aşkı, acıyı, neşeyi, hüznü, insanı anlatan yazardır. herkes kendisine bir pay cıkartabilir yazılarından.
en beğendiklerimden birisi :
her seçim bir kaybediştir.
her tercih bir vazgeçiştir çünkü...
sabah ise gitmekle, yatakta nefis bir miskinlik fırsatından vazgeçmiş
olursunuz. kalkar kalkmaz hayat bin bir seçeneği dayar burnunuzun
ucuna...
'ne giysem' telaşından, öğle yemeğinde 'ne alırdınız? ' diye
başucunuzda biten garsona, 'hangi kanaldaki filmi izlesem' kararsızlığından, 'bize oy verin' diye bağrışan partilere kadar her şey, herkes, her an sizi ısrarla bir tercihe zorlar. yastığınıza teslim olmuşsanız, belki dışarıda ışıl ışıl bir günden vazgeçmiş olursunuz.
bahar esintileri taşıyan bir elbise belki o gün yaşamınızı ışıldatabilecekken, ağırbaşlı bir sadeliğe karar vermekle muhtemel bir tanışıklığı tepersiniz. belki yemediğiniz musakka, ısmarladığınız izmir köfteden daha lezzetlidir. ya da öbür kanaldaki film, o anki ruh halinize daha uygundur. ama yasam, vazgeçtiğiniz şeye ilişkin ipucu vermez. geri dönüp, o günü gökkuşağı desenli bir elbiseyle yeniden yasama şansınız yoktur. bu seçim oyununda vazgeçtiğiniz şey, seçtiğinizden daha değerliyse pişmanlık kaçınılmazdır. ama neyin değerli olduğunun kararı da yine size aittir.
ve vazgeçtiğiniz şey bazen bir saray, bazen şöhret sahnesinin parıltılı
neonları da olsa, çoğu zaman gözünüz hiç arkada kalmaz. çünkü duvarlarına sevdiğinizin kokusu sinmiş bir ev ya da sevdiğiniz kadınla
paylaşamadığınız bir saray sizin borsada kolay feda edilebilir değerlerdendir. hayata bir başka gözle bakmayı öğrendiyseniz, bu seçimde kazandıklarını sananlara yalnızca acıyarak gülümsersiniz. her şeyin sıradanlaştığı bir dünyada bazen kaybetmek en doğru seçimdir.
ve o dünyada en yerinde tercih, vazgeçiştir.
canlı gaste programında gereksiz yere heyecanlı duran adam. ayrıca eğreti de durmaktadır bu programda. sen git neden'ini sun diye düşündürür insana. bırak bu işleri banu güven'ler, ışın eliçin'ler, esra sert'ler yapsın.
tayyip erdoğan'ın davos tepkisi ile ilgili yazısıyla kemalistlere yanaşmaya çalışmış ama kendi saygınlığına bir gölge daha düşürmekten öteye gidememiş yazar.
Hiç Bir, insandan vazgeçmek,
bir insani hayatindan sonsuza kadar çikartmak zorunda
kaldin mi?
Sevsende gitmeni istediği için gittin mi hayatından?
sana sen yokmuşsun gibi davranıldı mı hiç?
susan bir insanın ne anlatmak istediğini anladığın oldu mu ?
hayatında hep aynı olaylar tekerrür etti mi hiç?
Herşeye rağmen seviyorum onu dediğin oldu mu ?
her an yanındaymış gibi hissettiğin?
sanki,
hani uzatsan da elini tutamayacağını bilmek gibi,
her an kapından içeri gülümseyerek gireceğini bekleyip
ama aslında hiç gelmeyeceğini de bilmen gibi.
ne kadar katlanılmaz bir gerçek değil mi ?
sen hala bu kadar sevgili iken?
Özlemek,
bu kadar özlemek,
etini kemiğini yakarcasına özlemek...
çok kötü değil mi?
Bu kadar özleyip onu görememek,
ona dokunamamak,
onu işitememek,
sabaha kadar ağlamak,sesini duymak istesen de,
gururun engel olduğu zamanlar oldu mu?
Onu sevsen de sende bıraktığı kalp kırgınlığının gurura dönüştüğü
Ama hala onu sevdiğin oldu mu hiç?
onunla gittiğin yerlerden geçerken,
yarım kalmışlığın aktığı oldu mu gözlerinden?
her söylediği sözün aklından biran olsun çıkmadığı anlar oldu mu ?
Onun canı yandığında seninde canının yandığı odlumu hiç?
onu gördüğünde koşup boynuna atlamamak için kendini zor tuttuğun ?
sigaradan nefret ettiğin halde,
oturup kaç paket içtiğini bile hatırlamadığın zamanlar ?
gece camdan bakıp hayalini geçirdiğin oldu mu sokağından?
her gece başını yastığa koyduğunda şimdi nerdedir,
ne yapıyordur diye düşündüğün oldu mu?
o diye yastığa sarıldığın oldu mu?
yazdığı mektupları sayısını hatırlamadığın kadar
gözü yaşlı okuduğun oldumu hiç?
Biliyorsun değil mi?
Ne kadar umutsuz bir arayıştır o,
kalabalık caddede geçen binlerce yüze bakmak
bir kez daha görebilmek için o yüzü,
belki biraz önce geçti bu kaldırımdan diye düşünmek,
belki su an arkamda yürüyen insanların içinde bir
yerde demek,
belki su an üzerimdedir gözleri diye paranoyalar
yasamak
ne zordur değil mi?
Ne kadar eritir insani farketmeden.
Sen de biliyorsun degil mi bunlari.?
Güzel bir cafe kesfettiginde, güzel bir film seyrettiginde,
güzel bir sarki dinlediginde
güzellikleri oraninda eksik kaldiklarini hissettin mi?
paylasamadigin için onunla.
Hiç iki kisilik beyninle
yarim insan oldunmu?
Baktiginda aynana sadece yüzünün bir yarisini gördügün
oldu mu hiç?
Sana hayatindaki en büyük yoksunlugu yasatandan
nefret edemedigin zamanlar oldu mu hiç?
Gözünün içine baka baka kolunu bacagini kesen bir insanin yüzüne sevgi
dolu bir gülümseme ile bakabildigin zamanlar oldu mu hiç?
Hayatta inandigin bütün degerlerini altüst eden birisine ask siirleri
yazabildin mi?
Onu içinde korumanin seni yok etmek oldugu zamanlara feda
oldun mu hiç?
içinde aglayan çocuga umut sarkilari söyleyemedigin,
özlemini,
susuzlugunu,
açligini gideremedigin zamanlar oldu mu hiç?
Kanayan yarasini gördügün ama merhem olamadigin zamanlar.
Gücünün,
hani o tanrisal gücünün
bir çocugun aglamasini susturamayacak
kadar büyük bir kalp kırgınlığının oldugunu
Anladığın zamanlar oldumu?
oldu mu hiç?
Hiiiiiiiç....
Hiiç...
hiç...
bir hiç..
Daha göbek bağımın ucu kurumadan evin önünden akan boklu dere taştığından bütün zıbınlarımı sel aldı; çıplak doğdum denilebilir.
Annem babam memurdu.
Annemin "daire"sinde, facit hesap makinalarıyla, DMO damgalı daktilolar arasında büyüdüm. Yandaki bina Tuslog'tu. Birtakım kızgın gençler üç günde bir gelip bağırır, çağırır, taşlarlardı. 68 kuşağıyla orada tanıştım.
* * *
Usluydum.
Sabah bir koltuğun üzerine bırakırlar, akşam gelip oradan alırlardı.
Utanılacak kadar normaldim. Hiçbir oyuncağımı kırmadım, zil çalıp kaçmadım, Ayşegül'lerimi yırtmadım. Şimdi onları tek tek oğlum yırtıyor.
Pazar'ları Ankara'da banyo günüydü. Koca odun parçalarıyla zor yanan kazanların kaynar sularında tuğla büyüklüğünde yeşil sabunları kafama yiye yiye yıkandım.
Babamdan fiske yemedim, ama annem feci keseler ve vurdu mu çınlatırdı.
Ulus'ta Santral Bebe'den giyinirdim. 5 yaşımda teyzem beyaz puantiyeli kırmızı gömleğimin üzerine maşrapayla su dökünce ilk kez intiharı düşündüm. Sonra vazgeçtim.
6 yaşımda feci bir trafik kazası geçirdim. Bir minibüs taklalar atarak geldi ve içinde bulunduğumuz Citroen'in üstüne çöktü. Arabanın motoru dizlerime bindi, kafam ön cama geçti. Alnıma çizili yara, alın yazısı değil, kaza kalıntısıdır.
* * *
Bir yaşgünümde sünnet oldum. Sünnet davetiyemin üzerinde baltasıyla bir adam ve kenarda bekleyen kedi figürü vardı. "Maşallah" yazılı şapka giydim.
3-5 arabalık konvoyla kısa bir Ankara turunun ardından Hacı Bayram'a gittik. Tören Harita müdürlüğünün bahçesindeydi,
ama aksilik işte, Haziran ortasında yağmur yağdı. Neyse ki top ve saat geldi de hediye, sevindim.
* * *
7 yaşımda beni Cuyibar Hanım'a teslim ettiler. "Hazırol" dediler, hazırolmuştum zaten. Resmimi çektiler. ilk gün ağladım, zamanla alıştım.
O yaz yakama kırmızı bir kurdele iliştirdiler:
Okumayı sökmüştüm. Dikmek, yıllarımı alacaktı. Diploma törenimin filmini yıllar sonra bir sınıf arkadaşım getirdi. Filmin sonundaki mahçup çocuğa bakakaldım.
ilk şiirleri halam fısıldadı kulağıma... Nazım Hikmet'in "Seçmeler"ini getirip evde ulu orta okumaya başladı. Etraftaki tedirginlikten anladım bu işte bir terslik olduğunu... Az önce bir örneğini gördüğünüz devrik cümle alışkanlığım o zaman başladı.
***
Ailece toplanıldığında günlerden Pazartesi ise ay çekirdeği ile Radyo Tiyatrosu dinlenir, "sair akşamlar" blum oynanırdı. Muhabbet varsa mutlaka pikapta Neşet Ertaş olurdu. Eniştem ya bağlamasının "döşünü" döve döve ve yanık yanık bozlak söyler ya da babamla muhtemel bir ayrılığa meydan okurcasına kenetlenerek halay çekerdi. Halay ekibinin üçüncü üyesi eksilmişti epey önce... Arada gece uzarsa rakıyı kapıp mezarlığa gittiklerini duyardım.
Zamanla Samanpazarı'ndan bana da bir bağlama aldık. Lakin okulda mandolin dersi vardı. Şu meşhur kültür ikilemiyle pek küçük yaştan tanışmış oldum. Evde bağlamayı mandolin gibi çalmakla, okulda mandolini bağlama gibi çalmakla suçlandım. Arabesk hayatım böyle başladı.
O yaz dayım nişanlısından ayrıldı. Bir gün anneannemin Altındağ'daki gecekondusunun bahçesindeki dut ağacının altına rakı sofrasını kurdu. Pikaba 45'lik bir plak yerleştirdi. "Bir Teselli Ver" çalmaya başladı. 30 yıl sonra belgeselini yapacağım adamla o zaman tanıştım.
(Her iki anlamda da) iyi misket oynardım. Müselleste zayıftım, tumbada fena sayılmazdım. Bileklerim lak-lak'tan çürük içindeydi.
"Marmaraspor"da mevkiim liberoydu.
Kızlardan ürkerdim.
Mahallede Şadiye diye mavi gözlü bir kız vardı. Şadiye diye dalga geçerlerdi. "Şad et"menin ne demek olduğunu anladığımda Şadiye'ler çoktan taşınmışlardı bile... Sezer Güvenirgil'e hastaydım. Koca bir defteri O'nun resimleriyle doldurmuştum. Cüneyt Arkın'a mektup yazıp resim istedim; "Fahrettin Cüreklibatur" imzalı bir kart geldi. Yıkıldım.
Orduevinin açık hava sinemasında Jerry Lewis filmleri oynuyordu, Dışkapı'da Yılmaz Güney'in "erişte Western"leri... Ben ikincileri seviyordum. "Sevgili öğretmenim"i Ankara Sineması'nda, "Spartaküs"ü Büyük'te izlemiştim. ikisi de işhanı oldular şimdi..
6O'ların sonuna doğru bir gün, "Pal sokağı"ndan arkadaşım Tayfun'la bizim evin yanındaki misafirhanenin camına burnumuzu dayayıp, içerde ışıklar saçan bir kutu gördük. "Pilli bebek" diye bir çocuk yürüyordu ekranda... şaşıp kaldık.
Birkaç sene sonra o ışıklı kutu bizim eve de geldi. Geldiği günün akşamı Kebap 49'dan pide söylendi; özel bir durumla karşı karşıya olduğumuza hepten inandım.
* * *
Epeyce zaman sonra o ışıklı kutunun içine daldım.
Oğlum önce burnunu dayayıp camına bana baktı, sonra arkasına dolaşıp babasını aradı.
1973'de Batur'un jetleri öyle bir uçtu ki tepemizden, ev yıkılıyor sandım...Meğer o hiçbir şeymiş.
Bir yıl sonra Ayvalık'ta tatil yaptığımız kampta "Savaş" alarmı verildi. Tanklar gelirken, insanların arabalara doluşup nasıl kaçtıklarını gördüm. Ürktüm.
Doğan Kardeş'ten Hey dergisine, Neşet Ertaş'tan Demis Roussos'a geçmiştim.
Yüzüm gözüm sivilcelenmeye başlamıştı. Çoğu kuşakdaşım gibi ilk seks derslerini Arzu Okay'dan aldım. En iyi parçalar Kerem sinemasındaydı, ama Şevket Kazan diye bir adam ikide bir sinemayı bastırıp filmleri toplattırıyordu. Aradan çeyrek asır geçti; ben çoluk çocuğa karıştım, Arzu Okay Fransa'da dükkan açtı, ama Şevket Kazan hala Adalet Bakanı'ydı.
15 yaşında "arkadaşlık teklif ettiğim kız" ("flört" sonradan geldi, "çıkmak" ondan da sonra... "yatmak" ağza bile alınmazdı) "Beni bir seks filmine götür" diye tutturdu. Başına bir şapka geçirip Sinema 70'e götürdüm. Gişede hemen farkettiler. Yine de içeri buyur ettiler. Sinemada en az 100 adam vardı. Çocuk boyunlarımızı yere devirip onların arasından geçerek arkada bize gösterilen locaya kurulduk. Parça yoktu. "Danıştay kararıyla" "isveçli Bakire" oynuyordu, ama başrol oyuncusunun Türkiyeli muadili hemen arkada olduğu için salondakiler perde
yerine locayı izlemeyi tercih ettiler. Kasılıp kaldık.
Öpüşme daha edepli bir filmde kısmet oldu. Yıldız Kenter'in genç kızıyla birlikte Yunan mezalimine karşı direnişini hikaye eden bir film vardı. Laf olsun diye gitmiştik. "French kiss" neymiş orada anladım.
Islandım.
Öptüğüm kız, peşimden bizim liseye yazıldı. Geceleri uzun mektuplar yazıp, sabah oldu mu götürüp çantasına sıkıştırıyordum. O da kendi yazdıklarını bana veriyordu. Eve teyp alınınca O'na kasetler doldurmaya başladım. Prestij plaktan daha seri üretim yapıyordum.
Bir "fan klüp" kurmuş, şiir yarışmaları, köylere kitap kampanyası gibi "sosyal faaliyetler" yürütüyorduk. Bayramlarda Kızılay postanesinin önünde buluştuğumuzda tebrik kartı tezgahlarında burnu sümüklü çocuk fotoğrafları görmeye başlamıştık.
Genellikle fotoğrafın hemen altında, halamın yıllar önce gizliden gizliye kulağıma okuduğu şiirlerden birkaç mısra olurdu.
O çocuklara üzülür, ama şiirleri severdik.
Sonra bir gün okulun ön camına bir Hergün gazetesi asıldı. Manşette "Kızıllar kudurdu" yazıyordu. 1 Mayıs kana bulanmıştı. O günlerde Atatürk büstünün altındaki "Bağımsızlık benim karakterimdir" yazısı söküldü, yerine "Komünizm görüldüğü yerde ezilmelidir" yazısı asıldı.
Gerisini hatırlamak bile istemiyorum.
Hayatımızın en güzel yıllarını aldılar elimizden...
yaptığı belgesel nedeniyle hakkında soruşturma açılan araştırmacı yazar. olay türkiye'nin hangi çağda olduğuna ve evrim teorisinin hangi aşamasında olduğuna dair güzel bir örnek. kaygıyla izliyoruz olanları bitenleri.
hümanistliğini subjektif bulduğum, sadece kendi fikrinde olanlara harcadığını düşündüğüm, sarı zeybekle iyi prim yapmışken neden mustafa gibi bir filmle tepki çekerek yıpranmasına sebep olabilecek bir filmi çektiğine şaşırdığım, atatürkçülüğü neredeyse noter tarafından tasdik edilmiş olduğu halde bir anda işlerine gelmeyenlerin hedef tahtasına çevirdiği, gazeteci yazardır.
Gerçek bir yazar kimliğini taşıyan milliyetin usta kalemi. Gerçeklik için öncelik özgür düşünce gerekir. Türkiye şartlarında da özgür düşünce için cesaret gerekir. Tebrik edilesi yazardır, bu şartlarda elindekileri çok iyi yorumlayıp özgürce kaleme aldığı için.
Nazım kitabı vardır. Nazımı hiç tanımayan birisini bile ölümüne üzecek kadar etkili bir anlatım ve dile sahiptir, öyle ki nazım o an sizin rakı masasında yoldaşınız, son sigaranızı paylaşabileceğiniz can dostunuz olacak kadar ete kemiğe bürünür. Kalemi güçlüdür Can'ın yazmak istemesi yeter. Ayrıca Tuna Kiremitçi değildir, kalemi her zaman pembe bulutlarda dolaşmaz, acı gerçeğe darbeye de götürür, izletir tanıklık etmenizi sağlar. Gerçekçidir Can Dündar, Baskın Oran gibi olmayan iddialara çanak tutmaz, doğru bildiğini doğru bildiği yoldan anlatır. Bu cesaretinden ötürü kendisine eşcinsel iddiası yapıştırılacak garip bir ülkede yaşasa da Can Dündar farklıdır.
duygularını aktarırken nedense her zaman samimi bulduğum kişi. ya kendini iyi bir hava katıp samimi hale getiriyor ya da içten gelen birşey. bence ikinci fikrim daha ağır basıyor. kendisi hakkında ne kadar olumsuz şey yazılırsa yazılsın pekte ziklemediğimi itiraf edebilirim.
atatürk ün kendi söylediği laflardan belgesel hazırlayan ve eleştiri alan kişi. çok ayıp can, olmadı gerçekten. neden dindar bir kişi olarak yapmadın belgeseli. ayıp gerçekten. vatan haini oldun bak..
sarı zeybek belgeseliyle atatürk'ün askeri ve siyasi başarılarıdan bahsedince yere göğe sığdırılamayan, amma velakin gel gelelim mustafa filmiyle atatürk'ün insani yönünü anlatınca yerden yere vurulan gazeteci.
atatürk yemek yiyordu içki de içiyordu evet. Hatta siz inanmazsınız ama kakasını bile yapıyodu o.valla.