amacım yok, sadece yürümek istiyorum
yağmurun ıslanmış aşkın ayak seslerine karıştığı o sisli yollarda
ne son bir kez seni içmek, ne de sevişmek...
yalnızca, doğmak küllerin içiden
çıplak, masum, temiz
ve sessizce...
bir gece sessizce sevdim, yine sessizce duruldum
ve ne zaman ansam seni
birşeyler kopup gelir yüreğimden
o an kalkar iz bırakarak mavi gemilerim
ne bir el ne de bir mendil sallayanı var
kimsesiz mi ne...
sende mi mavisin, sen de mi kimsesiz...
üzülme
her yağmur yağdığında başını kaldırıp beni hatırladığında
beni içeceksin kana kana
çünkü ben varım her yağmur damlasında
o zaman onun kadar masum olacak yüreğin
yağmur kadar...
onun kadar büyük...
hatırlamazsınız
bilmezsiniz ki kuzeye doğru
şaraba merak tanrıları
ilk günahtan toprağa meraklı
yatak altlarından korkan çocuğun kaygısı
yüzünde büyüyen ve güzel olandan yoksun öylece
aldırmazsınız
çayın kavuşturuculuğuna tutulmuş
susamlı bölüşmeleri tadarsınız
balkonlara asılmış çamaşırların nemlenişiyle
annelerin hoştladığı köpeklere
gözümü yaslıyorum
çarmıha gerilmeye dahi layık görülmemiş
çarpık dokunuşlar mabedimde
yoksun merhametten, sokak yoksun
hepinize yutturacağım bu gülümseyişi
alelacele bir geçiştirme sohbetinizde
sigara sinmiş seslere
ışığım ol diyerek sürünen bakınışlar
asansör boşluklarında huzur bulur
merdivenlere karalı latince küfür
faili meçhul bir entelektüelliğin
Roma'ya çalan bilgeliği acınası
gecenin geç saatinde
düpedüz vicdan yüzleşmesine
bastırılmış bir hayattan
reklam sıkıntısından
köpek gibi kudurmuş bekleyişten
gereksiz bir çiçekten
kaçmanın saklanmanın uyuşturuculuğundan
kısacası Dante'den
bütün anlaşılamamış heveslenmelerin
cehennemin arasından bir yerden
nefretin ile
gözlerin akmış kopkoyu geceliğin ile
mıymıntı sanatımın üzerine
tükürdüğünü yalamaya
yırttığını çiğnemeye
çoktan da çok, korkum olmaya
bütün bunlardan daha
daha daha nasılsınız
şüphesiz ki şimdi
alaycı ve de şaşkınız
eskiyen bir aşkın ecdadına...
yalvarıyoruz
kara ekmek sırasına girmiş
buz tutmuş camlarında kalbin
Ali'nin iki paralık plastik topu
Ayşe'nin ayaklarına dolanası ipi
ve çekip gitmiş otel odaları
ve kendini kurtarmaktan aciz kahraman
sancaklarına dolaşır limanın
fildişi kulelerden gülerler
taştan sırtıma güler
rüya tabirlerine kalır şans
sende sürüklenirken biz
aşkın ecdadına...
işimiz ne sabahın ışıklarında
beylik hazır cevap sorularda
misafir oturmasında
ve sayfa arasına düşülen dipnotlarda
üzerime üzerime tükürmeye
renksizliğimize
dönsen geri
bir kez de tersime
sakalları çıkmaz(mış) bu don kişot'un
geç öğreniyorum
herkesten biraz daha, ter...
yorgun şarkılar dönüyor plakta
ses etmedim
bastırılmış bir iç savaşın ortasında
aslında morukların dinleyeceği türden...
taklit ediyorum büyüleri hiç büyü'mediğim
ve bozarak ağzımı
bilgeliğin mi aşkın mı ecdadına
kırgınlık nedir bilmeyenlere
otobüs şoförleri tersini söylese de
felsefe sevmiyor laubaliliği
gelemez akdenizin sıcağına
tenin buz tutmuş dehlizlerinde
ılık bir cinnet gibi etobur
zeytinyağını sevemez et gibi
oysa ki çoktan sıraya girilmişti
korkmamışlar mıydı
ikinin iki etmediğini görmekten
ve haşmetli ey koca Platon o kurtlu beyninde
akıl edemedi hiç, (h)iç huzursuzluğu
gebe bırakıldığı geceyi
terleyen ellerinde
ansiklopedi kokan kafaların
sinema repliklerine sığınmış yüzlerin merhametinde
hangi birinizi nerede
dolup çatlamış yollarımda
basbayağı ütüsüz işte
ben hanginizin izinde
bu fahişe fırtınada
tatlı uyku
canım uyku
en ilkel söz ile
ölüme gider yalnız
köpük kokulu uyku
bazense ter nefes kül
perdeden sızan ışığın acımasız gözlerime
zamanı keşfeden kulun öngörüsüz
savunmasızız uyku
rüya görmekten aciz
enkazın ortasındaki huzur
cahilleştirici öylesine
yedi uyurlardan birisi olmak
insanın düşünde
kör ediyor sözlerim
pikeler boğazıma
ezmeye doyamadığım çiçekler
bileklerime dolanıyor
kelime karışıyor aklım
bıçak gibi canım uyku
en ilkel yalvarış
gel
kan/pas/kir içinde sürüklenirken biz
basitçe-insanca olamamanın ecdadına...
yazıyor olmanın zehri ile düğümlenmiş
zehirdeki fevkaladenin
fevkinde olmaya
ışığa düşülen dipnotlarda
yıkıldı yıkılmak üzereyim
karalanmış bir anıtın önünde
kendim saçmalıyorum
şarkılarsa mezar taşım olacak
tam da sevemediğimiz
umursamaz orospular gibiyken sen artık
kadının 'ay' harfi ile(!)
duymuyorsun değil mi
şiirde ağız bozulmaz diyorlar
bir kadından geçiyordum dün
ben ağzımı öyle daha önce hiç...
üstü başı kabulleniş
buram buram obsesiflik
gırtlaklanası tinerciler ve sağ sol
karanfil Sokağı'nın bir ilçesi bizim memleket
kitapevlerinin içindeniz canım
ton balık kokan salatalarda
eskitilmiş hatıralarımız
arabalar ve koca gıcırtılı o kırmızılar
başka başka ellere çalmış kornalarını
yeni dostlar bulmaya devam et
üstü başı 'biz' şehrin
buram buram ayrılık
üzerine kurulduğu bataklıklara benziyorum aynada
kükreyip sel olmuş bir Kemal değilim ki
medeniyet kurmaya çalışayim çamurda
gıkım çıkmıyor
izlemeye doyamadığın filmleri satın alıyorum
senin gibi kara
seninle öpüşüyorum sonra
kendin ile özleştirdiğin kadınla
ben olmam gereken adam...
inciniyorum
ne olurdu insanlar böylesine
sataşmasaydı ya her şeye
dedi Mehmet dedi kimbilir kaçıncı kez
ağlıyordu
ağlıyordu ben çürüyorken
bunu da bilemezsiniz siz
konuşuyordunuz yan masalarda
ve sen de kimbilir hangi
kahkahanın ortasında o an nerede
kırılmış imgeler ile aklım
içim kadar kalabalık bir şehirde
dört bir yana parçalanmış sohbetler
altın oran hesapları kimi
simyacılar arasında gidip gelen kimi
heves içinde sürükleniyoruz...
çarpıtılmış olan her şeyin ecdadına...
beylik hazır cevap konuşmalarda
ve sağlıklı besinlerde
işimiz ne sabahın bir ucunda
geçmiş
günahlı ve de kıskanç
sıçrıyor şimdiye
söz verilmiş topraklar!
neredesin
pişpirik oynarken cok satranccilariz sadece
günler günleri kovalarken
hep durup düsünüyoruz
acaba o ne
bu ne diye
inatla hala
kafamizi camlara vurmaya calisiyoruz
hizini almiş olan kara sinek gibi
aptalca bir inatla
noturmont manzaralar için
tahta ve plastik
biraz da mayhos kokularin
ekseninde dumanli
bayat seker kokulu
caylar yudumluyoruz
civik renklerle grafiklendirilmiş
plastik tabaklarda
uzaklardan jane birkin sesleniyor
dalida gibi
avec le temps diye
gülerek hatirliyordur
serge'nin whitney'e yaptiği hergeliği belki
üc günlük sakalimizla
biz de serge'lik yapiyoruz
şaşa içinde smokinimiz ile
ne bileyim bu gun aylardan kasim
günlerden cuma
ayın tam ikisi
saat 5'i 8 geceyi selamliyor
belki de 9'u belki 10'u
pek bir kiymeti yok
sen geldik yasli gidiyoruz
kicina kina yak sehr-i istanbul...
fonda kirpintilar
yorgunduk bir sonbahar gecesi
hazan yapraklari gibi yorgun ve uykusuz
yeni bir hafta geliyor
ama pek de önemsenmeyecek bu hafta da
bu da gelip gecicek diğerleri gibi
ne yapalim mukeddarat böylemiş
artik yeni seyler söylemek lazim
bir ağaç sadece ağaçtır
düşünmez neden ağaç olduğunu
kaderine hükmedemez
ve bir kaybeden sadece kaybedendir
düşünmez neden kaybettiğini
ve biz kaybedenler o ağacın altına
süt ve kurabiye yememiz gereken saatte
biralarımızı yudumlarken
yumuşak parmaklı ve dolgun göğüslü kadınlardan konuşurken
hayatın kaybetmek olduğunu düşünüyoduk
o halde hayatımızı yaşıyorduk..
cocuk muyum?..
galiba..
elimde olmadan unutmak isterken seni,
her nefes alısımda aklıma geliyorsan,
kendi ismimden cok senin cismini zikrediyorsam,
evet cocugum..
gözleri sah elası, yüregi yangın yeri gibi olan
bir cocuk..
cocugum hala,
kendi yüzümden cok senin gül benzini gördügüm,
günahlarla kaplı bedenimde günahsızca sevebildigim için..
belki yorgun olan, belki de sevdayı kovalayan bir cocuk..
hala cocugum
yüregim tertemiz oldugu için..
tertemiz cünkü orada sen var oldugundan..
masum..temiz..cocukca...
senden önce çizgisiz harita metod defteri gibiydi hayatım,
aldın kalemi eline,
güzel resimler yaptın önce,
sonra güzel şiirler yazdın,
bazen deniz gözlerindeki yaşlarla yıprattın yapraklarını,
sonra sıkıldın,
küçük bir çocuk gibi amaçsızca karaladın,
ve kalemin mürekkebi bitti
bir kenara fırlattın...
ekmek.
--ekmek alacaktım seni gördüğümde,
umarsızca beklemekteyken;
halk ekmek kuyruğunda.
tam yanımdan geçiyordun,
"abi bu paraya kaç ekmek eder"
deyiverdim büfedeki amcaya.
uzattığım bim poşetine baktın,
ve koşup gittin uzaklara;
kaçırmamak için seni bilinmeze götürecek;
o süpermarket servisini.
kabuğuma çekilmiş kendimle tanışan benliğim
keşfi kabil olmaya hazırlanırken
haremin o kalabalığının, gürültüsünün tepesinde
bir manzara bulmuş izliyor denizi
sonra moda sahilinde tanışıyor sessizlikle
bu sefer konuşuyor denizle.. yeni sırdaşı ile
kuşlar kıskanıyor denizin arkadaşlığını
benliğim, ben nerdeyim derken...
benliğim, öylece duruyorum burdayım dercesine..
rüzgarın götürdüğü yerde değilim
benim götürdüğüm yerde rüzgar
artık öylece durmuyorum
dimdik duruyorum rüzgarın karşısında
götürdüğüm yere götürüyorum onu da...
zorlukların eşiğinde dururken
hoşgeldin hayatıma dedim
yargılama hakkın olduğunu sandın..
yargıda bulunabilirsin ama yargılayamazsın!
hayatıma hoşgelen artık sadece ''ben''liğim
o asla yagılamaz ''ben''i
sessizlik...
tepkisizlik...
özündedir...
şarap mı bu kadar mukaddes ve şahane?
yoksa dünya mi bu kadar mukaddes ve şahane?
ey bin derdin katresini bile bırAKMAYAN,
kevşer ırmağının ağulu panzehiri;
sen olmasan seni icat etmek gerekirdi,
sen ki dertliyi dertsiz,
dertsizi dertli,
keyifsize keyif katan
üzüm suyundan yapilan
ezeli sırları görünür yapan
ebedi susuzluğu dindiren
çeşmüm merdümüne dek neşe veren
Gûl-i ruhsârıma karşu miğdeme lıkır lıkır akan su
hey saki boş kalmasın testim,
doldur sarap ile hemen,
vakit mutehayyil bir aksam olmakta
kanunlar udlar dümbelekler klarnetler cosmakta
istenseydi de unutamazdım zaten.
Gidişin özgürlüğümü elime vermek miydi?
Bu ne kadar doğru ne kadar yanlış ..
Gitmeseydin kalmasaydım
Bitmeseydi bitmeseydim...Hiç olmasaydı, ağlamasaydım, eksilmeseydim, eksilmediğim için yeniden tamamlanma eyleminin içinde kendimi bulmasaydım kendimi bulmak için kaybetmeseydim,
Ne haldesin diye soranlara
Salgın işte yakalandım(yakandım ayrılıkların hastalığına)
geçer gider" yalanlarına başvurmasaydım.
Üzülmeseydim gözyaşlarımı saklama telaşesine düşmeseydim
Yada başından seni tanımasaydım,
bana rastlamasaydın olmasaydın olmasaydım olmasaydık.
Hiç içinde biz geçen cümlelerin tarafları gösterilmeseydik
Adımıza şiirler yazmasaydık.
Ben Tükeneceğiz derken Sen hiç ümit vermeseydin
ve ben hiç umut toplamasaydım bahar akşamı cümlelerinden,
Şimdi gittin,
ben sana hiç alışmasaydım;
alıştım, yoruldum, ağladım...
açlık, uykusuzluk susuzluk
en çok susuzluğum oldun...
susamak,hararetlerimin sende hükmünü yitirmesi...
yani hep sana susamak...
isyan edebilecekken, kafa tutuabilecekken
sana susmak...
Yağmur akşamlar bekledim, tabiatta sağ olsun sende tam mevsiminde bırakmışsın beni sokaklar benle beraber ağladı sabaha kadar inatla
bir gözyaşlarım vardı birde yağmurlar o saatte. Oysa zaman kavramını hiç anlamadım ve hiçte takmadım.
Çünkü ben zaman aşımına uğramadan sevdim seni
tutunduğum sen olmuştun alışkanlıklarım sen...
seni ayıklıyorum;
evvelimden, ahirimden, sağımdan solumdan,yatağımdan, odamdan,evimden...
ayıklıyorum,yarınki silüetlerden,uzaktaki bizden...
bizi azad ettim benden...ben de çekip gitmek üzereyim
muhtaçlığım hep sendin
sana şimdi de ihtiyacım var.
Ama alışırım sana alıştığım gibi, sensiz olmaya da
günaydın dememeye, iyi geceleri söylememeye,
günün güzel geçsin temennilerinde bulunmamaya
seni her gün Allah ' a emanet edememeye,
öksürdüğünde boğazını kapat uyarılarında bulunmamaya
sigara içtiğinde ; devam et sen devam et ne zaman bırakacaksın dememeye.
ellerim üşüdü cebinde bir avuçluk yer var mı? sorularımdan muaf olmaya
acıktım 300 kuruş var,bir simidi paylaşalım
ama susamlar benim kavgası yapmamaya.
aç aç radyoyu aç dinle çalan parçayı..
bu şarkıda aklıma düşüyorsun diye hatırlatmaları geride bırakmaya...
soğuk akşamlarda al şu ceketi üşüyeceksin dediğinde tek kişilik cekete iki kişi sarılmışlığımızı...
bir sahil boyu yürürken biraz yaşlanınca,bir taka alıp sadece balık ekmekle beslenebileceğimiz 3 yıllık planlarımızı o sahillerde bırakmaya...
...
Hepsini
Unuturum
Yeter ki sen, sensizliğe alışırken ben, gelipte sensizliğimin ortasına incir ağacı dikme..
kelamını kaleminden döken benim...
beni uyandıran bu satırlar bu satırları uyandıran benim...