sabahattin ali

entry1089 galeri109
    375.
  1. osman yüksel serdengeçti'nin tokatladığı gominist.
    1 ...
  2. 376.
  3. Bilhassa tahammül edemediğim bir şey, kadının erkek karşısında her zaman pasif kalmaya mecbur oluşu...
    Neden?
    Niçin daima biz kaçacağız ve siz kovalayacaksınız?
    Niçin daima biz teslim olacağız ve siz teslim alacaksınız?
    Niçin sizin yalvarışlarınızda bile bir tahakküm, bizim reddedişlerimizde bile bir aciz bulunacak?
    Çocukluğumdan beri buna daima isyan ettim, bunu asla kabul edemedim.
    Niçin böyleyim, niçin diğer kadınların farkına bile varmadıkları bir nokta bana bu kadar ehemmiyetli görünüyor?
    1 ...
  4. 377.
  5. Sevgili aliye'sinin kocasi, iki gozu filiz'cigin babasi. Kalbimin de raif efendisi.
    0 ...
  6. 378.
  7. çok başarılı betimleri var. kısa sürede okunacak kitaplardır. bence betimlemelerden kaçırdığım olmusştur diyip tekrar okuma hissi yaratan yazımıvardır. kuyucaklı yusuf, içimizdeki şeytan, kürk mantolu madonna özellikle beğendiğim kitapları.
    0 ...
  8. 379.
  9. Yeni nesil ergenlerin orda burda paylaşmasına üzüldüğüm, kimsenin bilmesini de istemediğim büyüsü kaçar misali sadece kendime saklamak istediğim kitapları olan yazar. Bir tek bana gerçek aşkı aratıyor, zaten hayalleri severim hayallerimin sınırını daha da artırıyorum maalesef kitapları yüzünden ve çok sorguluyorum hayatı kendi açımdan.
    "Gözümüzü kör eden yedi renktir, kulağımızı sağır eden sesler, ağzımızı paslandıran yediklerimiz, kalbimizi önce coşturup sonra durduran sonsuz koşmalarımızdır."
    0 ...
  10. 380.
  11. evet doğum günüymüş bugün, gün içerisinde face de sabahattin ali ile ilgili binlerce söz göreceğiz unutmadık unutmayacağız naraları atacaklar çıkacaktır ,şimdiden sabırlar dilerim efendim.
    0 ...
  12. 381.
  13. o güzel, duru türkçeyle yazdiği kitaplarını; hele hele 'kuyucaklı yusuf'un gözümüzüm içine soktuğu sınıfsal gerçeği unutmak ne mümkün. sinop cezaevinde yazdığı 'aldırma gönül' ise tarzında bir numara.
    1 ...
  14. 382.
  15. --spoiler--
    Anlarsın niçin uzak yerlere baktığımı. içinde yaşanmaz bir dünyada yaşıyorum.
    --spoiler--
    2 ...
  16. 383.
  17. yok olmak isteğiyle kalbim attığı zaman, bana ''yaşa'' der gibi gülen senin yüzündü..
    4 ...
  18. 384.
  19. adi köpeklerce canice öldürülmüş adam. aradan yıllar geçmiş olmasına rağmen hala yazdıklarından ve ya düşüncesinden dolayı öldürülen insanları gördükçe midem bulanıyor. lanet ediyorum yaşadığım dünyaya.
    1 ...
  20. 385.
  21. Bugünkü Türkiye'yi onun yarattığı muazzası karakterine benzetiyorum.

    Muazzez'in üzerinde tüm pis emellerini gerçekleştiren iğrenç yaratıklar da belli.

    Birgün bir Yusuf çıkar elbet.
    0 ...
  22. 386.
  23. chp'nin vahşice katlettiği büyük insan. bugün halen katilleri ülkenin birleştirici gücü olduğunu iddaa etmekte ve utanmadan iktidara gelmeye çalışmaktadır.
    0 ...
  24. 387.
  25. 66. ölüm yıldönümüdür bugün!
    2 ...
  26. 388.
  27. 389.
  28. Atatürk'e hakaretten sinop cezaevinde hapis yatan yazar.

    millette düşünce suçundan yattı sanıyor.
    0 ...
  29. 390.
  30. Türkçü fikir adamı Hüseyin Nihal Atsız'ın karşısında ayakları titreyen zayıf ve cılız bir insandır. bkz
    http://tr.m.wikipedia.org...Irkçılık-Turancılık_davas ı
    2 ...
  31. 391.
  32. ''Yılbaşının sence hiçbir hususiyeti yok mudur'' diye sordum.
    ''Hayır'' dedi. ''senenin diğer günlerinden ne farkı var sanki? Tabiat onu her hangi bir şekilde ayırmış mı? Ömrümüzden bir sene geçtiğini göstermesi bile o kadar mühim değil; çünkü ömrümüzü senelere ayırmak da insanların uydurması.. insan ömrü doğumdan ölüme uzanan tek bir yoldan ibarettir ve bunun üzerinde yapılan her türlü taksimat sunidir..''
    2 ...
  33. 392.
  34. 393.
  35. ama unutma,taş duvarlar arasındaki karanlığımın senden başka penceresi yok!
    0 ...
  36. 394.
  37. içimizdeki şeytan kitabı da kürk mantolu madonna kadar sağlamdır.
    tavsiye ederim.
    1 ...
  38. 395.
  39. kürk mantolu madonnası şahane olan yazardır.
    0 ...
  40. 396.
  41. Etrafımız o kadar çirkefle dolu ki temiz kalmak için bir tek çare kendi dünyamıza çekilmek.
    1 ...
  42. 397.
  43. kürk mantolu madonna kitabının yazarı.
    0 ...
  44. 398.
  45. Her yazdığıyla insanı büyüleyen, şiirleri bestelenmeye layık görülen, hayatında çok fazla inişler olan sevilen bir yazarımızdır.
    1 ...
  46. 399.
  47. içimizdeki şeytanlardan yalnızca biriydi. Zamanında yediği ayarları toplasak buradan Moskova'ya yol olur... Zamanın fırıldaklarından.

    ben kalemi Atsız'a bırakıyorum.

    --spoiler--
    Bu romanda roman olarak hiçbir üstünlük yok. Sabahattin Ali ruhi tahliller yapmağa özenmiş ve Şekspirvari uzun “kendi kendini Murakebe”lerle romanını şişirmiştir. Zaten bizim dahi romancılarımızın hepsi mukallit oldukları için ruh tahlili, tabiat tasviri, içtimai hayatın tenkidi vesaire gibi büyük işlere dalmak onun için çok tabiidir. Dahi romancı ve güzide edip Sabahattin Ali’yi de onlardan başka türlü görmeğe imkan yoktur. Esasen ben romanı tenkid edecek değilim. Birçok münevverlerin tulumbacı ağzı ile konuşması, hiç lüzum olmayan yerlerde muharririn maddi pislikleri ısrarla anlatmaktan marazi bir zevk duyması ilk bakışta göze çarpmakla beraber bunları bizim dahi romancının hamlığına, yani henüz dehanın uç noktasına varmamış olmasına verelim. Benim bu romanda ilişeceğim nokta hususi bir kasıtla yazılmış olmasıdır. Sabahattin Ali bu memlekette ırkçı,Turancı ve Anadolucu olan milliyetperverleri hep satılmış insanlar olmakla itham etmek istiyor ve romanını yazarken de bugün aramızda yaşayan bazı kimseleri, tabii biraz değiştirerek, romanına sokup onları küçültmek istiyor. Böylelikle de kendisini küçük gören insanlardan gizili bir öç almak diliyor. Ben de ırkçı, Türkçü ve Turancı olduğum için – Evet, övünerek söylüyorum ve tekrar ediyorum: Irkçı, Türkçü ve Turancı olduğum için – Sabahattin Ali’nin itiraflarına cevap vermek lüzumunu duyuyorum. Sabahattin Ali benim tanıdığım, hem de çok iyi tanıdığım bir insandır. Bundan dolayı cevabım tepeden inme olacak ve onu çökertecektir.

    Ben onu 1926-1927’de, Türk Ocağı’nda tanıdım. Biz birkaç kişi, Türk Ocağı’nda “Kızıl Elma” diye ayrı bir oda açtırmıştık. Buraya Ocak’ta aza olmayan genç mektepliler gelecekler ve ülkü ile aşlanacaklardı. O zaman Türk Ocakları’nda ırkçılık düşünceleri olmadığı için, Kızıl Elma’ya, Müslüman olmak şartıyla, her ırktan vatandaşlar geliyordu. Muallim mektebinde talebe olan Sabahattin Ali de oraya gelenlerden biriydi. Lüzumundan pek fazla ve gürültü ile konuşan, ağır sözlere bile kızmayan ve herkesle laubali olan bu çocuk bir takım manzumeler yazıyor ve emsaline göre muvaffak da oluyordu. Daima mübalagaya meyyal olan tabiatı dolayısıyla överken de, hicvederken de şiddetli teşbihler yapıyor, etrafındakileri güldürüyordu. Hiç sıkılmayan gayet serbest bir ruh hali vardı. Kendisini ilk gördüğüm zaman pek yüksekten konuştuğu için, talebe olduğunu öğrendiğim bu gence: “Siz Yüksek Muallim Mektebinden misiniz?” diye sormuştum. O hemen sırıtmış ve : ” Hayır Alçak Muallimdenim” diye cevap vermişti. Kızıl Elma odasında ekseriye Türkçülük meseleleri üzerinde münakaşalar yapılırdı. inanmış, ateşli gençlerin yaptığı bu münakaşalar daha genç olan talebeler üzerinde müessir oluyordu. Nitekim o zamana kadar hiçbir şey olmayan Sabahattin Ali’de bile milliyetperverane şiirler yazmak isteği uyanmıştı. Bunları bilhassa, kendisini en fazla sabırla dinleyen bir doktor arkadaşa okur ve onun telkinlerine göre bazı yerlerini değiştirirdi. Buna rağmen nesil ve menşe meselesinin münakaşa olunduğu bir günde kendisinin Rum, çünkü babasının Of’lu olduğunu adeti üzere sırıtarak söyleyivermişti. Hakikaten Sabahattin Ali istanbul’daki kalaycı Rumlara çok benziyordu. Rumca’yı bildiğini de bir müddet sonra yazdığı bir yazıdan öğrendim.

    Birkaç ay süren bu ilk tanışıklıktan sonra Anadolu’da bir yere ilk mektep muallimi olarak gitti. Tatilde istanbul’a geldiği zaman ben Yüksek Muallim Mektebi’nde idim.

    Sabahattin Ali birkaç günde bütün Yüksek Muallim talebesiyle sıkı fıkı ahbap olmuş ve herkes onun hayatını bütün teferruatı ile öğrenmişti. Benim onu asıl tanımam bu devirdedir. Onda büyük bir ihtiras vardı. ilk mektep muallimi olarak kalmak istemiyordu. Yükselmek, büyük işler yapmak, meşhur olmayı arzu ediyordu. Fakat bu kadar yükselmek için gereken maddi ve manevi kuvvet kendisinde olmadığından ruhunda derin bir yas duyuyor, insanlığa hınç besliyor ve bu hınç gayrı tabii bir hal alıyordu. Onun diğer ve belki asıl büyük derdi de kadınlar üzerinde müessir olamamaktı. Genç olduğu için bir takım arzular duyuyor, etrafında muvaffak olanları görüyordu. Fakat kendisinde, kendi tabiri ile söyleyeyim, “ kadınları cezp edecek hiçbir şövalye tarafı bulunmadığı için “ hiçbir kadın onunla arkadaşlık kurmak istemiyordu. Zavallı Sabahattin! Bundan o kadar üzgündü ki kadınlarla ebediyen anlaşamayacağına dair bir manzume bile yazıp Türk Ocağı’nda okumuştu. Bu manzume “ dudaklarım bir kadın dudağına değmedi” diye bitiyordu. Kadınlara karşı kendisini küçük görmekten olacak, yaşça kendisinden aşağı olanlara bile abla diye hitab eder, onlara hep ruhunun sonsuz, engin ıztırabını anlatırdı.

    Bu sırada Maarif Vekaleti dil hocası yetiştirmek için Avrupa’ya talebe göndermeğe karar verdi. Sabahattin Ali de Almanya’ya giden talebe arasındaydı. Dört yıl orada kalarak Alman dilini ve edebiyatını öğrenecek, dönüşte liselerde Almanca hocalığı edecekti. Fakat dört yıl için giden Sabahattin bir buçuk yıl dolmadan döndü. Sebebini sorduk. Şöyle anlattı: Okuduğu mektepte bir gün Alman talebelerden biri “bu parazit Türkleri buradan kovmalı” demiş. Sabahattin Ali hemen yerinden fırlamış: “Biz sizin hükümetinize hükümetimiz tarafından verilen para ile okuyoruz. Parazit değiliz. Sözünü geri al” demiş. Talebe, sözünü geri almayınca tokadı indirmiş. Alman hükümeti de böyle bir talebe istemediğini söyleyerek onu geri yollamış.

    Biz, Sabahattin Ali’nin, bodur boyu ile, böyle “şövalyece” bir iş yapmak için ne bileğinde, ne de yüreğinde kuvvet olmadığınız biliyorduk.. Fakat hadise hoşumuza gittiği için inanmak istiyorduk. Gurbette milliyet duygusu daha kuvvetli olurmuş, belki bu gayretle böyle bir şey yapmıştır diye düşünüyorduk. Bununla beraber Sabahattin Ali’nin herhangi bir adama tokat atması pek garip olduğu için sormuştuk: “Bu Alman talebe ufak tefek bir şey miydi? “ Sabahattin’in cevabı bizi hayrete düşürdü: “Bilakis! Benim ikim kadardı.” “Peki nasıl oldu da seni dövmedi? Neden Alman talebeler birlik olup üzerine atılmadılar? ” Sabahattin Ali hiç düşünmedi. Dedi ki: “Bunu sonradan ben de kendilerine sordum. O yakınlarda Türk tarihini ve Sokollu Mehmed Paşa’yı okudukları için korkunç bir tesir altında kaldıklarını, onun için bana mukabele edemediklerini söylediler.”

    Zavallı Sabahattin Ali sözle şövalyelik yapıyordu. Nitekim bir müddet sonra hiç de böyle bir hadise olmadığını, dönmesinin tamamile başka bir sebepten ileri geldiğini öğrendik. içindeki şeytan onu kuvvetli bir övendire ile dürtmüş ve buraya getirmişti.

    Bununla beraber Sabahattin Ali dönüşünü milli bir sebebe atmakla yine biraz milliyetperver bir ruh taşıdığını gösteriyordu. Yoksa, dakikasında başka bir sebep buluvermek, onun zengin muhayyilesi için hiç de güç değildi.

    Fakat bu dönüş, bir piyango sayılabilecek olan Almanya’daki tahsilinin yarıda kalması onun ruhunda aksü’l-ameller doğurmaya başladı. Sabahattin Ali yavaş yavaş sapıtıyordu. Bize, Türk edebiyatında büyük inkılaplar yapacak olan bir takım edebi projelerini anlatıyordu. Muallim Mektebi’nde yatıp kalkıyordu. O zaman Yüksek Muallim müdürü Giritli Hamit adında birisiydi. ihtimal ki ırki yakınlık dolayısıyla Sabahattin’e yardım etmek istemiş, onu mektebe almıştı. Giritli Müslüman bir Rumun Oflu bir Müslüman Ruma yardım etmesinden tabii ne olabilir? Çünkü Hamit ancak kız talebeye yardım eden, erkeklerden bunu esirgeyen müstesna bir tabiata malikti ve onun bu iyiliği sayesinde yemek ve yatak bulan Sabahattin bizim yatakhaneye yerleşti. Burada ekseriyetle edebiyatçılar vardı. Mesela Orhan Şaik, Nihad Sami, Pertev Naili, Çemişkezekli Ziya ve ben bu yatakhanede idik. Başka şubelerden de iki üç arkadaş daha vardı.

    işte sapıtmağa başlayan Sabahattin, Yüksek Muallim’de lüks bir hayat sürüyor, şiirler ve hikayeler yazıyordu. Fakat asıl mühim eserlerini ileride yazacaktı. Bilhassa “Tokat” adındaki romanı ile “Layemut Enayiler” adındaki serisi birer inkılap yapacaktı. “Toka” kendi kız kardeşini seven mütereddi bir tipin romanı olacaktı. Bize bunun mevzunu on ,on beş dakikalık bir zamanda anlatmıştı. Bu marazi mevzu nereden aklına geldi diye sormuştuk. Şöyle cevap vermişti: Sabahattin’in 3-4 yaşında bir kız kardeşi varmış. Bir gün evde “kızım, sen kime varacaksın” diye şaka yapıyorlarmış. Kızcağız ağabeyinin kucağına atılarak “ben ağabeyimden başkasına varmam” demiş. Sabahattin de bunu kura kura roman mevzuu yapmış. “Layemut Enayiler” ise hakikaten bir şaheserdi: Kendilerini vatan ve şeref için feda ederek ad bırakmış kahramanların hikayesi olacaktı. Hem de ne orijinal şekilde?.. Bir gün canı sıkılan Allah eğlenmek için vesile arayacak, meleklerden birisi de bu kahramanları birer enayiymiş gibi gülünç bir şekilde anlatarak Allah’ı eğlendirecekti.

    Sabahattin Ali’de büyük değişiklik başlıyordu. Memuriyetinden atılmış, arkadaşlarından geri kalmış, liseyi veya Darü’l-fünunu bitirememiş, fakat bitirmek ihtirasını kaybetmemiş zayıf insanların düştüğü çukura doğru gidiyordu. O zamana kadar yalnız kendisini düşünen, yarı şaka bir tavırla kendisinin dahi olduğundan bahseden Sabahattin’de artık milletin dertlerini görmek fazileti başlıyordu. Aç köylüler, zulüm altında ezilen insanlar, harplerde başkalarının kazancı için ölen askerler harplerde başkalarının kazancı için ölen askerler onun hodbin dimağına girmeğe başlıyordu. Bu yüzden büyük bir şiir yazıp herkese okudu. Bu şiirde hükümet ve hükümet adamları şiddetle hicvediyordu. Başta o zamanki cumhur reisi Gazi olduğu halde herkese sövüyordu. Bu uzun manzumeden aklımda yalnız tek bir mısra kalmıştır:

    Kel Ali’den hesap sorulmuş mudur?

    Zavallı megaloman şaircik bu şiirin memlekette bir inkılap yapacağına inanıyordu. Fakat buna rağmen günün birinde birisi bunu hükümete haber vermeseydi bu dahiyane şiir unutulup gidecekti. Bu vak’a şöyle oldu: Sabahattin Ali bir kulpunu bulup Konya’da orta mektebe Almanca muallimi oldu. Zannedersem kendi tabiri ile bir torpil, yani iltimas bulmuştu. Çünkü Almanya’da kaldığı bir buçuk yılda öğrendiği Almanca muallimlik edecek kadar değildi. işte, bizim dahi edibimiz, Konya’ya gidince de başından ve boyundan büyük işler karıştırmağa başlamış. inkılap yapacak olan şiirini herkese okumuş. Dinleyenlerden birisi de bunu hükümete haber vermiş. Olur a…

    Halbuki ben Sabahattin Ali’nin adam olacağından hala ümitli idim. Pertev’in ısrarı ile bir iki hikayesini de Atsız Mecmua’da neşretmiştim. Hatta o benden, yazacağı piyes için, tarihi ve kahramane bir mevzuu istediği zaman ona kahraman Kür Şad’ı yazıp vermiştim. Tarihin en büyük kahramanını, iradesiz bir aşık haline sokacağını bilir miydim? Bilsem ona öğretir miydim?

    Sabahattin Ali yazdığı bir hicviyeden dolayı 14 ay hapse mahkum edildi. Muallimlikten de çıkarıldı. Hapisten çıktığı zaman ise artık buz gibi komünist olmuştu. Çünkü Nazım Hikmetof’la arkadaşlığa başlamış ve bermutat, irade zaafı dolayısıyla, her konuştuğunun tesirinde kaldığı için “solcu” oluvermişti. Hatta zamanını iyi hatırlamadığım bir günde kendisiyle iddiaya girişmiştik: On yılda Almanya’nın komünist olacağını, Almanya komünist olduktan sonra da bütün dünyanın aynı yola gireceğini, bu arada tabii bizim de o yolun yolcusu olacağımızı iddia etmiş, ben de aksi iddiada bulunmuştum. Hiç şüphesiz bunu, kendisiyle giriştiğim iddiayı kazandım demek için kaydetmiyorum. Maddeten olduğu gibi manen de miyop olan bir hastayı her hangi bir iddiada yenmek övünülecek bir şey değildir. Yalnız onun nasıl bir fırıldak gibi döndüğünü göstermek için bunu yazıyorum.

    Sabahattin Ali hapisten çıktıktan sonra Maarif Vekaletine başvurdu. Muallimlik istedi. Ozaman Maarif Vekili şu Tarih Kurumu’nun azasından Hikmet’ti. Sabahattin’e “eski kanaatlerini değiştirdiğini bize ispat etmezsen sana iş vermeyiz” demiş. Sabahattin Ali açlıktan ölmüyordu. Dostları kendisine istediği kadar para yardımı yapıyordu. Hatta açlıktan ölse bile bir komünistin bir burjuva hükümete baş eğmesi pek çirkin bir şeydi. Fakat kendisi kadar zeki, müsteit ve dahi birisinin bu halde kalması caiz miydi? Fikrimden döndüm diyiverse ne çıkar? Etek öpmekle dudakları aşınacak değildi ya… Onları istismar etmek için mübah olmayan hangi vasıta vardı ki… Bundan dolayı bizim bay fikrini değiştirdi. “Varlık” dergisinin 15 kanun-ı sani 1934 tarihli 13!üncü sayısında şu manzumeyi neşretti:

    BENiM AŞKIM

    Bir kalenin ucundan hislerimiz akınca

    Bu ince yol onları sıkıyor, daraltıyor;

    Beni anlayamazsan gözlerime bakınca

    Göğsünü parçala bak kalbim nasıl atıyor.

    Daha pek doymamışken yaşamanın tadına

    Gönül bağlanmaz oldu ne kıza, ne kadına…

    Gönlüm yüz sürmek ister yalnız senin katına,

    Senden başka her şeyi bir mangıra satıyor.

    Sensin, kalbin değildir, böyle göğsümde vuran,

    Sensiz “Ülkü” adıyla beynimde dimdik duran,

    Sensin çeyrek asırlık günlerimi dolduran;

    Seni çıkarsam, ömrün başlamadan bitiyor.

    Hem bunları ne çıkar anlatsam bir düziye?

    Hisler kambur oluyor dökülünce yazıya.

    Kısacası: Gönlümü verdim Ulu Gazi’ye,

    Göğsümde şimdi yalnız onun aşkı yatıyor.

    Bu manzumeyi okuyunca nasıl gülmüştüm! Bütün kıymet mefhumu “ mangır” olan bu şaire gülünmez mi? Baştan başa yalan olan bu “aşk” ile Sabahattin Ali fikirlerini değiştirdiğini ispat etmiş, Hikmet de onu vekalette bir kalem başı yapmıştı. Yarabbi! insanlar nelere tenezzül edebiliyorlardı! Daha dün Gazi’ye hiciv yazan bu komünist bugün ona mehdiye yazmaktan sıkılmıyordu. Her halde bu, onlara göre iktisadi bir kanun olmalıydı… Artık Sabahattin her şeyi marksist bir gözle görmeğe başlamıştı. O, kalın camlı gözlüklerinin arkasından insanları nasıl bulanık görüyorsa karışık beyni ile de hadiseleri yanlış görmekte devam ediyordu. Kendisine vaktiyle vermiş olduğum Kür Şad mevzuunu da Nazım Hikmetof’un tesiriyle marksist bir kalıba sokmuş, “Esirler” diye yazdığı piyeste bizim büyük Kür Şad’ımızı mümkün olduğu kadar küçülterek nefsine mağlup bir insan haline getirmiş ve bu piyesi zayıf bularak oynamadı. Yoksa Sabahattin’in önceden söylediği gibi Şekspirvari bir piyes olsaydı Kür Şad sahnede bayağı bir adam olarak yıllarca gözüküp bizi incitecekti.

    Kendisiyle bundan sonra birkaç defa rastlaştık. Her görüşmemiz uzun münakaşalara yol açtı. Komünizmin Almanya’daki bozgunundan sonra bütün istikbalin ispanya ve Çin’!deki meselelere bağlı olduğunu, bu iki ülkede mutlaka komünizmin galip geleceğini iddia ediyordu. Komünizm ispanya’da da yıkıldıktan sonra bir ümidi Çin’de kalmıştı. Japon istilasından sonra bilmem bu ümit ne haldedir?

    işte “içimizdeki Şeytan “adlı romanıyla milliyetperverliği kötülemeğe ve Türkçüleri fena göstermeğe yeltenen Sabahattin Ali böyle birisidir. Yani o bizim içimizdeki şeytanlardan birisidir. Zavallı ve saf bir şeytan…
    --spoiler--
    1 ...
© 2025 uludağ sözlük