bugün

iranlı yazar Sadık Hidayet'in 1936 yılında yayımladığı romanı, baş yapıtı. Türkçeye 1977 yılında Behçet Necatigil tarafından çevrilmiştir.(orjinal adı: Bûf-e kûr) yanılmıyorsam yapı kredi yayınları'ndan edinilebilir.*
' yaralar vardır hayatta; ruhu cüzzam gibi yavaş yavaş ve yalnızlıkla yiyen, kemiren yaralar. '
kor baykus'tan...

"gel gidelim icelim,
rey sarabindan icelim!
simdi icmezsek onu,
ya ne zaman icelim?"
eleştirmenlerin batılı tarzda yazılmış doğulu bir eser olarak adlandırdığı müthiş kitap.özellikle popüler sinemanın kültlerinden lost highway sevenleri hayli memnun edeceği aşikar.

--spoiler--
zaman,mekan,geçmiş,gelecek hepsi iç içedir.kişilerde keza öyle.iki hikaye anlatır bize hidayet ve birbirlerinin paralelidir,metaforudur.kişilerde bu metafora dahildir iki kişi vardır ve kıskançlık ve ölüm aslında.kitabın adındaki baykuş ölümü simgeler körlük ise kıskançlığı-o da semboldür-.özellikle kobra ve ikizler hikayesiyle testideki suret,çizilen resim ve kahramanımız arasındaki uyum insanın saçlarını bile diken diken etmeye yeter.kısaca insanı anlatır kitap kıskançlıklarımızı,görmezden gelerek güç kazanmamızı,çaresizliğimizi,seksüel güdülerimizi,vahşiliğimizi ve yalnızlığımızı...
--spoiler--

kitap 100 sayfadan azdır ama anlatmak için ciltler dolusu yazmak gerekir.tasavvufla kafkaesk in david lynch ile edgar allan poe nun kesiştiği yerden kör bir baykuş göz kırpar iğrenç bir şekilde gülerek hepimize,suretimize ve gölgelerimize-belki de olmayan-.
100 sayfadan azsa hemen okumak isteyeceğim kitaptır. çünkü sayfalar çoğaldıkça kitabın başını unutmaya başladığımdan, en iyi arkadaş kitaptır sözü "en iyi bela kitap sanırım, baksana bitmek bilmedi ulan" sözüne dönüyor nazarımda.
evet, iyi bir roman, bir roman olmak açısından başarılı bir yapıt. fakat batılı yazarların bu roman üzerine değerlendirmelerini okurken şunu hesaba katmak gerek; batı doğunun eserlerini de aydınlarını da "ikinci sınıf olmaları içerisinde" değerlendiriyor. yani, "ikinci sınıf" olduklarını düşünerek "iyi" diyorlar genellikle. halbuki hakkaniyetli bir göz rahatlıkla görebilir ki, roman o kadar da iyi değildir. belli unsurları harikadır, özgün ve yaratıcı bir aklın eseridir. fakat çıtanın üzeri olması onu iyi yapmaz. daha doğrusu, mümkün olanın en iyisi olarak görmemek gerekir.
çamaşır makinesi gibi kitaptır. dönüp dönüp aynı şeyi anlattığını düşünürsün ama bir bakmışsın çamaşırlar yıkanmış senin asmanı bekliyorlar...
sadık hidayet şu cümle ile başlamıştır romanına: ''yaralar vardır hayatta, ruhu cüzam gibi yavaş yavaş ve yalnızlıkta yiyen, kemiren yaralar. ''
iranlı yazar (bkz: sadık hidayet)'in başyapıtı olarak kabul edilen eseri.

bozorg alevi 'nin ön sözü:

"kör baykuş`un eylemi, olayları, zaman ve mekân dışında kalır. olayları bölüşenler tipik kimselerdir, daha doğrusu bir tipin değişik kişilerdeki varyasyonlarıdır, bu kişiler mitik bir psikoloji kanunlarına göre birbirlerine dönüşürler. baba, amca, arabacı, mezarcı, ihtiyar hurdacı ve nihayet romanın "kahraman"ı, aslında tek kişidir, esrarengiz genç kız, bayader ile kahramanın karısı kahpe de öyle.
normal zaman düzeninin kalkışı bununla bağlantılıdır; şimdiki zamanla geçmiş zaman; anı, rüya ve hayal olarak birbiriyle kaynaşmıştır. sebeple sonuç arasında bir nedensellik yoktur, onları birbirine masallardaki mantık bağlar. ama buna rağmen olay, şüphe yok ki gerçek bir hayatı saptar. korkular, özlemler, ümit, ümitsizlik, bu olay içine, öteden beri insan kaderinde olduğu gibidir."
"hayat hikayemde önemli bir şey yok. başımdan ilginç olaylar geçmedi. ne yüksek mevki sahibiyim, ne de sağlam bir diplomam var. okulda hiçbir zaman örnek bir öğrenci olamadım; başarısızlıklar her yerde buldu beni. nerede çalışırsam çalışayım silik, unutulmuş bir memurdum; şefleri memnun edemedim. istifa ettim mi seviniyorlardı… bırak gitsin, yaramaz! çevrem böyle görüyordu beni; haklıydılar belki de"
yaralar vardır hayatta, ruhu cüzam gibi yavaş yavaş ve yalnızlıkta yiyen, kemiren yaralar.
kimseye anlatılamaz bu dertler, çünkü herkes bunlara nadir ve acayip şeyler gözüyle bakar biri çıkar da bunları söyler ya da yazarsa, insanlar, yürürlükteki inançlara ve kendi akıllarına göre hem saygılı hem de alaycı bir gülüşle dinlerler bunları. çünkü henüz çaresi de, devası da yok bu dertlerin. tek ilâç şarap yardımıyla unutmaktır; afyonun ve uyuşturucu maddelerin sağladığı sahte uykudur. ama ne yazık ki bu tür devaların da etkileri geçicidir, acıyı kesecekleri yerde çok geçmeden daha da şiddetlendirirler.
acaba bir gün bu metafizik olguların, ruhtaki bu kendinden geçme halinde ve uykuyla uyanıklık arasında beliren gölgeler yansımasının sırrı anlaşılacak mı?
ama ben onlardan bir tanesini anlatmakla yetineceğim, başımdan geçti bu ve beni öyle sarstı ki aslâ unutamam. ömrüm oldukça, ezelden ebede, insan kavrayışının ötesindeki o dünyaya ulaşacağım âna kadar, onun o uğursuz izleri hayatıma hep zehir akıtacak. "zehir" diye yazdım ya, onun damgasını her zaman bağrımda taşıdığını, taşıyacağımı söylemek istiyorum.
çalışacağım yazmaya, aklımda kalanları, olaylar zincirinden zihnimde kalanları yazmaya. belki genel bir sonuca varırım, hayır, fakat içim rahat eder, inanabilirim kendim. ; çünkü benim için hiç önemi yok, inanmış inanmamış başkaları. lâkin tek korkum: yarın ölebilirim kendimi tanıyamadan. hayat tecrübelerimle şu yargıya vardım ki, başkalarıyla benim aramda korkunç bir uçurum var, anladım, elden geldiğince susmam gerek, elden geldiğince düşüncelerimi kendime saklamalıyım. ve şimdi yazmaya karar vermişsem, bunun tek nedeni, kendimi gölgeme tanıtmak isteğidir. duvardan doğru eğilmiş, yazdıklarımı oburca yutmak, yok etmek isteyen gölgeme. işte onun için denemek istiyorum: birbirimizi ola ki daha iyi tanırız. uzun zamandır başkalarıyla bütün bağlarımı koparmışım, kendimi daha iyi tanımak istiyorum.
ne boş düşünce! ; olsun, fakat her hakikatten çok azap veriyor bana. ; bana benzeyen, görünüşte bendeki ihtiyaçlara, tutkulara, arzulara sahip bu insanlar niçin kırarlar beni? ancak benimle eğlenmek, bana çatmak için yaratılmış bir avuç gölgeden başka bir şey mi bunlar? ne hissetsem, ne görsem, neye değer versem hepsi, baştan sona bir vehim değil mi, gerçekten hayli farklı bir kuruntu değil mi?
fakat ben gölgem için yazıyorum, gaz lambasının duvara yansıttığı gölgem için. kendimi ona tanıtmalıyım.
yoksulluk, miskinlik dolu bu aşağılık dünyada ilk kez bir güneş ışını, hayatımı aydınlattı sanmıştım. ama ne yazık, bu güneş ışını pek de süreksiz bir parıltı oldu, bir meteordu sanki, bana bir kadın, daha çok bir melek kılığında göründü. işıltısında kısa bir an, bir saniyelik bir zaman için hayalın bütün bedbahtlığını gördüm, azamet ve güzelliğini kavradım. sonra da bu parıltı, pek de çabuk, karanlığın uçurumuna gömüldü. hayır, bu süreksiz ışını kendime alıkoyamadım, tutamadım.
üç aydan beri, hayır, iki ay dört gün var ki onun izini yitirdim, ama büyülü gözlerinin, o gözlerdeki öldürücü parıltının anısı hayatımdan silinmedi; onu nasıl unutabilirim ki, hayatıma öylesine bağlanmış.
hayır, adını söylemem aslâ. o ince, esîrî, belli belirsiz endamın, iri hayran parlak gözlerin ardında ömrüm azar azar ve acıyla yanadursun, eriyedursun, bu aşağılık dünya ile bir ilişkisi yoktu onun! hayır, yeryüzü nesnelerine bulaştıramam, kirletemem adını.
o yok olunca ben de bir sürüden farksız insanlardan, ahmaklardan, mutlu kişilerden tamamen el etek çektim, unutmak için şaraba ve afyona verdim kendimi. hayatım odamın dört duvarı içinde geçti ve geçiyor. baştan sona hayatım dört duvar arasında geçti.
bütün gün işim gücüm kalemdanlar1 yapmak, boyamaktı benim. bütün vaktimi kalemdan ressamlığı, içki ve afyon dolduruyordu. kalemdanlar üzerine resimler çiziyordum. kendimi uyuşturmak ve zamanı öldürmek için bu gülünç işi seçmiştim.
iyi bir rastlantı, evim şehrin dışındaydı, sessiz sakin bir yer, hayatın gürültüsünden uzak. çevre tamamen terk edilmiş, yıkıntı yerleri. ancak hendeğin öbür tarafında basık, toprak kulübeler görülüyor ve şehir başlıyor. bilmiyorum bu evi hangi mecnun, hangi sivri akıllı yapmış nuh nebi zamanında. gözlerim kapalıyken bile her köşesi gözümün önünde canlanıyor, omuzlarımda ağırlığını hissediyorum. benzerini ancak eski kalemdanların üzerine nakkaşların çizdikleri bir ev.
bana inanılması için bunları bir bir yazmalıyım, bunları duvardaki gölgeme açıklamalıyım. evet, bana tek sevinç kalmıştı, çok küçük bir gönül hoşluğu. odamın dört duvarı içinde kalemdanlar boyamış, üzerlerine resimler yapmış, bütün vaktimi bu gülünç eğlenceye yatırmıştım. ama o bir çift gözü gördükten, onları gördükten sonra her işin, her hareketin anlamı, değeri silindi gözümden. fakat gariptir, inanılır şey değil, bilmiyorum niçin, yaptığım resimlerin konusu oldum olası hep aynı kaldı. hep bir servi çiziyordum. dibinde ihtiyar, kambur bir adam bağdaş kurmuş oturuyor, bir hind fakirine benziyordu. bir abaya2 sarınmış, başına bir şal bağlamıştı. sol elinin işaret parmağını bir hayret ifadesiyle dudaklarına götürmüştü.; karşısında uzun, siyah entarili bir genç kız hafif eğilmiş, ona bir gündüzsefası4 uzatıyordu. ve bir dere akıyordu ikisinin arasından. ben bu sahneyi daha önce görmüşmüydüm, yoksa rüyamda mı almıştım ilhamı? bilmiyorum, bildiğim: çizdiğimin hep bu meclis, hep bu konu olduğuydu. elim kendiliğinden hep bu resmi çiziyordu ve daha garibi şu ki, alıcıları vardı bu resimlerin. amcamın aracılığıyla ben bu kalemdanları hindistana gönderiyordum, o bunları satıyor, bana parasını yolluyordu.
umay umay ın da en sevdiği ve yıllarca sarılarak uyuduğunu söylediği kitaptır ayrıca..
"Bana göre değildi bu dünya; bir avuç yüzsüz, dilenci, bilgiç, kabadayı, vicdansız, açgözlü içindi; onlar için kurulmuştu bu dünya. Yeryüzünün, gökyüzünün güçlülerine avuç açanlar, yaltaklanmasını bilenler için."
bu kitabı hemen okumalısınız.
"birbirine ters düşen öyle çok şey gördüm, birbiriyle çelişen öyle çok şey duydum ki! o görmeler yüzünden gözlerim eşyanın yüzeyinde, ruhu özü örten o ince sert kabukta aşındı. artık hiçbir şeye inanmıyorum, hatta şimdi eşyanın ağırlığından, sabitliğinden, açık seçik gerçeklerden şüphe ediyorum. avludaki taş havana parmağımla vursam ve sorsam: sabit misin, muhkem misin? - evet! diye cevap verse bilmem inanır mıyım?"
--spoiler--
hayat, soğuk kayıtsız, herkesin maskelerini çeker alır zamanla; maskeleri de hani çoktur herkesin.fakat bazıları hep aynı maskeleri kullanırlar, ister istemez kirlenir, yıpranır bu maske.tutumlu kimselerdir bunlar.bir kısmı evlatlarına saklar maskelerini; bir kısmı da vardır ki boyuna maske değiştirirler, ama yaşlandıklarında görürler ki bir sonuncu maske kalmış ellerinde, ve bu da pek çabuk eskir, o zaman maskenin gerisinden gerçek yüzleri çıkar ortaya.

***

kendimi bütün ruhumla unutmanın uykusuna bırakmak istiyordum.unutmam mümkün olsaydı, unutmak sürekli olsaydı, gözlerim kapansaydı da azar azar uykunun ötesine, mutlak hiçliğe gömülebilseydim, varlığımı artık hissedemez olacağım noktaya varsaydım, bir mürekkep damlasında, bir musiki ahenginde ya da renkli bir ışında erir giderdim ve sonunda dalgalar ve şekiller öyle büyürlerdi ki, hissedilemezin içinde silinir, yok olurlardı.o zaman dileğime kavuşurdum.

***
bütün hayatımı bir salkım üzüm gibi avucumda sıkmak istiyorum, suyunu, hayır şarabını, damla damla gölgemin kurumuş boğazına akıtmak istiyorum.kutsal su gibi.ama önce beni bu oda köşesinde tümörler gibi, kanserler gibi yemiş bitirmiş olan dertlerimi kağıda geçirmek istiyorum, çünkü düşüncelerimi daha bir düzene koyardım böylece.yoksa maksadım bir vasiyetname yazmak mı?hayır!çünkü ne malım var kadıya yedirecek, ne dinim var şeytana verecek.hem sonra daha nesine takılıp kalacağım bu dünyanın?hayat denen şeyden el çektim, bıraktım, pekala gitsin elimden.

***

evet, ikinci bir hayat düşüncesi korkutuyor, hasta ediyor beni.hayır, bütün bu öğürtü veren dünyaları,bütün bu iğrenç yüzleri görmeye ihtiyacım yoktu benim.tanrı bir sonradan görme miydi ki dünyalarını ille de göstermek istesin bana?ama ben, ne yalan söyleyeyim, yeni bir dünya gerekiyorsa, duygularım, düşüncelerim uyuşsun, körelsin isterdim.o zaman rahat nefes alır, hasta olmaz, ömrümü bir lingam tapınağında sütunların gölgesinde bir başıma geçirir; gözlerimi güneşten korumaya, insan seslerinin, hayat gürültülerinin, kulaklarımı tırmalamasını önlemeye bakardım.

***

--spoiler--
95 sayfalık bir kitap insanın içini nasıl karartır sorusunun cevabı.
bu kitabı okuduktan sonra sadık hidayetin * intihar etmesine şaşırmıyorsunuz.
daha ilk sayfalardan o nasıl karamsar, o nasıl karanlık, saplantılı düşüncelerdir yarabbim?buna rağmen merak ediyor, bırakamıyorsunuz elinizden kitabı.
* kitabın sonunda yazan, arkadaşı bozorg alevi'nin sadık hidayet hakkındaki açıklamaları olmadan anlaşılması çok güç olan kitap.
Sanki ismini eskiden biliyordum.
Gözlerinin pırıltısına, rengine, kokusuna, hareketlerine öylesine aşina idim ki,
ruhumuz bir önceki hayatta, cisimsiz maddesiz bir âlemde karşılaşmış da tek asıldan, tek maddeden oluşmuş,
böylece bizim yeniden birleşmemiz adeta kaçınılmaz olmuştu.
Yaralar vardır hayatta, ruhu cüzzam gibi yavaş yavaş ve yalnızlıkta yiyen, kemiren yaralar.
bir kisinin kendisini nasıl soğuk kanlılıkla öldürdüğünün tahayyülünün en güzel anlatımı bu kitabım sayfalarının içerisinde saklıdır. sayfaları çevirdikçe esrar kokusunun daha bir artmasıyla ağzınızdaki kuruluğu gidermek için şarap eşlik ediyor size. hem de ne şarap, yıllanmış mı yıllanmış. kitabın ortalarına geldikçe dejavular yaşıyorsunuz. önce sarhoşluğunuza bağlamak istiyorsunuz durumu. fakat kafanız güzel olmuş haraket edemiyorsunuz.

bir insan kendi ruhunu nasıl öldürür diyorsanız buyrun sizi şöyle alalım...
dun gece 2 saatte bitirdigim kitaptir. oyle konusunun cok etkilediginden degil sadece yazi dilinin guzelliginden, betimlemelerin etkileyiciliginden bu kadar kisa bir surede bitirdim. buraya alintilar yapilarak anlamasi cok kolay bir kitap degil. gecmis ve gelecek ve simdiki zaman birbirine gecmis oldugundan ve romanda her karakterin aslinda tek bir karakter oldugundan okurken bazen tahayyul edemiyorsunuz olaylari. bazen ayni cumleler tekrarladigi icin zihninizde burayi okumustum cumlesi beliriyor. beni etkileyen bir insanin hissettiklerini bu kadar iyi aktarabilmesi ve yazi dilinin akiciligi. yoksa roman aman aman bir konuya sahip degil fikrimce ya da ölüm duygusunu cokca icimde barindirdigimdan beni etkilemedi bilemiyorum. yine de guzel ama okumazsaniz birsey kaybetmezsiniz.
takriben otuz beş senedir okur, okur, okurum. devirdiğim veya beni deviren anladığım, anlamadığım, anlamış gibi yapıp üzerine allamelik tasladığım, sevmeyip bıraktığım, üzerine yeni bir hayat idame etmeyi arzulayıp , hüsran ile gerisin geri döndüğüm kitaplar vardır. hepsi benim geçmişimden bir parçadır, sümüklüböceğin ardında bıraktığı izler gibi benim kopmak istediğim bazen de istemediğim, reddettiğim, kah güldüğüm, kah burnumda tüttürdüğüm geçmişimle aramda bir bağ oluştururlar.

ben, çok dil cambazı okudum, kimisi gerçek birer dehadır, çoğunun insani yanına kıymet vermesem de kabiliyetleri, içimi buruklaştırır. asla yazamayacağım metinlerin acısıyla, cevheri ışıldayan cümleleri okurum. bilirim ki her yazar hayatında büyük bir roman yazmak ister, belki tüm sanatçılarının ömrünün hasılası, aslında bir tek eseri vermek için geçirilen zamanın meyvesidir.

ben çok okudum ve hala okuyorum. uzun süredir biliyordum ki okuyucu da aslında bir tek kitabı okumak için gözlerini on binlerce sayfanın karşısında tüketmiştir. bir maden aramaktadır. hayır, hayatını tanzim edecek, ideolojik veya dinsel vaazlarla, kendisini kesin inançlılardan bir mürid haline getirecek o sekter kitaplardan bahsetmiyorum. öyle bir kitap olmalıdır ki bu, daha ilk cümlelerini okuduğu vakit beyninden bir sıvı, hayır bir ifrit ya da bir ecinni peyda olup, işte bu demeli, senin uğruna binlerce kitap okuduğun , kitap bu.

ben kör baykuş'u okurken hastaydım, mutsuzdum, aşıktım, aşık olduğum kişi ve bana da aşık olan kişi artık bana aşık değilmişti, beni sevmiyordu, beni tanımıyordu, söylediklerimi hatırlamıyordu, o eski o değildi ve bu yüzden onun gözünde ben, eski yerime oturamıyordum. aradan çok zamanlar geçmiş, ben iyi bir insan olmak için kendimi o olmak, onlaşmaya adamayı arzulamıştım, sonra o, bir gece canlı bir cenaze gibi geri dönmüştü, benim yeminlerim, vaadlerim, fedaya matuf arzularım ve o arzularımı name gibi dizişim, kendimi yerlere serişim, birşey ifade etmemişti. bir hoşçakal ile herşey uçup gitmişti. ben o günlerde kör baykuş okuyordum, ümitsiz, hasta ve mutsuzdum ve romanı bitirmeden artık, iyi bir insan olmak için sebebim kalmamıştı.

kör baykuş, büyük bir roman, kör baykuş, yağlı bir kurşun. insanı halden hale sokan efsunlu bir metin. bir kitap okudum, hayatım değişti kabilinden zevzeklikler köy baykuş için söylenemez. bu kitap, bir şeyi değiştirmiyor, bir şeyi yıkıp, yerine herhangi bir şey de ikame etmiyor. kitabın, yegane kahramanıyla, özdeşleşebilme,empati yapabilmek mevzu bahis değil. hiç bir metin böylesine hastalıklı düzeyde karanlık,karamsar,kara, iblise adını değiştirtecek kadar ümitsiz olamaz.

sanatseverlerin objektif olması beklenmemeli, her yazının kendisine has bir alıcısı vardır. ama kör baykuş, ben daha iyisine rastlayana kadar, ömrümle kayıtlı okuma serüvenimin ilk otuz beş senelik devresinde en üst sıraya oturdu. hem de koca bir taş gibi.
ilk fırsatta edinip, okumayı düşündüğüm kitap.
başkalarının onu anlaması için değil, kendisini gölgesine tanıtmak istediği için yazan bir adam.
bazı kitaplar ilk sayfadan, hatta bazen ilk cümleden aklımızı alır. birden kendimizi olayların için de, daha yeni tanıştığımız karakterlerle yüz yüze buluruz.
kör baykuş'da ilk cümleden alıp götürecek sizi.
fakat ne olay ne yer ne de zaman.
kelimeler oyun oynayacak zihninizle.
karakterler birbirine dönüşecek,
olaylar yer ve zaman dışında kalacak.
şimdiki zaman geçmiş zaman birbirine karışacak.
nedeni yok sonucu yok.
korku, ölüm, ümitsizlik;insan kaderinde yazılanlar var.
bazen kitaplarla tutunacağımızı sanırız hayata fakat daha da kaybettirir bize yolumuzu.
düşündürür, düşündürür.
çıkmaz yola sokar ve kendimizle karşılaştırır orada bizi.
insanın kendisiyle verdiği savaş, savaşların en büyüğüdür.
mağlup olan da galip olan da biz olacağız.
en gerçek savaş budur.
"ben hep, dünyada susmaktan daha iyi bir şey yoktur, butimar gibi olan insan daha iyi insandır diye düşünürüm."
*butimar bir kuştur, deniz kıyısına çöker, denizin bir gün kuruyacağını düşünür, bu tasa yüzünden de su içmez hiç.
sonsuza kadar susmak istediğimiz o anlar.
biz o anlarda hem kendimizden kaybederiz, hem de atamadığımız o yolları atarız.
dört yanımız çevrili sanırız,
unuturuz duvarları ancak biz yapar, biz yok ederiz.
kendi duvarlarımızı güçlü kılmak için, başkalarının duvarlarını yıkmadan.
başarabilirsek, özgür kılarız kendimizi.
kimdi peki sadık hidayet?
"hayat hikayemde önemli bir şey yok, başımdan ilginç olaylar geçmedi. ne yüksek bir mevki sahibiyim, ne de sağlam bir diplomam var. okulda hiç bir zaman örnek öğrenci olmadım, başarısızlıklar her yerde buldu beni. nerede çalışırsam çalışayim silik, unutulmuş bir memurdum;şefleri memnun edemedim. istifa ettim mi seviniyorlardı...bırak gitsin, yaramaz!çevrem böyle görüyordu beni, haklıydılar belki de."
ölümünden önce böyle anlatmış hayatını.9 nisan 1951 gününde evine kapandı, tertemiz giyinmiş, tıraş olmuş ve bütün delikleri açtıktan sonra gaz musluğunu açıp hayatına son vermişti.
iran'ın batılılaşma çabalarına girdiği dönemde büyüdü.
avrupada geçirdiği zaman dilimde hayat ve ölüm üzerine çalışır, yazar, çizer.
çocukken bayramda kurban kesilirken gördüğü için bir daha ömrünün sonuna kadar et yemez.
hayatını vejetaryan olarak sürdürdü.
doğu-batı yazın türlerini birbiriyle harmanladı.
iran toplumunun git gide karanlığa battığını gördükçe, kendi de karanlığa gömüldü.
toplumun ve insanların yok ettikleri, ondan da hep bir parça yok etti.
sessizce çektiği acıyla kör baykuş' u yazdı.
17 şubat 1903 ve 9 nisan 1951 arası yaşanan bir hayat.
zaman, yer ve kişiler değişiyor.
fakat bazı acılar hep aynı kalıyor.
Daha ilk cümlesinden kendisine aşık eden, tekrar tekrar okunması gereken muhteşem eser.
8 yıl aradan sonra özleyip istemeyerek de olsa avm'den aldığım şaheser.
"yaralar vardır hayatta,ruhu cüzzam gibi yavaş yavaş ve yalnızlıkta yiyen,kemiren yaralar" diyerek başlar hidayet.

gerçekten çok karanlık ve okuması kolay olmayan bir kitap/ bir yazar . öte yandan tam bir şaheser. ilk kez okudugumda sadık hidayet’i çok beğendim ve her sayfada ne kadar depresif bir insan oldugunu düşünerek okudum – nitekim ikinci intiharında kaybetmiş hayatını.

küçücük bir kitap ve fakat hemencecik bitiresi gelmiyor insanın.