cezaevi denetimine Adalet Bakanlığı' ndan bir müfettiş gelir. Bir kaç gün denetim yaptıktan sonra müdüre:
-Nazım da buradaymış, çağır da görelim nasıl biridir? der. Nazım' ı odaya getirirler. Müdür koltuğuna iyice kurulan müfettiş Nazım' ı tepeden tırnağa süzer ve:
-Demek Nazım Hikmet sensin, der.
Nazım' a oturması için yer göstermez. Kısa bir konuşma sonrası,
-Gidebilirsiniz, der.
Nazım tam kapıdan çıkarken durur ve müfettişe:
-Ömer Hayyam adını duydunuz mu? diye sorar.
Müfettiş hemen atılır:
-kim duymaz Hayyam' ı.
Nazım:
-Hayyam' ın zamanında iran hükümdarı kimdi? diye sorar.
Müfettiş şaşırır. Nazım konuşmasını sürdürür,
-Görüyorsunuz sanatçıyı anımsadınız ama hükümdarı anımsamadınız.
Yıllar sonra beni dünya anımsayacak ama dönemin Adalet Bakanı'nı ve sizi kimse anımsamayacak, der ve çıkar.
Müfettiş yaptığı yanlışı anlar, Nazım'ı geri çağırır Ama Nazım koğuşunun yolunu tutmuştur.
Sahi, o dönemin Adalet Bakanı kimdi? Gerçekten hatırlayanınız oldu mu?
kırmızı sarı yeşil balonlarda çocuk çığlıklarıyla güneş
gökyüzü mavi ışıklarıyla
kim derdi ki hikayem böyle biter
yağmurlar mevsimine girdim kederli şiirler mevsimine
bir şeyler bekliyorsun benden değil sözler duruyor aramızda birbirimize ulaşamadan
çocuk çığlıklarıyla güneş kırmızı sarı yeşil balonlarda
yorgun ve umutsuz bakıyoruz sözlerimize
aya gidilecek
daha da ötelere,
teleskopların bile görmediği yere.
ama bizim dünyada ne zaman kimse aç kalmayacak,
korkmayacak kimse kimseden,
emretmeyecek kimse kimseye,
yermeyecek kimse kimseyi,
umudunu çalmayacak kimse kimsenin?
işte ben komünistim bu soruya karşılık verdiğim için.
3 HAZiRAN 63 nazım ustanın ölümsüzlüğe ilk adımı 43 yıl sonra kimler okumadı ki şiirlerini kürsülerde, meydanlarda. olsun, insan bir kere hain olmaya görsün yazdıkları ile hala hainlik yapıyor olmalı ki adı koskocaman "nazım hikmet ran" deniliyor, türkiye'ye getirilemeyen naaşı ve kitapları üzerindeki ismi 2000 yılını "ünesco nazım hikmet yılı" şeklinde söyleniyor. onun şiirrini yanlış da olsa okuyanlar hailiğin nasıl yapıldığını görsünler, çünkü nazım okuyarak hainlik edenlerin sayısı hergün artıyor, artıyoruz.
bence Türkiye'nin en büyük şairlerinden biridir.20kasım 1901 de doğmuş ve 3 haziran 1963 de ölmüştür.Türkiye'de 1929-1938 arası yayımlanan şiir kitapları :
835 Satır (1929)
Jokond ile Si-YA-U (1929)
Varan 3 (1930)
1+1=1 (1930)
Sesini Kaybeden şehir (1931)
Benerci Kendini Niçin Öldürdü (1932)
Gece Gelen Telgraf (1932)
Portreler (1935)
Taranta-Babu'ya Mektuplar (1935)
Simavne Kadısı Oğlu şeyh Bedreddin Destanı (1936)
bunlardır.memleketini çok seven bir şairdir fakat 29 yıl Nazım Hikmet Ran'ın kitapları Türkiye'de basılmamıştır.
yakın arkadaşı va-nu'yla birlikte kır kahvesinde oturmaktadırlar.
her zamanki gibi kafasında şiirler dolanmaktadır.
o anda kafasında bulduğu bir şiiri yazmak için va-nu dan kağıt kalem ister.
va-nu kalem verir ama ne va-nu da ne de kahvede kağıt yoktur.
dayanamaz usta şair ve..
o gün aldığı yeni pantolonunun üztüne yazar şiirini.
bu denli yazma tutkunu bir adamdır kendisi.
kan konuşmaz isimli romanının yeni yayınlandığı dönemde son posta'ya verdiği röportajdan bir bölüm:
"- romanın adı kan konuşmaz... bu tezi müdafaaya kalkışmanıza bakılırsa, kanın konuştuğunu iddia edenler de var?
- faşistler, yani ırkçılar için, ırklar aşılmaz duvarlarla birbirlerinden ayrılmışlardır. yine onlara göre her ırkın bütün fizyolojik ve psikolojik vasıfları, damarlarında taşıdıkları kanla tayin olunur. onlarca yalnız bu kadarla da kalmaz. ve mesela ırk nazariyecisi gunther der ki:
'- dünyanın her tarafında, her kavimde ve ırkta, idare eden sınıfların, idare edilen sınıflardan farklı bir bünye teşekkülüne sahip olduklarını kabul eylemek lazımdır...
mesela garp kavimlerinin yüksek sınıflarında vestefalyen, nordik yahut dinarik kan çoktur. halbuki aşağı tabakalar, daha ziyade alpin ve balt kanını taşırlar.'
içtimai sınıfların teşekkülünü, psikolojisini bile kanla anlatan bu nazariyenin hangi menfaatleri ifade ettiği üstünde duracak değilim. çünkü alman faşizmi ve ırkçılığı adıyla çıkardığım kitapta bu mevzu üzerinde kafi derecede durdum.
...
mesela afrika'nın göbeğinden gelen zenci bir bebek, berlin üniversitesi profesörlerinden birinin evinde yetiştirilsin. zenci bebek büyüdüğü vakit, ne aslan avından, ne büyücülükten, ne kavga danslarından söz eder, ne de bunlardan bir şey anlar.
buna karşılık, bir alman çocuğu, bir afrika kabilesinin içinde büyütülsün, görülecektir ki o da goethe'den, schiller'den, hitler'den hiçbir şey anlamayacaktır.
paşazade bir bebek esnaf muhitinde büyütülsün: damarlarındaki o asil (!) paşa kanına karşın düşüncesinin içeriği, içinde bulunduğu çevreyle belirlenmiş, esnaflaşmış olacaktır.
bir esnaf çocuğu, paşa konağında yetiştirilsin; yine görülecektir ki üvey paşababasıyla beraber esnafı ve halkı bir adam olmaz kuru kalabalıktan başka bir şey sanmayacaktır."
kore savasi günlerinde amerikali bir yetkili türk askerinin kendilerine çok ucuza mal oldugunu söylemistir bunun üzerine nazim hikmet(dikkat edin bu adam bir vatan haini(!) ) asagidaki siiri kaleme almistir.
23 Sentlik asker
Mister Dalles,
sizden saklamak olmaz,
hayat pahalı biraz bizim memlekette.
Mesela iki yüz gram et alabilirsiniz,
koyun eti,
Ankara'da 23 sente,
yahut iki kilo kuru soğan,
yahut bir kilodan biraz fazla mercimek,
elli santim kefen bezi yahut,
yahut da bir aylığına
yirmi yaşlarında bir tane insan.
erkek, ağzı burnu, eli ayağı yerinde,
üniforması, otomatiği üzerinde,
yani öldürmeğe, öldürülmeğe hazır,
belki tavşan gibi korkak,
belki toprak gibi akıllı
belki gençlik gibi cesur,
belki su gibi kurnaz
(her kaba uymak meselesi) ,
belki ömründe ilk defa denizi görecek,
belki ava meraklı, belki sevdalıdır.
Yahut da aynı hesapla Mister Dalles
(tanesi 23 sentten yani)
satarlar size bu askerlerin otuz beşini birden
istanbul'da bir tek odanın aylık kirasına,
seksen beş onda altısını yahut
bir çift iskarpin parasına.
Yalnız bir mesele var Mister Dalles,
herhalde bunu sizden gizlediler:
Size tanesini 23 sente sattıkları asker
mevcuttu üniformanızı giymeden önce de,
mevcuttu otomatiksiz filan,
mevcuttu sadece insan olarak
mevcuttu, tuhafınıza gidecek,
mevcuttu hem de çoktan mı çoktan,
daha sizin devletinizin adı bile konmadan.
Mevcuttu, işiyle gücüyle uğraşıyordu,
mesela, Mister Dalles,
yeller eserken yerinde sizin NewYork'un,
kurşun kubbeler kurdu o
gökkubbe gibi yüksek,
haşmetli, derin.
Elinde Bursa bahçeleri gibi nakışlandı ipek.
Halı dokur gibi yonttu mermeri,
ve nehirlerin bir kıyısından öbür kıyısına
ebemkuşağı gibi attı kırk gözlü köprüleri.
Dahası var Mister Dalles,
sizin dilde anlamı pek de belli değilken henüz,
zulüm gibi,
hürriyet gibi,
kardeşlik gibi sözlerin,
dövüştü zulme karşı o,
ve istiklal ve hürriyet uğruna
ve milletleri kardeş sofrasına davet ederek,
ve yarin yanağından gayri her yerde,
her seyde, hep beraber, diyebilmek için,
yürüdü peşince Bedreddin'in
O, tornacı Hasan, köylü Mehmet, öğretmen Ali'dir.
Kaya gibi yumruğunun son ustalığı:
922 yılı 9 eylülüdür.
Dedim ya Mister Dalles,
Herhalde bütün bunları sizden gizlediler,
ucuzdur vardır illeti.
Hani şaşmayın, yarın çok pahalıya mal olursa size,
bu 23 sentlik asker,
yani benim fakir, cesur, çalışkan, milletim,
her millet gibi büyük Türk milleti.
kendisinin tekrar türk vatandaşlığına alınması için yapılan çalışmalarda aklıma ünlü hukukçu yahudi ernst e. hirsch'in anılarım adlı eserindeki şu pasaj gelmiştir:
"nasyonal-sosyalist yönetim sırasında beni alman vatandaşlığından çıkarttıklarında, kültürel anlamı ile alman olmam sona ermedi. belki hukuken ve politik olarak benim almanlığa son vermek mümkündü, ama alman olmamı elimden kimse alamazdı; çünkü almanlık, benim kimliğimin bir parçasıdır. aynı şekilde türk hükümeti bana türk yurttaşı olma hakkını tanıdığında, ben gerçi türkiye cumhuriyeti'nin vatandaşı oldum, ama türkiye'de doğmuş büyümüş bir türk olmadım."
bu nedenle birkaç politikacının ve idarecinin nazım hikmeti tc vatandaşlığından çıkartması onun türklüğüne zerre kadar halel getirmez. zira onun türklüğüne karar verecek hiçbir organ yoktur. o da biz de onu türk olarak kabul ediyoruz ve de öyle kabul etmeye de devam edeceğiz.
Selanik'te doğdu. Heybeliada Harbiye Mektebi'ni bitirdi. Hamidiye Kruvazörü güverte subayı iken, sağlık nedeniyle askerlikten çıkarıldı. Bolu'da bir süre öğretmenlik yaptı, daha sonra Trabzon üzerinden Batum'a, oradan da Moskova'ya geçti. Kutv Üniversitesi'nde ekonomi politik öğrenimi gördü. 1924'te yurda döndü. Aydınlık Gazetesinde yayınlanan yazı ve şiirleri yüzünden on beş yıl hapsi istenince Moskova'ya kaçtı. 1928 Af Kanunu'ndan yararlanıp tekrar yurda döndü. Resimli Ay dergisinde çalışmaya başladı. 1932'de yeniden dört yıl hapse mahkum olduysa da, bu kez Onuncu Yıl Affı'ndan yararlandı. Gazetecilik yaptı, film stüdyolarında çalıştı. 1938'de Harp Okulu'ndaki aramalarda ele gecen şiir ve kitaplarıyla orduyu kışkırttığı ileri sürüldü ve 28 yıl 4 aya hüküm giydi. Çankırı ve Bursa cezaevlerinde yattı. 1950'de özgürlüğüne kavuştuysa da sürekli olarak izlenmekten kurtulamadı. Askere alınması kararlaştırılınca tekrar Moskova'ya kaçtı. 25 Temmuz 1951'de T.C. yurttaşlığından çıkarıldı. Bunun üzerine Nazım, Polonya uyruğuna geçti. 1963'te öldü. Moskova'da toprağa verildi. Mezarı oradadır.
Şiir Kitapları:
853 Satır (1929), Jokand ile Si-Ya-U (1929), Varan 3 (1930), 1+1=1 (Nail V. ile birlikte, 1930), Sesini Kaybeden Şehir (1931), Benerci Kendini Niçin Öldürdü (1932), Gece Gelen Telgraf (1932), Taranta Babu'ya Mektuplar (1935), Simavna Kadısı Oğlu Şeyh Bedrettin Destanı (1936), Kurtuluş Savaşı Destanı (1965), Saat 21-22 Şiirleri (1965), Rubailer (1966), Dört Hapishaneden (1966), Yeni Şiirler (1966), Memleketimden insan Manzaraları (1966-1967), Son Şiirleri (1970).
diye dile getirdiği insanlığı aşk, sürgün, vatan sevgisi ve komünistlik olmak üzere dolu dolu yaşayan ve komünist sıfatını hayatının sonuna kadar taşıyan bir nefer.
"nazım nikmet vatan hainliğine devam ediyor"
derken bile vatanına sevgisi hiç eksilmeyen unesco tarafından 2000 yılı kendisine atfedilen dünya şairi.
............................
Çocuklar ölebilir yarın,
hem de ne sıtmadan ne kuşpalazından
düşerek te değil kuyulara filân;
çocuklar ölebilir yarın,
çocuklar sakallı askerler gibi ölebilir yarın,
çocuklar ölebilir yarın atom bulutlarının ışığında,
ne bir santim kemik, ne bir damla kan,
çocuklar ölebilir yarın atom bulutlarının ışığında
arkalarında bir avuç kül bile değil
arkalarında gölgelerinden başka bir şey bırakmadan.
hüzün ki en çok yakışandır bize
belki de en çok anladığımız
biz ki sessiz ve yağız
bir yazın yumağını çözerek
ve olumu bir kepenek gibi örtüp üstümüze
ovayı köpürte köpürte akan küheylan
ve günleri hoyrat bir mahmuz
ya da atlastan bir çarkı felek
gibi döndüre döndüre
bir mahpustan bir mahpusa yollandığımız
biz, ey sürgünlerin Nazımı derken
tutkulu, sevecen ve yalnız
gerek acının teleğinden ve gerek
lacivert gergefinde gecelerin
şiiri bir kus gibi örerek
halkımız, gülün sesini savurup
bir türkünun kekiğinden tüterken
der ki, böyle yazılır sevdamız
hüzün ki en çok yakışandır bize
belki de en çok anladığımız