--spoiler--
gereksiz sahneleri olan mahsun kırmızıgül filmi. mesela: ben hala o ülkücü yemini olan sahnenin filmde ne aradığını anlamış değilim tamam bağış felan yapıyolar ama yinede o kadar abartılı bi bölüme gerek olduğunu düşünmüyorum. ayrıca fragmana bile koymuşlar.
bir de aniden hızlanıyor film mesela sonuna doğru alakasız bi yerde teşkilattaki adam içeriye giriyo
-vay efendim fırat * töre için teşkilata girmiş kendi için kullanmış bizi bıdı bıdı
-teşkilattakiler - vay amcık vay.
yani bu olay da daha güzel bir şekilde anlatılabilirdi kanımca.
--spoiler--
yine de içinde seks * ve aşırı küfür bulundurmadan da güzel film çekileceğini göstermiş bize mahsun. benim kişisel görüşüm fena bir film olmadığı kanaatinde.
bir de yeni izleyeceklere bir öneride bulunayım sakın dublajlı versiyonunu seyretmeyin. bazı sinemalara gelmemiş altyazılı versiyonu. gitmeden önce sorun soruşturun. *
mahsunun çevirdiği filmlerden gittiğim tek film. Haluk bilginer yine başarılı bir performans göstermiş. Zikir sahneleri falan oldukça gerçekçi. Ben beğendim filmi şahsen.
10 günde 390 kopya ile 800 salonda 1 milyon 500 bin kişi tarafından izlenerek ciddi bir gişe hasılatı bırakmasının ardından, toplam 18 ülkeyle satış sözleşmesi imzalanmış filmdir.
- yapımcısı, yönetmeni ve sanatçılarıyla bize ait bir filmin bu itibarı görmesi gururlandırmıştır.
bisisimbuladim tarafindan 15/11/2010 tarihinde izlenmiş olan filmdir. bir atilla dorsay değilim ama filmle ilgili soylemek istediklerim aşağıdaki gibisir efem;
--spoiler--
1- sen kalk teee amrikalara git, filmin sonunu sırlar odası gibi bağla. hikayede çok sayıda mantık hatası vardı; mahsun kırmızıgül'ün soyadını değiştirdiği tayin girince ortaya çıkması, interpolün bir polisin sözü üzerine kırmızı listeye adam alması, aynı adamın tek bir sözle serbest kalması, vs vs vs..
2- mahsun kırmızıgül oynamasın mümknse, dursun ufuklara baksın. hele şive yaptığı bölümler çok iticiydi.
3- haluk bilginer bence muhteşemdi, muhteşemdi ve muhteşemdi..
--spoiler--
yine de "eeeeh çok kötü değil" ama "türk sineması holivuuudla yarışıyor artık kardeşler çığır açtık çığır" hatta ben izlediğime pişman olmadım ama keşke daha fazla düşünülmüş bir son olsaydı der selam ederim.
"doğduğunda ezanın okunur, namazın kılınmaz. Öldüğündeyse ezanın okunmaz ama namazın kılınır. Neden biliyor musun? Doğduğunda okuna ezan öldüğünde kılınan namaz içindir. Yani hayat ezan ile namaz arasında geçen süre kadar kısadır" sözünü beğendiğim filmdir.
ali sürmeli olan sahneleri geçersek ki o da ilk 10-15 dakika sanırım gerisi rezalettir. yok yani. hele bir yerinde arkadaşla bariz oha çekip dikkatleri üzerimize çektik.
--spoiler--
bitlise doğru van tarafında gelen arabamız bize van gölünü gösterir ama nedense bitlise giriş diyarbakır tarafındandır.
--spoiler--
bu mükemmel mantık hatası filmin en sonunda olduğu için bizim için iş işten geçmişti tabi.
o değil mustafa sandal sen ne ayaksın birader.
buradan haluk bilginer'e sesleniyorum. sayın haluk bilginer, acaba babanız da mı oyuncuydu? zaten yeteneklerinizin, oyunculuğunuzun farkındaydık ama bu kadarı da fazla be üstad. gönülden teşekkürler ve sevgiler diliyoruzdur.
fragmanını izleyip bir şey var zannederek gidenlerin pişman olduğu film . fragman başarılı ona laf yok. gerisini izlemeseniz de olur. iş çıkmayacak bir senaryo bu kadar mı alakasızca süslenerek iki saatlik bir film yapılır. bu konuda da başarılı evet. ama bu düpedüz kandırıkçılık.
mahsun kırmızıgülün ilk iki filminden alınan gaz ile gidilip sönmüş olarak çıkılan türk filmi. ilk seansta olaylar çok hızlıydı aczimendi olayı yani domuz bağı, hücre evi olayı hoca efendi ile mi alakalı zira bir ağlama sahnesi vardı oraya takıldım yoksa deccal ile mi alakalı çözemedim. polislerin matrix sahnesi fenaydı.* türkçe dublajlarda görmezden gelinemeyecek hatalar vardı. (bkz: (#9946721)) güzel pazarlanmıştır. olay budur.
mahsun kırmızıgül'ün hiç gereği yokken fethullah gülen'e yaptığı şirinlik gösterisi. filmin aylardır fragmanı dönüyor paylaşım sitelerinde fragmanı izlediğimiz zaman bir an ümitlenmedik değil hani acaba dedik sonunda biri fethullah gülen ve cemaatini eleştiren bir film yaptımı diye düşündük kadroda haluk bilginer'i görünce daha da ümitlendik ama gördükki ne eleştirmesi adamlar resmen yalakalık gösterisi yapmışlar. bu filmin korsan cd'sini bile almayın. internetiniz kotalı ise internette bile izlemeye değmez kotanıza yazık.
tarikat konularına girilmeden ssadece mükemmel şahsiyet, büyük oyuncu haluk bilginer reyizin üzerine yapılan bir film olsaydı çok daha iyi olacaktı. geneli vasat altıdır. son sahnede ise haluk bey'in performansı takdire şayandır...
mustafa sandal ın oyunculuk yeteneği ile yurtdışına açılmasını ve türk sinemasına bir daha dönmemesini dilediğim filmdir .
sadece o mu tabiki değil .
ustalara da yazık oluyor böyle filmlerle .
genel olarak baktığımızda çok sığ bir filmdi..çoğu sahnesi askıda kalan..neden veya niçin gösterildiğini anlamadığımız görüntü zenginliği olsun diye koyulmuş sahneler mevcuttu.
--spoiler--
derinlemesine bi analiz yapıldığında:bi kere hacının karısının ecnebi olması hiç inandırıcı gelmedi bana..biraz gerçekçi olun.musti de nedense bir türk polisinden çok fbi tiripleri vardı.hacıyı başta bize öyle şüpheli,suçlu gösterdilerki nasıl bi anda ermiş olduğuna inandılar anlamadım.hacıyı kaçırdıkları sahnede mahsunla musti hemen bayılmaya hazır heralde..hacı cin gibi çıktı araçtan...bide mahsun başlarda çok kibar konuşuodu..bi an dublajlı sandım valla..
--spoiler--
senaryo hatalarından dolayı senaryonun gerçektende mahsuna ait olduğuna inandığım film. bir yerden açık çıkacağı kesindi ama üzüldüğümü belirtmeliyim çok iyi gidiyordu.çekimlerde hatalar telafi olur ama senaryoda hatalar varsa buna yapılacak hiç bir şey yoktur.keşke biraz daha çalışsalarmış.üzücü bir durum.
filme bok atma sevdalısı kişilere verilmiş harika bir ayar yazısı, elbette ali murat güven'den:
--spoiler--
yapımcı-yönetmen-senarist-aktör mahsun kırmızıgül ve son filmine yönelik "pisleşme", doğrusunu söylemek gerekirse, olacakları ta iki-üç hafta öncesinden çok net bir biçimde görebilen benim gibi "medya medyumu" bir adamın öngörülerini bile fersah fersah aştı.
ekmeğini sinema üzerine yazmaktan kazanan gerçek sinema yazarları kırmızıgül'ün son filmini değerlendirirken bu kez büyük ölçüde itidalli bir yol izlediler de sıra "çakma sinema yazarları" ve "yazabilecek başka hiç bir konu bulamadığı için, tıpkı askerlik hatıralarının, çocukken köyünü cinlerin basmasının ya da futbol ligindeki son gelişmelerin muhabbetini yapar gibi bütünüyle entelektüel çaresizlikten ötürü dönüp dolaşıp sinema filmlerine dadananlar" mahsun üzerinden yürüttükleri o sefil jakobenizmi son iki hafta boyunca küstahlık sınırlarının da ötesine taşıdılar.
tabiî, bu arada, konuyla ilgili görüşleri öteden beri mâlûm biri sıfatıyla, benim de "yeniden topa girmem" için yürek parçalayıcı girişimler oldu sık sık... hayatı boyunca çaktırmadan bu fakirle alttan alta sidik yarıştırmış olan pek meşhur "islâmî kesim sömürgeni"nin neredeyse her iki günde bir mahsun meselesinden yemlenip bana köşesinden inceden inceye göndermeler yapmasını mı istersiniz, yoksa "kardeş" diye nitelendirdiğim kimi yayın organlarından -mahsun'a destek verdiğim için- "yuh"lar gönderenler ve bu "yuh"lara sevinç içinde alkış tutanlar mı...
mahsun'un sinema mücadelesine yönelik alerjinin etnik/ideolojik kökenlerini deşifre ettiğim 7 kasım pazar günkü yazımdan bu yana, yakın ya da uzak piyasada her türlü sataşmayı gördüm ve halen de görmekteyim. tabiî, bu arada halkımız da bütün o nefret dolu eleştirilerin sahiplerini zerrece iplemeksizin, ülke çapında 500'e yakın sinema salonunda akın akın "lanetli film"e gidiyor. bu yazıyı okuduğunuz an itibarıyla filmin iki haftayı bile bulmayan gişesi 2 milyon izleyici sınırına dayanmış durumda ki daha haftalarca oynayacağı da kesin. tıpkı, meksika'dan avustralya'ya, iran'dan danimarka'ya, malezya'dan ingiltere'ye kadar iki düzineden fazla ülkeye sinema-televizyon-dvd satışlarının kesinleşmiş olduğu gibi... dikkat ediniz, bütün bu uluslararası dağıtıcılar "new york'ta beş minare"yi kare kare izleyerek satın aldılar; yoksa filmin küresel dağıtımından elde edilen milyonlarca dolarlık ek gelir tombala torbasından falan çıkmadı.
bu yazı, üzerinde durduğumuz önemli mesele hakkında yalnızca bir "girizgâh" olacaktır. çünkü, saha kenarındaki ısınmam henüz tamamlanmadı. ben bu tür büyük maçlara çıktığımda en azından bir "hot-trick" yapmayı severim. heybemde biraz daha malzeme biriksin, o kamuflajlı giydirmelerin sahiplerinin ifadelerini son derece kamuflajsız cümleler eşliğinde alacağım. şimdilik yalnızca hafif bir peşrev çekmekle yetiniyorum.
öncelikle, "iri gazete"de "beş maddede, hayatta nelerden çok hoşlanırım", "onbeş maddede, hayatta nelerden hiç hoşlanmam" gibi -zekâ düzeyi 7 yaşındaki çocuklara denk gelen- bol aralıklı yazılarla adam yokluğunda gününü gün eden o mirasyediye "sen hele biraz daha sıranı bekle evladım" demek farz oldu. evet, biraz daha dişini sıkman gerekiyor; çünkü, seninle ilgili yazım aynı zamanda "jübile yazım" olacak. bu mesleği bırakırken sana senin hakkında öyle bir analiz armağan edeceğim ki ben emekliliğimin onuncu yılındayken bile sen o yazının acısını yüreğinden hâlâ söküp atamamış olacaksın. (ki zaten, şimdiki sinsi hırçınlığının da geçen yıl yazdığım "senin iltifatın bile beni hasta ediyor" başlıklı yazıdan kaynaklandığını çok iyi biliyorum.)
ya biraz daha delikanlı olup kartlarını açık oyna ya da baş edemeyeceğin adamlara hiç bulaşma. benim için seni dağıtmaktan, öteden beri pek kırılgan olan kimyanı tamamen bozmaktan daha kolay bir iş yok bu âlemde; çünkü zaten dört bir tarafın "açık"tan geçilmiyor. kendi kendine "sinemaseverler beni kendilerinin yeni kanaat önderi yapmaya kalkıştılar, fakat ben bu teklifi kabul etmedim, çünkü yalnızca vicdanının sesini dinleyen özgür ruhlu bir yılkı atıyım" tadındaki o örtülü egoizminle, şu meslekte en iyi bildiğin alana, yani ilkokul çocuğu kavrayışı seviyesindeki "her kutusu ayrı ayrı maddelere bölümlenmiş anket defteri yazıları"na geri dön. senin sinema bilgin ve algın üzerine konuşmaya bir başlarsam, bundan üç-beş yıl önce "karşı pencere" adlı filmini kendince eleştirmeye çalıştığın ferzan özpetek'in köşene mesaj gönderip, "hakkında atıp tuttuğun filmimin adını önce doğru düzgün yazmayı bir öğreniver, çünkü sözünü ettiğin o film 'arka pencere' değil 'karşı pencere'dir" diyerek seni madara etmesinden girer, dindarlar karşısında "gözü dönmüş bir kaplan", solcular karşısında ise "süt dökmüş kedi"ye dönüştüğün o meşhur programında "retorik"le "teorik"in tamamen farklı anlamda birer sözcük olduğunu öğrenmenin çok uzun yıllarını almasından çıkarım.
sana nasıl kızdığımı, seni yok zamanda başına vezir etmiş olan -bütün meslekî varlığını borçlu olduğun- bir câmiâya karşı sergilediğin o aşağılayıcı tavırların karşısında nasıl çıldırdığımı, imkânı yok bilemezsin. o yüzden, seni bir kez daha uyarıyorum; ateşle oynama ve işine bak. film eleştirisi yazmak senin neyine, yaz işte "7 maddede akp'nin büyük günahları / 17 maddede nişantaşlı kadınların hassas noktaları" gibi o bol aralıklı, madde madde bölümlenmiş köşe yazılarını... ya da en azından gazetenin eklerinde müstear isimlerle islâmî kesim ispiyonculuğu yap. seni vaktiyle bu rezil geçim kaynağına müptela eden adam da ekmek yediği yerlere orada burada yıllarca aynı yöntemle sinsi sinsi hakaret yazıları yazdırmadı mı sanki...
ikinci sözüm de "insan kişiliğine ve emeğine saygı" noktasında peşin bazı hassasiyetlere sahip olduğunu varsaydığımız, ancak o hassasiyetleri omuzlarında kararlılıkla taşımaktan aciz "çakma dindar-çakma sinema yazarı" arkadaşlara...
canlarım! çeyrek yüzyıldır aranızda bulunan, bu ülkede 28 şubat sürecinin ahlâkî yıkımlarını adım adım müşahede etmiş biri olarak elbette ki büyük ölçüde anlıyorum bazılarınızın hissiyatını... yukarıda sözünü ettiğim o hastalıklı tipe, "yalakalıkla karşı tarafa kapağı atan ve şimdilerde zahiren paçayı kurtarmış gözüken mirasyedi"ye yönelik bilinçaltı bir öykünme pek çoğunuzda şu ya da bu oranda mevcut... sistemin baronlarının beğenip onaylayacağı "beyaz türk'çe" bir eleştiri dili üzerinden piyasa yapmak, böylelikle de merkez medyanın transfer vitrinine çıkmak istiyorsunuz. fakat üzerinizde oldukça iğreti duran, sonradan edinilme bir jakobenlikle, aslında en ayrıcalıklı yönünüz konumundaki müslüman politik kimliğinizi ziyan ettiğinizin farkında bile değilsiniz. hadi, mine kırıkkanat ya da bekir coşkun gibi insanlar mahsun'u bilmem kaç yıl önce sahnede "kırmızı ceket" giydiğinden hareketle tefe koysunlar; onlar için zaten bu ülkenin nüfusunun yüzde 98'i "göbeğini kaşıyan adamlar ve kadınlar"dan oluşuyor.
pekiyi, son beş yıldır kendini aşabilmek için ölesiye çırpınan bir sanatçıya alabildiğine tepeden bakan böylesine ahlâksız bir eleştiri tekniğini sizler kendinize nasıl olup da yakıştırıyorsunuz?
mahsun kırmızıgül, aşağıladığınız o eski günlerinde bile gittiği her yerde yeri göğü inleten, konservatuar mezunu bir şarkıcıydı, kendi kulvarında yine büyük bir yıldızdı, yine çok başarılıydı. kaldı ki sahne sanatçılarının sahnede rengarenk kostümler giymelerinin dünyanın hiç bir yerinde garip bir yönü de yoktur. buna karşılık, sormazlar mı böylesine hoyrat bir tepkiden sonra adama, mahsun o kırmızı ceketi giyip klip çekerken, sizler tam olarak neredeydiniz? ne yapıyordunuz? hayatta ne türlü bir başarı elde etmiştiniz? başarıyı bırak, sütten kesilmiş miydiniz?
velhasıl, hâlâ inatla "yoldaşım" dediğim kimi adamlar ve kadınlar, bilinçaltlarında biriken (gerekçesini hâlâ çözemediğim) o garip hasetleriyle bu olay karşısındaki insanî duruşuma "yuh" çekerken, yıllarca saçının tek teline zarar gelmesinden çekindiğim diğerleri de "oh be, bizden birileri bizim ali murat güven'e ne güzel giydirdi" diyerek zevkten beş köşe oluyorlar.
halbuki, mahsun'in sistem içinde tutunma hikâyesi, ne bir eksik ne bir fazla, aslında bire bir bu gafillerin hikâyesidir. o yüzden de bizim câmiâdaki (karşı tarafa bile rahmet okutan) mahsun kırmızıgül nefreti artık tam anlamıyla "at sırtına kelebek konmuş" gibi duruyor. hayatları boyunca jakobenizmden muzdarip olup sistem tarafından en zalimâne yöntemlerle başları ezilenler, son üç yıldır hiç ehil olmadığı bir alanda kayda değer bir başarı elde ettiği hâlde bu başarısı yok sayılmaya çalışılan türdeşlerini inatla ezmeye çalışıyorlar. arenaya sürülmüş bir gladyatör-kölenin diğer bir gladyatör-köleye dönük öfkesi gibi bir şey bu; olup bitene en çok sevinen ise tribünde oturup manzarayı zevkle izleyen sadist imparator ve soylu yakınları...
böylesi durumlarda en çok ihtiyaç hissedilen şey, sayıca az da olsalar mangal gibi yüreğe sahip bir miktar "spartacus ruhlu" adam ve kadın; ancak bu kadar derin bir kimlik bunalımı ve yozlaşma içinde bul bulabilirsen o çağdaş spartacus'leri...
öte yanda, bizim bu zalimliğe özenen kölelerin argüman olarak dört elle sarıldıkları hususlara bakıyorsunuz; yeryüzünde çekilen istisnasız her filmde rahatlıkla düzinelerce benzerini bulabileceğiniz irili ufaklı bir kaç senaryo ve oyunculuk hatası... tabiî, bir tek bu arkadaşlar akıllı, biz aynı filmi izlerken ana karakter hacı gümüş'ün (bindiği cezaevi aracının new york sokaklarında bombayla durdurulup takla attırılması gibi) son derece tehlikeli bir yöntemle kurtarılmasındaki "reel hayat mantıksızlığı"nı görebilecek çapa sahip değiliz. aynı şekilde fbi ajanlarının hacı'yı new york limanındaki sığınakta bir türlü yakalayamamasındaki sakilliği görmekten de aciz durumdayız. filmin bu gibi aksayan yönlerini hiç mi hiç fark edemedik, aynı filmi çuvalla para verip satın alan 30 küsur yabancı dağıtıcı da fark edemedi, bir tek bu zehir hafiyeler her karedeki hataları tek tek yakaladılar.
bir gün rahat bir zamanımızda sinema tarihinin en yüksek beğeniyi toplamış yapımları arasında yer alan "avatar"ı, "esaretin bedeli"ni, "solaris"i, "terminator"ü hep birlikte izleyip, bütün bu "büyük" filmlerdeki mantık hatalarının toplu bir çetelesini tutalım mı, ne dersiniz?
mahsun'u destekleyip desteklememe olayında, 2007'den bu yana süregelen temel meselemiz "alelâde bir film eleştirisi yapmak" değil, "ülkenin hastalıklı sosyolojisindeki büyük resmi görmek/göstermek"tir. ancak, ne yazık ki şimdilerde o büyük resim üzerinden kolektif bir karşı duruş stratejisi geliştirecek "has yoldaşlar" bulabilmek çok zor... çünkü, has yoldaşlarımızın büyük bir bölümünün öncelikli derdi, önce "sistemin diliyle konuşan uslu çocuk" olup siyad'a kapağı atmak, ardından da merkez medyanın basın-yayın organlarında 75 santim boyunda bir ikea masasına sahip olmak...
eleştirilerin seviyesi, "mahsun bizim hafta sonu ekimiz için yaptığımız röportaj teklifini reddetti, o hâlde bu herife gücümüz yettiğince bindirelim, ondan intikamımızı böyle alalım" noktasına kadar düşünce, sinemayı "sanat" boyutunun yanı sıra "çağdaş ideolojik/ahlâkî mücadelelerin en etkili enstrümanı" olarak gören benim gibilerin de nutku tutuluyor doğal olarak... eğer ki eleştiride benzer bir yöntemi benimsemiş olsaydım, 2008 yılı kışında "güneşi gördüm"ün kars'taki setine akla hayâle gelebilecek herkesi davet edip beni davet etmeyi unuttuğunda (hayatım boyunca toplam 3 dakikalığına ve o da son filminin galasında yan yana geldiğim) mahsun kırmızıgül'ü sayfamda yerle yeksân etmem gerekirdi. oysa, o dönemde yazdığım gayet mutedil "güneşi gördüm" eleştirisi hâlâ internet arşivimizde duruyor.
7 kasım pazar günkü internet edisyonumuz için "new york'ta beş minare" üzerine son derece geniş kapsamlı bir film eleştirisi hazırlamama karşılık, "mâlûm film ve yönetmenine ilişkin önyargıların aldığı genel görünüm, bu saatten sonra sıradan bir film eleştirisiyle cevaplandırılma sürecini çoktan aşmıştır" kanısına vararak, o yazıyı son anda internet edisyonumuzdan çekmiştim. hâlâ da anılan filme ilişkin olarak herhangi bir yerde teknik ağırlıklı bir eleştiri yazım yayımlanmış değildir. çünkü "mahsun olayı"nın gitgide almakta olduğu "sinema dışı kıvam" karşısında anlamsızca debelenip duracak böyle bir metne hiç gerek kalmadı. soru sorarken ve sorusunun cevabını dinlerken yüzünde önyargısız bir merak, samimi bir anlama çabası gözlemlediğim bütün sinemasever dostlarıma, "insanlık tarihinin görüp görebileceği en kötü film" seviyesine indirilmeye çalışılan "new york'ta beş minare"ye ilişkin alabildiğine nesnel gözlemlerimi (ki bunlar hem olumlu, hem de olumsuz yönde gözlemler) uygun ortamlarda uzun uzadıya anlatmaktayım zaten... dahası, benzer türden, yani mahsun kırmızıgül'ün sinemasal zaaflarına ilişkin kimi eleştirel yaklaşımlarımı da geçtiğimiz günlerde tv net'te katıldığım "tutanak" programında ve ardından da habertürk ana haber bülteni'nde geniş bir biçimde ortaya koydum. ancak dediğim gibi, yazı yazacak bir sayfa ya da konuşacak bir mikrofon bulduğunda "ne güzel, bardağın yarısı dolu" yerine "ne berbat, bardağın yarısı boş" deyip çiçeği burnunda bir sinemacıya kesintisiz b..k atan bir sinema yazarı olmak beni pek de heyecanlandırmıyor; uygulanması gayet kolay olan bu yöntemle kendimi "başı göğe ermiş biri" gibi hissetmiyorum.
velhasıl, sağır sultan bile iyice duysun ki mahsun kırmızıgül'ün tıpkı önceki iki yapıtı gibi "new york'ta beş minare"sini de -izlerken her türlü günahı ve sevabını tek tek not etmiş biri olarak- bütün sinema sevgim ve bilgimle desteklemekteyim. şimdiye kadar, aralarında genç-yaşlı "beyaz sinema"cıların, çağan irmak'ın, biray dalkıran'ın, hasan karacadağ'ın da yer aldığı geniş bir sinemacılar topluluğunu sektördeki varlık mücadelelerinde en yalnız bırakıldıkları zamanlarda nasıl samimiyetle desteklediysem, aynı şekilde "bingöllü zaza"nın sinemasına da benzer yönde geniş bir hoşgörüm var. çünkü, ısrarla tekrarlıyorum ki benim bu (gitgide çirkinleşen) süreçte gözlemlediğim gerçek artık kesinlikle bir "iyi sinema-kötü sinema tartışması" değildir. buradaki tartışmanın asıl kaynağı, mahsun'un etnik kimliğinin anadolu yarımadasının özellikle batı taraflarında simgelediği her ne varsa, bunların toplamıdır.
ne kadar haklı olduğumu kendi gözlerinizle görmek istiyorsanız, türk sinema tarihine şöyle bir geri dönün ve metin erksan, lütfi akad, ömer kavur, zeki ökten, şerif gören, yılmaz güney, süreyya duru, osman f. seden, halit refiğ gibi, adlarının önüne hiç çekincesizce "usta" sıfatı eklenen istisnasız bütün önemli yönetmenlerimizin kariyerlerindeki ikinci, üçüncü filmlerini tozlu raflardan indirip yeni baştan izleyin. garantisini veriyorum, hiç bir sanatçının ilk üç-dört işinde birer "başyapıt"la karşılaşmayacaksınız. türk sinema tarihi üzerine biraz daha derinlemesine bir araştırma yaptığınızda göreceksiniz ki bütün bu sinemacılar "usta yönetmen" unvanını tırnaklarıyla kazıya kazıya ve en az birer düzine dolayında film çektikten sonra elde ettiler.
mahsun kırmızıgül ile adlarını saydığım ve sayamadığım onca yönetmen arasındaki yegâne fark ise diğerlerine "sinemada pişmek" için fazlasıyla zaman tanınması, mahsun'a ise bu alanda (kendi parasıyla bile) bir tek dakikanın lâyık görülmemesidir. çünkü o (tıpkı mesut uçakan, yücel çakmaklı ya da ismail güneş gibi) sistemin yücelttiği değerlerle örtüşmekten oldukça uzak bir siyasal/etnik/ahlâkî kişiliktir.
başta kardeş yayın kuruluşumuz tv net olmak üzere, ülkemizde ulusal yayın yapan bütün televizyonlara buradan açık bir çağrım var...
en kısa zamanda, 'mahsun kırmızıgül sineması' ve 'new york'ta beş minare' filmi hakkında, canlı olarak yayımlanacak bir tartışma programı düzenleyin. karşıma da bu film ve yönetmeni hakkında köşelerinden allah ne verdiyse atıp tutanların hepsini yan yana dizin. ekrana ise (bir tele-anket şirketiyle anlaşarak) 'ali murat güven haklı'' ve 'diğerleri haklı' şeklinde iki ayrı ölçüm barı yansıtın. programın sonunda 'diğerleri haklı' diyenlerin oranı benden bir puan daha fazla çıkarsa, namusum ve şerefim üzerine söz veriyorum, ertesi gün yeni şafak'taki sinema editörlüğü görevimden kendi irademle istifa edeceğim.
"new york'ta beş minare" çevresinde dönen, kâh aktör ali sürmeli'nin filmde giydiği cübbenin ya da yönettiği zikirin islâmî usûllere (!) uygun bulunmaması, kâh mahsun kırmızıgül'ün 15 yıl önceki sahne ceketinin kırmızı olması gibi "müthiş" giydirmelerden destek alan tamamen zıvanadan çıkmış bir eleştiri anlayışının mutlaka bir "haşere servisi" tarafından ilaçlanması gerekiyor.
ben notlarımla birlikte buradayım, bildiklerimi canlı yayında söylemeye hazırım ve çağırdığınızda da hemen geleceğim.
sözüm sözdür.
* * *
"yalnızca mahsun'un saç stili nedeniyle bile izlemeye gerek görmediğim film..."
"bırakın sinemada izlemeyi, yarın öbür gün korsan kopyası çıksa, biri de bunu benim makineme yüklese, başlar başlamaz yine kapat tuşuna basacağım film... çünkü, sonuç olarak bir mahsun kırmızıgül filmi..."
ekşi sözlük adlı internet forumundan "new york'ta beş minare"ye ilişkin iki "yorum"
--spoiler--