildir;
Ölümdür yaşanan tek başına,
Aşk iki kişiliktir.
Yazar : ATAOL BEHRAMOĞLU
deniz kıyısında
bir martıyla konuşurken görüyormuş
dostlarım beni sürekli
bir kaptanım çünkü
kağıt gemilerden
emekli
kılları uzadıkça ellerimin
unuttum kağıtlardan
nasıl gemi yapıldığını
ki yaşlılığa uzanan
birer iskeledir parmaklarım
çözüldü uçlarından
nice kağıt geminin
palamarı
çocukluğumun tahta atını
bozarak yaptığım iskeleye
küçük bir kağıt gemi
yanaşır mı dersiniz
kazısam ellerimdeki
bütün kılları...
Babam
Babam iki tek atınca oğlum hadi seni karpuzlara götüreyim derdi..
(karpuzlar Gebzede oturan kızlardı)
Annem kızarır kızar'bey çocuk daha küçük'diya çıkışır mutfağa gider ağlardı...
Babam karpuzdan anlardı.
insanlar mutlulugu hep hor görüyorlarmış
Hep şikayetçi hep bıkıinmış...
Birgün melekler mutluluğu saklamaya karar vermişler...
Saklayalim, zor bulsunlar...
Zor bulduklari için belki kiymetini bilirler diyerek
...baslamışlar
tartışmaya...
Sorun büyükmüs...
Mutlulugu saklamak kolay degilmis; çünkü...
Kimisi:
Everest'in tepesine saklayalim'' demis, kimisi:
Atlas Okyanusu'nun dibine'' demis.
Tac Mahal'in kubbesi, Mekke sokaklari,
italyan sofrasi...
Bir hastanenin yenidoğan odası, dondurma külahı, şarap şişesi..
Sigara paketi, lale bahçesi...
Pek çok yer düşünmüşler ama hiçbiri yeterince zor gelmemiş...
Derken meleklerden biri:
iÇLERINE SAKLAYALIM '' demiş...
"Kimsenin aklına gelmez içine bakmak!!!''
işte o gün bugündür
mutluluk insanın kendi içinde saklıymış...
Hiçbir mutluluk kolay gelmiyor.Kolay kolay gülmüyor insanın yüzü... Emekte
ve insanın içinde saklı mutluluk...
Ne baskasının ekmeğinde, ne baskasının evinde, ne de başka bir şeyde...
Bu yüzden gözünüz hep içeride olsun...
Siz dışınızı boşverin, içinize bakin
Hayatın hep iyi yönlerini düşünün...