nazım hikmet'in çoğu şiiri benim için böyledir. şiirlerinin arkasındaki anlam,o hiç bitmeyen umut,ne olursa olsun mutluluğu anlatan adam ve hayata direniş derinden sarsmıştır beni. ama bir şiiri vardır ki, ilk okuduğumda uzun süre etkisinde bırakmış ve her okuduğumda aynı titremeyi yaşamamı sağlamıştır. nazım'ın her şiiri güzeldir,ama o şiirde sana hitap eden birşeyler,yarana dokunan bir nokta,senden bir parça varsa,varsın gerisini siz düşünün...
Gece yarısı. Son otobüs.
Biletçi kesti bileti.
Beni ne bir kara haber bekliyor evde,ne rakı ziyafeti.
Beni ayrılık bekliyor.Yürüyorum ayrılığa korkusuz ve kedersiz.
iyice yaklaştı bana büyük karanlık.
Dünyayı telâşsız, rahat seyredebiliyorum artık.
Artık şaşırtmıyor beni dostun kahpeliği,
elimi sıkarken sapladığı bıçak.
Nafile, artık kışkırtamıyor beni düşman.
Geçtim putların ormanından baltalayarak ne de kolay yıkılıyorlardı.
Yeniden vurdum mihenge inandığım şeyleri,çoğu katkısız çıktı çok şükür.
Ne böylesine pırıl pırıl olmuşluğum vardı,ne böylesine hür.
iyice yaklaştı bana büyük karanlık.
Dünyayı telâşsız, rahat seyredebiliyorum artık.
Bakınıyorum başımı kaldırıp işten,karşıma çıkıveriyor geçmişten
bir söz
bir koku
bir el işareti.
Söz dostça koku güzel,el eden sevgilim.
Kederlendirmiyor artık beni hâtıraların dâveti.
Hâtıralardan şikâyetçi değilim.
Hiçbir şeyden şikâyetim yok zaten,
yüreğimin durup dinlenmeden
kocaman bir diş gibi ağrımasından bile.
iyice yaklaştı bana büyük karanlık.
Artık ne kibri nâzırın, ne kâtibinin şakşağı.
Tas tas ışık dökünüyorum başımdan aşağı,güneşe bakabiliyorum gözüm kamaşmadan.
Ve belki, ne yazık,hattâ en güzel yalan beni kandıramıyor artık.
Artık söz sarhoş edemiyor beni,
ne başkasınınki, ne kendiminki.
işte böyle gülüm,iyice yaklaştı bana ölüm.
Dünya, her zamankinden güzel, dünya.
Dünya, iç çamaşırlarım, elbisemdi,
başladım soyunmağa.
Bir tren penceresiydim,
bir istasyonum şimdi.
Evin içerisiydim,
şimdi kapısıyım kilitsiz.
Bir kat daha seviyorum konukları.
Ve sıcak her zamankinden sarı,
kar her zamankinden temiz.
özellikle 'bir tren penceresiydim,bir istasyonum şimdi' dizesiyle son darbeyi vurmuştur.
şu şiirler gösteriyor ki, sözlüğün alayı aşk adamı veya kadınıymış arkadaş. sevgiliye gelince yok, ama sözlüğe gelince döktürmüşsünüz. ama haklılar sanırım, herkesin ağlayarak uyandığı, ve acıyı dindirmek için tuz yerine şiir bastığı zamanlar olmuştur. al benden de birkaç mısra!
ve biri soruyor bize şarkılar söyleyerek:
nereye gidersin sevdiğim, yatağında yalnızken
geçmiş köprüleri yakıyor, geleceğe uzanan köprülerin başında,
o gelecek de kaybolsun diye bekliyoruz,
geçmişi unuttuğumuz gibi geleceği de unutmaya çalışıyoruz.
zevk veren ve zevk vaat eden her şeyi unutmak için çabalayıp duruyoruz.
gözlerimiz unutmaktan ve ayrılıktan acıyor.
biri hepimizle göz göze gibi hala uykusuz,
biri sis içinde kirpiklerine kadar açık
bu sessizliği kim bıraktıysa, göremiyorum.
konuşkan gözlerinde tek sözcük bile,
gözlerimiz birbirine değmiyor gecenin iki şehrinde.
bu sessizliği kim bıraktı size?
Bir mektup yaz bana
Merhaba ile başlamasan da gücenmem
Özledim demesen de
Bir şarkı mırıldan usulca
Adını koyma istersen
Arar bulurum
Sever koyarım adını
Sabah çiği düşmüş çiçeklerden
Bir mektup yaz bana
Bir de resim çiz, kendi resmin olsun
Saçlarında martıları unutma
Ellerini şakağına koymayı
Dudağında kelimeler eksik olmasın
Konuştuğunu duyayım
Gözlerin uzak uzaklarda olsun
Dip not düş, nerde olduğunu bileyim
Akşam olmasın
Akşam olmasın bu gece
Bu gece rüzgar esmesin
Yağmur yağmasın çocuklar ağlamasın
Babalar işe gitmesin bu gece
Hiç kimse suç işlemesin
Kadınlar
Aşkı bir kambur gibi sırtında taşımasın
Ki aşk zindana düşse bile
Düşlerine uygun bir Leyla çıkarır zincirlerinden
Bu gece aşk üşümesin
Bir mektup yaz bana
Şehirden uzak olsun
Gürültülerden
Bakma ruhumun kımıltısız durduğuna
Bu şehri çığlığımla yerle bir edersem
Kimse darılmasın
Ben geçtiğim köprülere giydiririm güzelliğini
Baktığın göğe
Bir mektup yaz bana
Akşam olmasın bu gece
Bu gece aralık ve ben ağlayabilirim
Koynundaki ırmağa adımı fısılda yeter
Bir çılgınlık yap / bir mektup yaz bana
Ben taşa toprağa anlatmışım seni
Kurda kuşa
Örtülere bürünsen ne çıkar
Zifiri karanlıkta yola çıksan
Söyle kim
Kimler tanımaz seni
Hangi uzak diyarda açan çiçek tanımaz
Hangi ırmaktır seni görmeden akıp giden
Saçlarını öpmeden düşen yağmur hangisi
Sen ne vazgeçilmez coğrafyasın
Alnımın her kırışığına işlemişsin kendini
Yeryüzü
Seninle yürünebilir benim için
Yüreğimde büyüttüğüm en nazlı menekşeyi
Sana vermedim daha
Ve seninle meydanlara yürümedim
Bütün kitaplarımı yakmadım senin için
Bir mektup yaz bana
Gülüşünü çağlara taşımak boynumun borcu olsun
Gör
Martılar nasıl konacak saçlarına
Denizler ayaklarına nasıl yürüyecek
Sen varsın diye başım dik
Gözlerim bu kadar güzel
Yokuşlara bu yüzden sevdalıyım
Dağlara bakıp şarkılar mırıldanmam senin için
Sen olmasan kim sever beni
Gözlerime bakınca ağlamak
Kimin aklına gelir
Yar!..
Çekip koparma yüzünü yüzümden
Bak yağmur ne kadar yumuşak
Çiçekler ilk kez bu kadar güzel
istersen birlikte sulara yürüyelim
Elele tutuşarak meydanlara istersen
Bir mektup yaz bana
Çok uzaklara savruldum
Çok ırmaklar geçtim
Adına şiir yazılmamış tek menekşe
Bir kardelen çiçeği olsun bulamadım
Sen ne müthiş kadınsın
Sulara bıraktığın gül bahçe olmuş
Bir endişe olmuş sokulmuş koynuma
Şehrin dört yanı bu yüzden taze
Her yanı bu yüzden hercai menekşe
Bir mektup yaz bana
Anlatma bütün bunları istersen
Elbet seninde dudaklarına iğneler batıran güneşler vardır
Herkes uzaktan saçlarını okşamaz benim gibi
Ağıt yakmaz uykudan uyandıracak kadar
Sana kızanlar vardır mutlaka
Sinayı aşan umutların okyanuslara takılmasa
Takılıp beni bulmasa
Ansızın demirlemese yüreğime
Sende kalsa
Anlatacakların olurdu mutlaka
Yaz bana
Sen yazarsan sana hak verebilirim belki
Bir mektup yaz bana
Yokluğun anlatılacak gibi değil
Ben çiçekleri koparmadan da sana verebilirim
Irmakları anlatıyorum ne güzel
Avuçlarını açınca yıldız dolduruyorum
Her şey seni düşünmekle başlıyor
Seninle bir şiire başlamak
Düşleri çalınmış bir çocuğa
Umut olmak kadar güzel
Bir mektup yaz bana
Denize doğru yürüyorum de ay karanlık
Yanımda olsan ne iyi olurdu
Hiçbir dost mektubunda şiir yazmıyor bana
Hiçbiri anlatmıyor beni senin kadar
Sevmiyor
Bıraktığın gözlerle görüyorum burada
Bilsen ne tuhaf bakıyormuşsun meğer
Her şey bana benziyormuş
Ne güzel gözlerin varmış
Bakınca bir şehri ağlatan
Tuhaf
karanlığın insanı delirten bir ihtişamı vardır
yıldızlar aydınlık fikirler gibi havada salkım salkım
bu gece dağ başları kadar yalnızım
çiçekler damlıyor gecenin parmaklarından
dudaklarımda eski bir mektep türküsü
karanlıkta sana doğru uzanmış ellerim
gözlerim gözlerini arıyor durmadan
nerdesin?
baba bana bağırma
bülbülleri kaçırdın ormanlarımdan
kulaklarımın kapılarını havalara uçurdun
kapılar baba kapılar pencereleri alıp gittiler
tenorlar kaçtı ses tellerinden
çevreye saçıldı yavru diktatörler
seni ne sopranolar istedi de vermedik baba
baba bana bağırma
bayrak direklerine konan kartalları anlat
uzun uzadıya
nasıl da göremediler avcıları
o keskin gözleriyle vah hah ha
şans yıldızlara özgü bir yalan baba
yıldızlara tükürüp tükürüp onları gezegen yaptınız
savaşan halklar taktınız dünyanın boynuna
yalanları yazdım defterime hiç unutmadım
radyasyonu radyo istasyonu sanan Bakanları
çiğleri, Meclis tavanını çiğ köftelerle çiğneyen
doğum sonrası acılarını cüce ülkeler doğuran kadınların
hiç unutmadım
sakallarını yüzlerinde
yüzlerini sakallarında unutan adamları
ve ısırgan tarlalarındaki parçalarını
Uğur Mumcu'yu biz yapan bombanın
hiç unutmadım
uzak yakın tüm tuzakları baba
yolun ezdiği oyuncak bir kamyonsun sen
bir gam ağacısın
kar yüküne dayanamayıp kırılan
ilkbaharı gerzeklere ödünç verdin
geri getirmediler
güneşin başına gelenleri
biz ilkbaharsız nasıl anlarız baba
baba bana bağırma
bir kulağımdan giriyor sözlerin
öbür kulağımı tıkıyor
Buenos Aires'te olsaydım diyorum içimden
Eva'nın peronunda
karanlıktan kuşlar çalan bir tren
bir bıçak kaçağı
tangonun bacaklarını havaya kaldırdığı kentte
ama iyi ki buradayım, burada hiçbir şeyi unutmadan
burada
bilginin bilgisizlikten daha çok acı verdiği yerde
burada, tam karşında
hapisanelerde hintyağı gibi bir şeydi zaman
hastanelerde pıhtılaşmış kan gemisi gibi
yol alırdı saatler
karılarının namuslarını dillerinde saklayan
adamlar vardı bir taraflarda
televizyon kanallarında yitirilen çocuklar
gökyüzüne düşmemek için denize yapışan balıklar
ve depolara indirilen Lenin heykelleri vardı
Sovyet Rusya'da
kafandaki duvarları
niye cebine koymuyorsun sen baba
baba bana bağırma
farkında değilsin
arkasını ezilenlerin yaladığı
bir posta puludur dünya
bir karadelik yutana kadar uzayda bizi
asansör boşluğuna itilen bir kedisin sen
söylemenin tam sırası
ülkeyi bu duruma senin oy verdiğin
partiler getirdi baba
ama ben buradayım, burada hiçbir şeyi unutmadan
bir yaşamlık kaygı duruşundayım
yakın tarihimiz için
baba bana bağırma
bacağından vurulursa bir şiir
nereye kadar gidebilir
bana bağırma baba
kendine bağır
yoksa her şey bitebilir..
yasamak sakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yasayacaksin
bir sincap gibi mesela,
yani yasamin disinda ve ötesinde hiçbir sey beklemeden,
yani, bütün isin gücün yasamak olacak.
yasamayi ciddiye alacaksin,
yani o derecede, öylesine ki,
mesela, kollarin bagli arkadan, sirtin duvarda,
yahut, kocaman gözlüklerin,
beyaz gömleginle bir laboratuvarda
insanlar için ölebileceksin.
hem de yüzünü bile görmedigin insanlar için,
hem de hiç kimse seni buna zorlamamisken,
hem de en güzel, en gerçek seyin
yasamak oldugunu bildigin halde.
yani, öylesine ciddiye alacaksin ki yasamayi,
yetmisinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
hem de öyle çocuklara falan kalir diye degil,
ölmekten korktugun halde ölümune inanmadigin için,
yasamak, yani agir bastigindan.
diyelim ki hastayiz
hem de agir
hem de ameliyatlik,
yani beyaz masadan
kalkmama ihtimali de var.
duymamak mümkün degilse de biraz erken gitmenin kederini
biz yine de gülecegiz anlatilan bektasi fikrasina,
hava yagmurlu mu, diye bakacagiz pencereden,
yahut da yine sabirsizlikla bekleyecegiz
ajans haberlerini...
diyelim ki, dövüsülmeye deger birseyler için,
diyelim ki, cephedeyiz.
daha orada ilk hücumda, daha o gün
yüzükoyun kapaklanip ölmek de mümkün.
tuhaf bir hinçla bilecegiz bunu,
fakat yine de çildirasiya merak edecegiz
belki yillarca sürecek olan savasin sonunu.
diyelim ki, hapisteyiz.
yasimiz da elliye yakin,
daha da on sekiz sene olsun açilmasina demir kapinin.
yine de disariyla beraber yasayacagiz,
insanlari, hayvanlari, kavgasi ve rüzgariyla
yani duvarin arkasindaki disariyla.
yani, nasil nerede olursak olalim
hic ölünmeyecekmis gibi yasanacak...
bu dünya soguyacak,
yildizlarin arasinda bir yildiz,
hem de en ufaciklarindan,
mavi kadifede bir yaldiz zerresi yani,
yani, bu koskocaman dünyamiz.
bu dünya soguyacak günün birinde,
hatta bir buz yigini
yahut ölü bir bulut gibi degil de,
bos bir ceviz gibi yuvarlanacak
zifiri karanlikta uçsuz bucaksiz..
simdiden çekilecek acisi bunun,
duyulacak mahzunlugu simdiden.
böylesine sevilecek dünya
yasadim diyebilmen için...
Unut demek kolay gel bana sor bir de
Unutamıyorum işte unutamıyorum
Bir şey var şuramda beni kahreden
Şuramda tam yüreğimin üstünde
Çakılı duran bir şey var
Elimde değil söküp atamıyorum
Dalıp dalıp gidiyor gözlerim derinlere
Kimi görsem biraz sana benziyor
Seni hatırlatıyor şu bulut şu gökyüzü
Şu kayaları döven deniz
Şu hüzünlü melodi şu napoliten şarkı
Bir zamanlar beraber dinlediğimiz
Boyuna seni düşünüyorum durmadan usanmadan
Şimdi diyorum o ne yapıyor acaba
O güzelim gözleri kime bakıyor
O canım elleri nerde
Oysa günler o günler değil
Akşamlar o akşamlar değil
Ve kalan şimdi sadece özlemin gecelerde
Durup durup seni büyütüyorum içimde
Seninle acılar büyütüyorum
Yeni yeni kederler büyütüyorum dayanılmaz
Kirli sular yürüyor iliklerime
Bir zehir karışıyor kanıma anlıyor musun
Bir daha görsem seni diyorum bir daha görsem
Bir gün olsun bir dakika olsun
Unut demek kolay, gel bana sor bir de
Hatırladıkça gözyaşlarımı tutamıyorum
Dilimin ucunda sen; başımın içinde sen
Kader misin, ecel misin nesin sen
Unutamıyorum işte unutamıyorum
Çattımsa acıların en güzeline
Yedirdimse uykuları o tatlı kuşa
Benim olsun demedim ki
Bu akşam kankırmızı şarap istiyor canım
Bu akşam dünyanın bütün şarkılarını
Bu akşam dünyanın bütün özlemlerini
Bu akşam beni yalnız bırakın
Bu akşam yalnızca onu düşüneceğim
Onu ve kendimi yalnızca..
Bir gün gelir, 'Tanrım' diyemezsin artık.
Toptan bir temizlik zamanıdır.
Artık 'Sevgilim!' diyemeyeceğin bir gün.
Çünkü boşunalığı kanıtlanmıştır aşkın.
Ve gözlerden yaş akmaz.
Ve ancak kaba işlere yarar eller.
Ve kuruyup kalır yürek.
Kadınlar boşuna çalarlar kapını, açmazsın.
Tek başınasındır, ışıklar söndürülmüş
ve karanlıkta parlar kocaman gözlerin.
Belli ki acı çekmeyi bilmiyorsundur artık.
Ve hiçbir şey istemiyorsundur dostlarından.
Kimin umurunda yaşlanmak, yaşlılık nedir ki?
dünyayı taşıyor omuzların
ve bir çocuğun elinden daha hafif dünya.
Savaşlar, kıtlıklar evlerde aile kavgaları
hayatın sürüp gittiğini kanıtlıyor
ve kimsenin özgür olamayacağını.
Bu gösteriyi acımasız bulanlar (o yufka yürekliler)
ölmeyi yeğ tutacaklardır.
Bir gün gelir ölüm de işe yaramaz.
Bir gün gelir bir komut olur yaşamak.
Yalnızca yaşamak, hiç kaçış olmadan.*
Ben
senden önce ölmek isterim.
Gidenin arkasından gelen
gideni bulacak mı zannediyorsun?
Ben zannetmiyorum bunu.
iyisi mi, beni yaktırırsın,
odanda ocağın üstüne korsun
içinde bir kavanozun.
Kavanoz camdan olsun,
şeffaf, beyaz camdan olsun
ki içinde beni görebilesin...
Fedakârlığımı anlıyorsun :
vazgeçtim toprak olmaktan,
vazgeçtim çiçek olmaktan
senin yanında kalabilmek için.
Ve toz oluyorum
yaşıyorum yanında senin.
Sonra, sen de ölünce
kavanozuma gelirsin.
Ve orda beraber yaşarız
külümün içinde külün,
ta ki bir savruk gelin
yahut vefasız bir torun
bizi ordan atana kadar...
Ama biz
o zamana kadar
o kadar
karışacağız
ki birbirimize,
atıldığımız çöplükte bile zerrelerimiz
yan yana düşecek.
Toprağa beraber dalacağız.
Ve bir gün yabani bir çiçek
bu toprak parçasından nemlenip filizlenirse
sapında muhakkak
iki çiçek açacak
biri sen
biri de ben.
Ben
daha ölümü düşünmüyorum.
Ben daha bir çocuk doğuracağım.
Hayat taşıyor içimden.
Kaynıyor kanım.
Yaşayacağım, ama çok, pek çok,
ama sen de beraber.
Ama ölüm de korkutmuyor beni.
Yalnız pek sevimsiz buluyorum
bizim cenaze şeklini.
Ben ölünceye kadar da
bu düzelir herhalde.
Hapisten çıkmak ihtimalin var mı bu günlerde?
içimden bir şey , belki diyor.
(bkz: nazım hikmet ran)
Zindan iki hece, Mehmed'im lâfta!
Baba katiliyle baban bir safta!
Bir de, geri adam, boynunda yafta...
Halimi düşünüp yanma Mehmed'im!
Kavuşmak mı? .. Belki... Daha ölmedim!
Avlu... Bir uzun yol... Tuğla döşeli,
Kırmızı tuğlalar altı köşeli.
Bu yol da tutuktur hapse düşeli...
Git ve gel... Yüz adım... Bin yıllık konak.
Ne ayak dayanır buna, ne tırnak!
Bir âlem ki, gökler boru içinde!
Akıl, olmazların zoru içinde.
Üstüste sorular soru içinde:
Düşün mü, konuş mu, sus mu, unut mu?
Buradan insan mı çıkar, tabut mu?
Bir idamlık Ali vardı, asıldı;
Kaydını düştüler, mühür basıldı.
Geçti gitti, birkaç günlük fasıldı.
Ondan kalan, boynu bükük ve sefil;
Bahçeye diktiği üç beş karanfil...
Müdür bey dert dinler, bugün 'maruzât'!
Çatık kaş.. Hükûmet dedikleri zat...
Beni Allah tutmuş, kim eder azat?
Anlamaz; yazısız, pulsuz, dilekçem...
Anlamaz; ruhuma geçti bilekçem!
Saat beş dedi mi, bir yırtıcı zil;
Sayım var, maltada hizaya dizil!
Tek yekûn içinde yazıl ve çizil!
insanlar zindanda birer kemmiyet;
Urbalarla kemik, mintanlarla et.
Somurtuş ki bıçak, nâra ki tokat;
Zift dolu gözlerde karanlık kat kat...
Yalnız seccâdemin yününde şefkat;
Beni kimsecikler okşamaz mâdem;
Öp beni alnımdan, sen öp seccâdem!
Çaycı, getir, ilâç kokulu çaydan!
Dakika düşelim, senelik paydan!
Zindanda dakika farksızdır aydan.
Karıştır çayını zaman erisin;
Köpük köpük, duman duman erisin!
Peykeler, duvara mıhlı peykeler;
Duvarda, başlardan, yağlı lekeler,
Gömülmüş duvara, baş baş gölgeler...
Duvar, katil duvar, yolumu biçtin!
Kanla dolu sünger... Beynimi içtin!
Sükût... Kıvrım kıvrım uzaklık uzar;
Tek nokta seçemez dünyadan nazar.
Yerinde mi acep, ölü ve mezar?
Yeryüzü boşaldı, habersiz miyiz?
Güneşe göç var da, kalan biz miyiz?
Ses demir, su demir ve ekmek demir...
istersen demirde muhali kemir,
Ne gelir ki elden, kader bu, emir...
Garip pencerecik, küçük, daracık;
Dünyaya kapalı, Allaha açık.
Dua, dua, eller karıncalanmış;
Yıldızlar avuçta, gök parçalanmış.
Gözyaşı bir tarla, hep yoncalanmış...
Bir soluk, bir tütsü, bir uçan buğu;
iplik ki, incecik, örer boşluğu.
Ana rahmi zâhir, şu bizim koğuş;
Karanlığında nur, yeniden doğuş...
Sesler duymaktayım: Davran ve boğuş!
Sen bir devsin, yükü ağırdır devin!
Kalk ayağa, dimdik doğrul ve sevin!
Mehmed'im, sevinin, başlar yüksekte!
Ölsek de sevinin, eve dönsek de!
Sanma bu tekerlek kalır tümsekte!
Yarın, elbet bizim, elbet bizimdir!
Gün doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir!