bugün

her ne kadar hacı bektaşı veli nin güzel ve anlamlı bir sözü olsa da çok az bi kesmin uyduğu ama her daim uyulması gereken muhteşem bi cümle.
Herhalde dünyada anlamı bu kadar derin ve kapsamlı olan ama aynı zamanda sadece üç sözcük olan başka bir kavram yoktur. Bazılarının onlarca kitaba, yüz binlerce sözcüğe sığdıramadığını Alevi önderi Hacı Bektaş Veli üç sözcükle anlatmış. ELiNE, BELiNE, DiLiNE SAHiP OL.
insanın bu üç organı toplumu ve insanı geliştirdiği, özgürleştirdiği gibi aynı zamanda insanı ve toplumu düşkünleştirir, yozlaştırır. Hünkâr bütün bu gerçeklikten yola çıkarak Alevi inancında sağlam bir ahlâk sistemi kurmuştur. Şimdi bu ahlâk sistemini biraz daha inceleyelim:

EL: insanın eli her türlü iyiliğin ve yine kötülüğün uygulayıcısıdır. insan eline sahip olmadı mı katil, hırsız olur.insan eline sahip oldu mu üretir. Üreten ve yaratan, çaba sarf eden, emek harcayan insanda güzel insandır. Güzel insanda kendisinden başlayarak topluma hizmet edendir. Toplumsal huzuru, barışı sağlayandır.
BEL: insan kendi hayvani cinsel güdülerine hâkim olmadı mı her türlü sapıklığı yapar. Sapıklık, toplumsal çürümeye, ahlâksızlığa götürür. Bunun zıddı olan, yani insan cinselliği olumlu anlamda bir üreme aracı olarak değerlendirdiğinde sonuç yine toplumsal ve bireysel huzur olur. Yine insan doğan çocuğuna gereken ilgiyi göstermedi mi o çocuk toplumun başına belâ olur, her türlü zararlı olaya açık olur. Demek ki; insan eline, beline hâkim olmakla salt hayvani güdülerini dizginlemiyor. Bununla beraber oluşturduğu aile sistemiyle kendisinin vesile olduğu çocuğunu da eğitiyor.
DiL: Dil insanlar arasında iletişimi sağlayan organdır. Bir insan dilini iyilik için de kullanabilir kötülük için de. insan dilini yalandan, riyadan, sahtelikten korumalı ve yalana, sahteliğe alet etmemeli, yani diline sahip olmalı. Duyduğu olumsuzlukları düzeltmeli, yalandan kaçmalı, kilit vurmalı. Dilini iyi, güzel insanı ve dolayısıyla toplumu huzura kavuşturacak şekilde kullanmalı.
Hünkâr Hacı Bektaş Veli Makalat adlı kitabında şöyle sesleniyor insanlığa: "insanın üç iyi dostu vardır. Öldüğünde, bunlardan biri evde, öbürü yolda kalır. Üçüncüsü ise kendisiyle birlikte gider. Evde kalan malı, yolda kalan dostlarıdır. Kendisiyle giden ise iyiliğidir."

Bir insan Eline, Beline, Diline sahip olduğu müddetçe iyi bir insandır. Eline sahip olmakla; kendisini her türlü şiddetten, hırsızlıktan, cinayetten korumuş olur. Beline sahip olmakla; çocuğuna iyi bir baba, eşine ise iyi bir eş olur. Yoksa her türlü hayvani güdüyü tatmin etmek için ömrünü geçirir. Diline sahip olan ise kendisini her türlü yalandan, sahtelikten korumuş olur. Eğer insanlık bu ilkeleri asgari bir şekilde uygulasa her türlü yozluğun ve yobazlığın sonu gelir.
kökleri, sanıldığından daha da derinlere uzanan söz.
irène mélikoff okumazdan önce, ben de herkes gibi bu sözün hacı bektaş veli ile başlayıp yine o'nunla bittiğini sanırdım. oysa hiç de öyle değilmiş. meğer hacı bektaş'tan çok önce, bizans zamanında bu topraklarda, sivas-erzincan-divriği üçgeninde, manici inanış var imiş. ve onların da üç mühür'ü (ağzın mührü, elin mührü, kalbin mührü). üstelik, budhacı -ve sonradan resmî din olarak mani dinini benimseyen- uygur türklerinde de üç tamga (üç damga; ağzın, könlün, elgin tamgası) inanışı yine aynı biçimde mevcutmuş. şaşırtıcı, değil mi?

şimdi biraz mélikoff'a kulak verelim. "alevî âdetleri üzerine notlar: bazı orta anadolu kutlamaları dolayısıyla" başlıklı makalesinin girişinde diyor ki mélikoff:
"alevîlerin ayırıcı niteliklerinden biri, yüzyıllardan beri yakın ilişkiler içinde bulundukları bektaşîler gibi, kendilerini saran çevreye uyarak, yerli gelenek ve törenleri benimseyebilmeleridir. bu, eski gnostik mezheplerin ve öncelikle maniciliğin de belirleyici çizgilerinden biri idi. alevî âdetlerinde olduğu kadar, bektaşî gelenek ve merasimlerinde de karışık (hétéroclite) öğelerin bulunması bundan dolayıdır."
ve ardından şu dipnotu düşüyor:
"alevîlerin, sivas-erzincan-divriği üçgeni içindeki hareket alanları ile bizans dönemindeki mani'ci(manişeen) direnişin (hérésie paulicienne) coğrafi yayılışının aynı olduğunu işaret etme fırsatını bulmuştuk. ilgi çekicidir ki, alevî-bektaşî geleneğinde 'eline, diline, beline' buyruğunun üç yasağı da mani dini kaynaklıdır ve st. augustin'in de moribus manichaeorum'unda görülebilir: 'signacalum manus, oris et sinus.' bu değerli bilgiyi, konuyu 'kızılbaş-kurden in dersim (tunceli-turkei)' (handlungen des zwanzigsten orientalisten tages, cahier spécial, zdmg) adlı makalesinde incelemiş bulunan m. peter bumke'ye borçluyum."
[uyur idik uyardılar, demos yayınları, s.77]

şimdi biraz daha ilerleyelim ve mélikoff'un bir başka makalesine, "bektaşî-alevî senkretizmini meydana getiren öğeler üzerine araştırmalar" adlı makalesine gelelim. burada, sözkonusu benzerliği daha ayrıntılı incelemiş i. mélikoff:
"bektaşîliğin de başlıca vasfı, yerli inanışları (culte) kolaylıkla benimsemesidir. ve ben burada bektaşî-alevî'lerin başlıca dogmaları olan ve onların ahlâk görüşlerinin temelini oluşturan üç yasak; elin tek, dilin pek, belin berk tut (elini harama uzatma, dilini tut, beline sahip ol) biçiminde özdeyişleştirilmiş bulunan el, dil ve cinsî ilişki ile ilgili yasaklamalar üzerine dikkat çekmek istiyorum. bektaşîlerin tarikatına sülûk etmek isteyen talip, dört kapı adı verilen, dört manevî evreden geçmek zorundadır: bunlar şeriat, tarikat, marifet ve hakikat kapılarıdır.
sülûk, ikinci kapı olan tarikat düzeyinde olur. sülûk sınamasını aşan, eliyle, diliyle ve cinsî yaşamıyla günah işlememek, elinden, dilinden, belinden ötürü bir hataya düşmemekle yükümlüdür. bu, bektaşîliğin ve bilhassa, alevîler denen halk bektaşîliğinin ahlâk kurallarının temelidir. sülûk merasiminde, talibin kulağına, eline, diline, beline sağ ol diye fısıldanır.
oysa bu üç kural, açıkça mani dininin temellerinden birini oluşturan ve ağzın mührü, elin mührü, kalbin mührü demek olan üç mühür'ü anımsatmaktadır. bu üç mühür, 'de moribus manichaeorum: de signaculo oris, manum et sinus' adlı eserinde saint augustin tarafından işaret edilmiş ve değerlendirilmesi yapılmıştır.
mani dinli uygur metinlerinde bu üç temel, üç tamga olarak geçer, avâm (yani halk, sülûk etmiş bulunan havass'ın dışında kalan dindar halk) için yazılmış bir din kitabı olan 'şuastvanift'te de birçok kez sözü edilmiştir. avâm, üç temel'e, ağzın, könlün, elgin; yani dilin, kalbin, elin damgasına (üç tamga) uymadığında, tanrı'dan bağışlama diler. bu üç temel, ağzın, könlün, elgin tamgası (üç tamga), saint augustin'in üç mühür'ünün karşılığıdır. ve bektaşî-alevî'lerin eline, diline, beline sağ olmak dedikleri kuralın aynıdır."
[uyur idik uyardılar, demos yayınları, s.123-124]

aslında hem şaşırtıcı, hem değil. çünkü eğer alevîliği ya da fuat köprülü'nün deyişiyle köy bektaşîliğini bir gnose (bilinç birikimi) olarak, örfdışı (non-conformiste), cemaatdışı (heterodoxe), senkretik (farklı öğeleri bağdaştırıcı) nitelikleriyle birlikte tanımlıyorsak, bunun böyle olması gayet doğal. değil mi ki yüzyıllar içinde birçok farklı etkiden beslenmiş, yararlanmış, onları da özüne katmış, onlarla birlikte hemhal olmuş alevîlik.
yine mélikoff'tan alıntılayacak olursak: "bektaşî problemi üzerine eğilenler, üstleri şiî eğilimli bir müslümanlıkla örtülü şamancı kalıntılar, sûfîlik yoluyla sızmış gnostik ve yeni eflatuncu, hatta manici ve budhacı öğeler ve ayrıca yahudi-hristiyan karışmalar gibi değişik birçok etkinin varlığının görülebildiği eklektik (karma-karışık) bir inançlar sistemi ile karşılaşırlar."
başa dönecek olursam, ben sadece bu gerçekliği aktarmak istedim irène mélikoff aracılığıyla. bana çarpıcı gelen bu gerçekliği buraya aktarmak istedim. çünkü belki de tek yapabildiğimiz gerçeklerle yüzleşebilmek. hepsi bu. olup olabildiğimiz sadece bu. gerçeklere bakabilme cesaretini gösterebilmek, onları olduğu gibi, tüm yönleriyle görebilmek.
bu, ayrıca alevîliğin de köklerinin ne kadar derinlerde olduğunu bana göstermesi açısından önemli bir bilgiydi. kanımca, bu sözün mani dinindeki üç mühür kuralına benzerliği ne mani dininden bir şeyler eksiltir, ne alevîlikten. ne de indirgemeci bir yaklaşımla, "madem öyle, öyleyse alevîlik de maniciliğin bir uzantısıdır" denebilir. hayır, böylesi indirgemeci bir kolaylığa kaçılabileceğini düşünmüyorum. (zaten tam bu noktada şunu da söyler mélikoff: w. ivanov 'the truth-worshippers of kurdistan- ahl-i haqq texts' bombay 1953, s.48-57'de bu görüşü telkin ediyorsa da, paulicien'lerle anadolu veya iran azerbaycanı mezhepleri arasında, herhangi bir yakınlık olup olmadığı bilinemeyecektir. nina garsoian'ın eksiksiz incelemesi, benzer hipotezden kesin bir sonuca varmaktadır: 'the paulicien heresy, a study of the origin and development of paulicianism in armenia and the eastern provinces of byzantine empire', the hague paris, 1967)

benim ellerim vardı, içinden nehir geçen ellerim. yaşamım ve geleceğim sanki kayıp gidiyordu aralarından. soğuyor, terliyor, titriyor ve alıp başını gidiyorlardı bana sormadan. ben zamanında şöyle düşünmüştüm: "madem ki belime hâkim olamadım, öyleyse elime de hâkim olamam." işte ruhsal süreçler aslında bu kadar basit olabiliyor bazen, onu anlaşılmaz kılan bizleriz, fakat bunun farkında değiliz. kekelemeler, el terlemeleri, kaygılar ve bir nevrozun başgöstermesi. şimdi yine bu ellerle, yine aynı ellerimle yazıyorum bunları. yazmasam olmayacaktı, kalemimi tuttum, yonttum, öptüm sait faik gibi ve yazmaya koyuldum. uzun, zorlu, keyifli, sıkıcı, ilginç, helezonik bir yolculuk sonrası yazmaya koyuldum. nevrozumu anladım. hacı bektaş'ı ve alevîliği hala anlamaya çalışıyorum. insanın kendi kökenlerine doğru yaptığı yolculuk, sevgili okur, her zaman iyileştiricidir. iyileştirici ve ilerletici. başta biraz sarsıcı, çarpıcı, şoke edici de olsa zamanla alışıyor insan. öyle ya da böyle. toprağa tutunmak için köklere ihtiyacımız var. daha yukarılara ulaşmak için hep daha derinlere kök salmalı. garip. filiz ali gibi hissediyorum kendimi, babamın öldürüldüğü yeri az çok tahmin ettim ve oraya mezartaşı koydum, bunu yapabilmem için çok uzun yıllar geçmesi gerekti, mezartaşına babamın en sevdiği şiiri yazdım: benim meskenim dağlardır. ve şimdi, ancak şimdi yas'ımı yaşayabiliyorum, babamın öldüğünü kabullenebiliyorum, hayatta tek başıma olduğumu, kendi kendimin anababası olmamın gerekliliğini ancak şimdi anlayabiliyorum.
spoiler:ekşili bu bir yazar degildir