bugün

Biri isveçliydi, diğeriyse italyan. ikisi de sinemaya anlatım açısından çok şey kattılar. ikisi de sinemanın temel yönetmenlerindendi. Ernst ingmar Bergman ve Michelangelo Antonioni, '30 Temmuz 2007'de öldüler'*. Bergman'ın filmlerinde belki de babasının papaz olmasından dolayı ruhani ve metafizik anlatımlar daha çok öne çıktı. Antonioni'yse modern toplumlardaki iletişimsizliği ve yabancılaşmayı öne çıkardı. Bergman, 1950'lerin ortalarına kadar neredeyse kendi ülkesinde sıkışıp kaldı, 18. filmi 'Sommarnattes Leende-Bir Yaz Gecesi Gülümsemeleri' 1956'da Cannes Film Festivali'nde gösterildi, Ertesi yıl Cannes'da 'Det Sjunde Inseglet-Yedinci Mühür'le dünyaca tanınan bir yönetmen oldu. Antonioni de 1960'lı yıllarda adını duyurdu.

Bergman, 14 Temmuz 1918'de isveç'in Upsala şehrinde doğdu. Babası Protestan papazıydı. Bergman, bütün filmlerinde kadınların tarafını tuttu. Belki de babasının papaz olmasından dolayı filmlerinde baba karakterleri çoğunlukla iticidir. Ayrıca birçok filmi de karamsardı. Adını duyurduğu 1956 yapımı 'Yedinci Mühür'ün konusu Ortaçağ'da geçer. Haçlı Seferleri'nde savaştan bıkmış bir şövalye evine döner. Veba salgını vardır. Ölüm her yerde dolaşır. Sonunda Ölüm ona gelir, ama o şövalye Ölüm'e meydan okur ve Ölüm'ü bir satranç oyununa davet eder. Bergman'ın varoluşçu filmidir bu. Bergman, kendini ve Avrupa'yı alt metin olarak sorguluyor 'Yedinci Mühür'de. Savaşlar, nükleer tehlike ve dini inançlar. 1957'de Berlinale'de 'Altın Ayı' ödülünü alan 'Smultronstallet-Yaban Çilekleri'nde yaşlı bir profesörün geçmişini ve varoluşunun anlamını sorgulamasını anlattı. Arabayla yolculuk eden profesörün yanında gelini de vardır. Profesör yolda, kendisine ilk aşkını anımsatan otostopçu bir kızla bir çifti görür. Yolculuk, profesöre kabuslar ve düşler yaşatır. Geçmişteki insanlara, anılara bir saygı filmi gibidir bu. Bergman'ın sinema yolculuğu dönemlere ayrılmıştır. Birinci döneminde sosyolojik olarak ülkesindeki olaylardan etkilenir. ikinci Dünya Savaşı'nın ardından isveç'te dine bağlılık ve intihar çoğalır. Bu olgular Bergman'ın ilk dönem filmlerine de yansır. ikinci dönemindeyse (1949-55 arası), aşk, sevgi ve ayrılık daha öne çıkıyor. 1949'da 'Till Gladje-Neşeye Doğru', 1950'de 'Sommarlek-Yaz Oyunları', 1952'de 'Kvinners Vantan-Kadınların Bekleyişi', 1954'te 'En Lektion I Karlet-Bir Aşk Dersi' gibi filmleri çekti. Üçüncü dönemiyse 1956'dan 1960'a kadar sürdü. Bu dönemi 'dikey sinema' diye de anılıyor. Kamera, yoğunluklu olarak gökyüzüne döner. Metafizik yön daha ağırlıklıdır. Bu dönemin sonunda varoluşsal yöne doğru gider filmleri. 'Yedinci Mühür' ve 'Yaban Çilekleri' bu dönemin en önemli filmleridir. Dördüncü dönemi, 1961'le 1963 arasındadır. Bu döneme 'oda sineması' adı verildi daha çok. Yönetmenin Tanrı sorununa döndüğü son dönemdir bu. 1961'de 'Sasom i en Spegel-Aynadaki Gibi', 1962'de 'Nattvardsgaterna-ibadet Edenler' ve 1963'te 'Tystnaden-Sessizlik' filmlerini çekti. Son döneminde Bergman, biçimsel olarak 'yakın plan'lara daha yoğunlaştı. 1965-68 yıllarında çektiği filmlerde kameranın ve kurgunun varlığı daha çok hissedildi. 1965 yapımı 'Persona'yı Lacancı psikanalitiğe yaklaştıranlar da oldu. 1968 yapımı 'Skammen-Utanç', hayali bir isveç iç savaşını anlatır. Metaforik olarak da insanın iç savaşıdır bu. Savaştan uzaklaşmak isteyen bir müzisyen çift, isveç'e yakın bir adaya yerleşirler. Bergman'ın birçok filminde Liv Ullmann ve Max von Sydow oynamıştır. Çoğunlukla kameramanı da Sven Nykvist'tir. Amerikalı ünlü yönetmen Woody Allen da Bergman sinemasından çok etkilendi. Allen, 'Annie Hall', 'Interiors-iç Dünyalar', 'Hannah and Her Sisters-Hannah ve Kız Kardeşleri' gibi filmlerinde Bergman'ın izini sürdü.

Michelangelo Antonioni, 29 Ekim 1912'de Ferrara'da doğdu. Sinema okulundan mezun olduktan sonra sinema eleştirmenliği yaptı. ilk filmini 1950'de 'Cronaca di un Amore-Bir Aşkın Güncesi'yle çekti. Bu filmde aşkın imkansızlığını anlattı. 1953'te 'I Vinti-Yenikler'de modern zamanları, yani sanayi toplumunu yarı belgesel yansıttı. Yine aynı yıl 'La Signora senza Camelie-Kamelyasız Kadın' filmini çekti. Antonioni, 1960'lı yıllarla beraber modern dünyadaki yabancılaşma üzerine daha da yoğunlaştı filmleriyle. 'Yabancılaşma üzerine dörtleme' olarak anılan filmlerini ardarda çekti Antonioni. Aristo formel mantığıyla kurulmuş hikayeleri terk etti ve filmlerinde klasik anlamda kurgu da yoktur artık. Bu yüzden filmleri klasik anlamda da bitmiyordu. 1960 yapımı 'L'Avventura-Serüven'in, modern sinemanın doğuşunu simgelediği söylendi. Hatta kimi yazılara göre çağ açıp, çağ kapatan film olduğu belirtildi. 'Serüven', 1961'deki 'La Notte-Gece', 1962'deki 'L'Eclisse-Batan Güneş' ve 1964'teki 'Il Deserto Rosso-Kızıl Çöl'le ortak değerlendiriliyor. Hatta, bir yönetmenin aynı filmi dört farklı anlatım biçimiyle yansıtması olarak da görülmüş. Bu dört filminde de burjuvaların aristokratlara özentileri vardır. 'Serüven' filmi gösterilerken, sahnelerin uzunluğundan dolayı Cannes'da seyirci 'kes, kes' diye bağırmış. Antonioni, bir sonraki filmi 'Gece'nin girişinde hızlı kurgu kullanarak ard arda 'kesme'lere başvurdu. 'Batan Güneş'te borsada bir dakika süren saygı duruşu sahnesini gerçek uzunluğuyla yansıttı. 'Kızıl Çöl'de de renklerle anlamlar yarattı. Hiçbir zaman seyircinin keyfine göre film yapmadı. Antonioni, 1966 yılında Julio Cortazar'ın kısa hikayesinden 'Blow Up-Cinayeti Gördüm'ü ingiltere'de çekti. Bu film, gerçekliğin yanılsaması üzerinedir. Fotoğrafçı Thomas, parkta çektiği fotoğrafta bir ölü olduğunu sanır. Fotoğrafı büyüttükçe insan sandığı şeyin kaybolduğunu fark eder. 1970'de 'Zabriskie Point-Zabriskie Noktası'nı çekti. Bu filmde, Amerikan hayat tarzını bir yabancının (yani kendisinin) gözleriyle yansıttı. Filmdeki kadın ve erkek üzerinden modern insanın yalnızlığını ve iletişimsizliğini anlattı. Ayrıca tüketim toplumunun çaresizliğini de gösterdi. Ayrıca bu filmde birçok önemli şarkıcı ve grupların müziklerini de kullandı. Pink Floyd tınıları en heyecan verici olanıydı. 1975 yılında 'The Passenger-Yolcu'da, başkasının kimliğine bürünen bir adamın trajedisini anlattı. Bu filmdeki biçim alıştırmaları öğreticidir. Odada tek başına yatan David'den ayrılan kamera pencereye doğru yönelir, camdan dışarı çıkar, biri binaya doğru girer, kamera dışarı çıkar ve içerde ne olduğunu seyirce göstermez, ama neler olabileceği seyircinin zihninde oluşur. 1995 yapımı 'Par-dela les Nuages-Bulutların Ötesinde'de bir yönetmenin iç ve dış yolculuğunu anlattı. Antonioni filmlerini perdede görüldüğü gibi seyredebilirsiniz. Ama fazla buna güvenmemeli. Çünkü hiçbir şey göründüğü gibi değildir. Simgeler, imgeler ve anlamlar. Her şey görünenin ardındadır onun filmlerinde. Antonioni, senaryolarını mekanları gördükten sonra yazdı. Onun için mekanlar belki de karakterlerden daha öndeydi.*
Dünya sinemasının yaratıcı yönetmenleridirler. Bir iki diyalog hatırlamakta yarar var:

Gerçekliği hissedebilmek, bir yetenek işidir. Çoğu insan bu yetenekten yoksundur. Ve kim bilir belki de bu iyi bir şeydir... (Ingmar Bergman'ın Güz Sonatı'ndan)

Aslında hiçbir şey aynı değil. Aynı olan biziz. Her durumu, yaşanan her deneyimi aynı eski kalıplara sokuyoruz. (Antonioni'nin Yolcu'sundan)
eylül ayının altyazı dergisi bir kapağına birini basmıştır diğerine birini.