ahmet altan

entry866 galeri55
    285.
  1. 2007 şubatında hürriyette yazdığı şu yazısını beğendiğim yazardır.

    görmemek
    'Büyük bir sevginin göstergesi olan binlerce küçük ayrıntıyı ıskaladım.' Ne çarpıcı bir cümle. Geniş bir ovadan gözleri rüzgarla dolarak dörtnala geçtikten sonra bir tepenin üzerinde durup geriye bakan süvarinin, mavi akarsular, zümrüdi çimenlikler, dalları olgun meyvelerle ağırlaşmış yemiş ağaçları, her esintide rengi değişen çiçek tarhları, bereketinden kızıllaşmış topraklar, cıvıldaşan kuş sürüleri, koyu yeşil ormanlar gördüğünde şaşırması gibi şaşırıyor bazen insan kendi geçmişine baktığında.

    "Biraz önce aralarından geçerken ben bunları nasıl görmedim" diye soruyor kendine.

    "Nasıl görmedim?"

    Sürekli aradığımız bir şeyi, sevgiyi, onca işareti ortadayken nasıl görmeyiz?

    Bizi körleştiren nedir?

    Hızla koşarken hangi rüzgar gözlerimize dolar da aradığımız şeyin tam da ortasında olduğumuzu görmemizi engeller?

    insan ruhunun ve zaaflarının büyük yazarı Lawrence Durrell'ın kahramanı gibi biz de genellikle "binlerce küçük ayrıntıyı" ıskalarız.

    Ve, günlerimizi, belki de yıllarımızı sevilmediğimizi sanarak geçiririz.

    Belki de hepimiz, sevginin kendini, dağlardan yuvarlanan bir çığ gibi, patlayan bir volkan gibi, fırtınalarla coşup limanları yıkan deli bir deniz gibi bir seferde ve büyük bir işaretle göstermesini bekliyoruz.

    Bütün hayatımızı içinde geçirmek isteyeceğimiz güzel bir ovanın, binlerce küçük işaretten, meyve ağaçlarından, çiçek tarhlarından, ormanlardan, ırmaklardan, kuş sürülerinden, otlaklardan oluşacağını düşünemeyiz.

    Her biri bizim için "küçük bir işarettir" ve ovanın tümünü görmemizi engeller.

    Sonra bir gün döner ve geriye bakarız bir tepeden.

    Her şey açıkça gözükür bize.

    Pişmanlık ve şaşkınlıkla başımızı eğeriz.

    Söylenmiş bir cümle, küçük bir gülümseme, bir gözyaşı, şefkatle omzumuza dokunan bir el, kuvvetli bir sarılış, kederli bir bakış, utangaç bir öfke, zihnimizin değişik yerlerine saklanmış "binlerce küçük işaret" birden ani bir dalgalanmayla bir araya gelir ve biz "büyük bir sevgiyi" ıskaladığımızı anlarız.

    "Bellek sonradan onları alıp mızraklara dönüştürüyor. insan uykusunda çığlık atıyor, küfrediyor. Yani, mesela - beni öpmek için - gözlüklerini güneş yanığı burnunun üzerinden bir zeytin kavanozunun kapağını kaldırır gibi kaldırması."

    "Iskaladığımız" o küçük işaretler, belleğimize değişik biçimlerde kaydolan, ölü anılar arasında canlılığını hiç kaybetmeden kımıldanan, geçmişi bir altın buharı gibi soluyup onlardan keskin parıltılı pişmanlıklar yaratan bütün o unutulduğunu sandığımız davranışlar, bazen uykunun sakin sessizliğinde ayaklanıp bilincimize mızraklar gibi saplanır.

    Özlemle uyandırır bizi.

    "Bizi öpmek için güneş gözlüklerini güneş yanığı burnunun üzerinden kaldıran" birinin o minicik hareketini hatırlar, o hareketteki belki başka hiç kimsenin hissedemeyeceği sevgiyi hissederiz.

    Belki de öpüldüğümüz anda hissetmediğimiz sevgiyi.

    O sırada aklımız başka yerdedir, küçük işaretler değil, büyük altüst oluşlar aramaktayızdır, o küçük işaretin kıymetini bilmeyiz.

    Sonra bir gece kaybedilmiş birinin acısıyla uyanırız.

    Manasızca kaybettiğimizi anlayarak.

    Çığlıklarla.

    Aradığımız sevgiyi bulmuşuzdur ama bulduğumuz artık geçmişte kalmış, anıların arasına saklanmıştır, sevginin sahibi uzaklara gitmiştir.

    Durrell'ın "Afrodit'in Başkaldırısı" isimli kitabındaki kahramanı gibi o korkunç soruyu sorarız:

    "insan geçmişteki birini sevmeye başlayamaz yoksa başlayabilir mi?"

    Geçmişteki birini sevebilir mi insan?

    Eğer o "geçmiş" hálá belleğimizin kireçlenmiş, canlılığını kaybetmiş anıları arasında soluk alıp veriyorsa, hálá kımıldıyorsa, hálá zihnimize mızraklar gibi saplanıyorsa ve o işaretleri yeniden keşfetmek hálá canımızı acıtıyorsa, "geçmişteki" biri henüz "geçmiş" olmamış demektir.

    Anılardaki işaretleri toplar, bir araya getirir, onları tek tek yerlerine yerleştirir ve karşımıza çıkan resmi yeniden sevmeye başlarız.

    Ve, sorarız kendimize, "neden o zaman bu gerçeği görmedim?"

    Cevap, Durrell'ın cümlelerindedir:

    "O kadar bilgiden serseme dönmüş olduğum için onu olduğu gibi, yani doğal haliyle göremezdim."

    Sevdiğimiz biri hakkında topladığımız bilgiler.

    Çoğu zehirli olan bilgiler.

    Onun hayatıyla, mazisiyle, yaptıklarıyla ilgili bilgiler, kendimizi eksik ve sevilmeye layık olmayan biri gibi görmeye yatkın zihnimizin yarattığı kuşkularla birleştiğinde, koyu sülfür dumanları gibi gözlerimizi yakar, bizi körleştirir.

    Bereketli bir ovadan etrafımızı görmeden dörtnala geçeriz.

    Aradığımız yeri bulduğumuzu anlayamadan...

    Ardımızda bıraktığımız ovaya yeniden dönmek isteriz.

    "Geçmişi" alıp ondan yeni bir gelecek inşa etmek.

    "Elim onunkini arayıp buldu; yarı uyukluyorduk, alınan her nefesle çok uzaklarda kalmış olan bir geçmişi yeniden kuran arkeologlar gibiydik."

    Kendi geçmişimizi kazmak.

    Değerli işaretleri arayıp bulmak.

    "Geçmişi yeniden kurmak."

    Hatırlanması gerekenleri hatırlayarak, unutulması gerekenleri unutarak, her anı yerli yerine yerleştirerek kendimize bir hayatı yeniden inşa etmek.

    Bu mümkün mü?

    Yıllarımızı mahveden görmediğimiz binlerce işaret...

    Görmememiz gerekirken inatla görüp biriktirdiğimiz, kuşkularla kanserleşmiş yanlış bilgiler.

    Yeniden kurmaya çalıştığımız bir hayatta hangisi daha öne çıkacak, hangisi eski hayatın taşlarından kurulacak yeni yapıya rengini verecek?

    Durrell'ın romanındaki kahramanlarından birinin son anında elinde tuttuğu kitaptaki Flaubert'in şu cümleleri bize ne düşündürecek:

    "Gençliğimin en güzel anılarına bir yazgı gibi bağlısınız. Birbirimizi tanıyalı yirmi yılı geçtiğinin farkında mısınız? Bütün bunlar beni yaşlıların hissettiği o baş döndürücü uçurumlara itti. Şimdiki zamanın çok hızlı geçtiği söylenir. Bense bizi mahveden şeyin geçmiş zaman olduğunu düşünüyorum..."

    Bizi mahveden geçmiş mi?

    Hangi geçmiş?

    Küçük işaretleri görmediğimiz geçmiş mi?

    Peki, o işaretleri gördüğümüzde, fark ettiğimizde, hatıralarımız bambaşka bir ışıkla, bambaşka şekillerle yeniden uyandığında, geçmiş diye içimizde taşıdığımız acının kendi körlüğümüzden yaratıldığını anladığımızda, o geçmiş bize nasıl görünecek?

    Unutulmuş görkemli bir şehri keşfeden arkeologlar gibi o şehri yeniden yapmaya mı koyulacağız yoksa bir uğursuzlukla karşılaşmış gibi üstünü kapatıp oradan kaçmaya mı başlayacağız?

    Sadece gelecek değil bazen geçmiş de değişir.

    Siz bir tepede atınızı durdurup, yukardan baktığınızda içinden geçtiğiniz ova size başka türlü gözükür.

    Dönmek isteyebilirsiniz.

    Hiç sevdiğiniz ve sizi sevmediğini sandığınız insanın şöyle düşünebileceği aklınıza geliyor mu:

    "'En büyük şanssızlığı' dedi Julian sonradan, 'Sana aşık olmasıydı, tümüyle uygunsuzdu, hem zaten senin de umurunda değildi'. Artık bu suçlamalara cevap veremiyorum. Korkunç bir dehşet ve bitkinliğe kapılıyorum. Ben hiçbir şeyin suçlusu değilim aslında tek suçum da bu..."

    Küçük işaretleri biz göremediysek, suçlu kim?

    Ya onun umurundaysak ve biz bunu anlamadıysak.

    Ya atımızı fazla hızlı sürmüş, çevremize dikkat etmemiş, aradığımız ovanın tam ortasında olduğumuzu kavrayamamışsak.

    Yanlış bilgiler gözlerimize sert rüzgarlar gibi dolmuşsa...

    Bu ihtimal bizi ürpertiyor.

    Hepimiz arıyoruz.

    Gözlerimiz büyük patlamaları görebilmek için körleşmiş bir dikkatle bakıyor.

    Bir infilaka benzemeyen hiçbir şey ilgimizi çekmiyor.

    Küçük işaretlere aldırmıyoruz.

    Binlerce küçük işarete...

    "Büyük bir sevginin işareti olan binlerce küçük ayrıntıyı" fark etmeden geçiyoruz.

    Halbuki "büyük bir sevgiyi" o ayrıntılar yapıyor.

    Binlercesi var belki de hayatımızda.

    Ve, belki de biz yanlış yere bakıyoruz...
    1 ...
  2. 286.
  3. özgün bir eser meydana getirmemiştir.
    1 ...
  4. 287.
  5. apo ve barış isimli bugunki yazısında "eminim ki bu toplum da “barışa” yardım eden apo’ya borcunu bir gün öder" söylemiyle kendini tamamen bitiren ve saçmalıgın dibine dibine vuran yazarımsı.
    5 ...
  6. 288.
  7. memleketimde özgürlük ve demokrasinin puştlara olduğunun kanıtı.
    3 ...
  8. 289.
  9. düşünce özgürlüğü adı altında ortalığı karıştıran yazar. dağlarda demokrasi aranmasının mantıklı olduğunu düşünenlerden. gereksiz bir yazarımsı...
    3 ...
  10. 290.
  11. emperyalist uşağı masturbatör.
    4 ...
  12. 291.
  13. devran elbet döner dediğim kişi.
    son rezil kepaze yazısı ile hapislerde sürünmesini temenni ettiğim kişi.

    (bkz: abdullah öcalan ın barışa katkısı)
    2 ...
  14. 292.
  15. ilk romanı Dört Mevsim Sonbahar 1982 de yayınlandı. 1985 te yayınlanan ikinci kitabı Sudaki iz toplatıldı ve müstehcenlikten yargılanarak mahkeme kararıyla yakıldı. Birçok yazısından dolayı yargılandı ve 1995 yılında bir buçuk yıla mahkum edildi.
    1 ...
  16. 293.
  17. kalemini, ırkçı milliyetçi statükoya domuz gribi aşısı gibi batıran büyük insan. uğruna vatanı sattığı bütün memeler ona helal olsun.
    2 ...
  18. 294.
  19. apo denen katil teröristi barış elçisi olarak gören kişi.
    hala buna rağmen övgüler alan yazarımsı.
    komik olan bu adamı övenlerin ağzından; barış, kardeşlik, demokrasi, eşitlik laflarının düşürmemesi ama buna rağmen 30 bin insanın katiline, teröriste, eli kanlı bir vahşiye " barış elçisi " diyen kişiye secde etmesi. * ~ama zaten bu devrik zihniyeti anca bu cümle tanımlar
    ~
    2 ...
  20. 295.
  21. Bu şahsın en uzun gece isimli bir romanı vardır ki hiç tavsiye etmem . Vıcık vıcık ilişkiler , sırf yazılmış olması için yazılmış gereksiz ayrıntılarla doludur.
    1 ...
  22. 296.
  23. Türkiye de bir çok meslektaşının, henüz yazılarını yazamamış sadece yeltenen editörlerin, hedef tahtası olarak görülüp, kurşunlandığı ve bu katil odakların son perdesine kadar tüm oyunlarını amatör bir şekilde oynadığını kalemi kana batmadan dile getirebilen yazar, Türkiye Ahmet altan'dan hiç bu kadarını... BEKLiYORDU

    http://www.internethaber....254&interstitial=true
    0 ...
  24. 297.
  25. dünyanın en prestijli basın ödülü olan leipzig özgürlük ödülün bu yıl ahmet altan a verilmiştir, cesur tavrı ile türkiye nn muhteşem dönüşümünde/sivilleşmesinde yaptıgı hatta (bu katil çeteler ile ugraştıgı için) canı pahasına yaptıgı için ona şükranlarımızı sunuyoruz, gerçek bir aydın ın, rüzgarla işbirligi degil, karşısında durmak oldugunu gösterdigi için onu ve kardeşi mehmet altan ı ayrıca tebrik ediyorum. babalarını babam yıllarca sevmedi komünist dedi, belki o yıllar öylydi manipüle edilmişti herkes,herşey, bazı katil ve hgain işbirlikçi odaklar tarafından, ama bu iki insanı özgür düşünce ile yetişridigi için müteşekkirim, bir yazısı var ahmet altan ın, okuyunca agladıgımı hatırlıyorum, zaman zaman o yazıyı okurum, o yazıdaki allah a olan derin iman gözlerimi yaşartmıştı, onu seviyor milleti, tebrik ederim, ödül töreni "vicdan yalnız degildir" başlıklı konusması tam metin,

    http://www.taraf.com.tr/haber/42232.htm
    3 ...
  26. 298.
  27. aldığı paranın hakkını verdiğini aldığı bir diğer ödül ile göstermiş yazar. diyorum yahu işte kaç paraysa söylesin ben vereyim de biraz da bu tarafa yazsın!
    4 ...
  28. 299.
  29. 300.
  30. 70'lerde "özgürlük" türküsüyle 80 darbesini çağıran ve ülkeyi talep ettiklerinin tam tersi istikamete iten komünistlerden biriydi zamanında. Şimdilerde de "demokrasi" türküsü çağıran liberal sosoyalist olmuş. genel yayın yönetmenliğini yaptığı taraf gazetesinde yazdığı aykırı yazılar ve ellerine tutuşturulan belgelerle ülkeyi tam tersi istikamete sürükleyen bir bukalemundur.
    1 ...
  31. 301.
  32. 17 nisan 1995'teki yazısı ile beni benden almış yazarımsıdır. (bkz: #6996770)
    burada sözlük yazarı ile bir derdimiz yoktur, yazısından ilham alınmıştır.
    Yav ahmetcim, kraldan çok kralcı olmak diye bir söz vardır. Siz liberaller, bunu çok yapıyorsunuz. aidiyet duygunuzun yokluğu beni benden almaktadır be arkadaş. Bu ülkede elinde şarap bardağı ile kadın memesini hunharca ellerken sizler, bir yandan da Türkiye'nin tüm meselelerine çözüm bulacağınız iddiası ile köşe yazarlığı yapıyorsunuz.
    yav kuzum, iki üç insana sokrates gibi görüşünü belirt ama böyle ikinci nesil sapmış sofistler gibi olmasın bunlar bari. Bak hukuki bir sorun yaşanması diye insaflı davranıyorum.
    Bırakın şu görüş belirtmeleri aradan kaç sene geçmiş hala aynı terane.
    bırakın bu tatavaları canım. *
    1 ...
  33. 302.
  34. -çocuklarının ismini ne koyacaksın çetin abi?
    -ne koyacam yaa. aaamet meeemet işte.
    tutmus sözünü çetin abi.
    (bkz: mehmet altan)
    0 ...
  35. 303.
  36. insan duygularını en iyi ifade edebilen yazar.

    edit: insan duygularını ifade derken, kadın erkek ilişkisinden bahsediyorum politik olaylarla ilgili yazdığı yazılardan değil.*
    edit 2: entry yi anlamayan arkadaşlar aşk üzerine yazdığı herhangi bir kitabı alıp okuyabilir.
    0 ...
  37. 304.
  38. birkaç gün önce yazdığı yazısında "kutsal mabed" diyerek anlatım bozukluğu yapan ve beni şaşırtan yazar.
    0 ...
  39. 305.
  40. kitaplarını cinsel ilişki betimlemeleriyle doldurarak ''kadınları anlayan yazar'' olarak nam salmıştır.''Sevişicek gibiyiz ama toplum baskısı şuydu buydu sevişemiyoruz kadınlığımı yaşamak istiyorum'' temalı kadın bunalımlarıyla bu kadar genele hitap etmesi düşündürücü.
    0 ...
  41. 306.
  42. zeki bir insan olduğu doğrudur. lakin ben bir 2. ali kemal vakası görmekteyim.
    0 ...
  43. 307.
  44. Çocukluktan gençliğe geçmeye çalıştığım dönemlerde yazarlık hayalleriyle dolu olduğumu gören babam,yanağını cama yapıştırıp, evin çaprazındaki caminin şerefesinde iftar zamanını haber veren ışıkların yanmasını, ışıklar yanar yanmaz bunu bağırarak haber verdiğinde büyüklerin aferinini almak için heyecanla bekleyen bir çocuğu anlatabilir misin' demişti.

    Yaklaşık kırk yıldan beri o çocuk aklımdadır.

    Hálá o sahneyi ve o çocuğu en iyi biçimde nasıl anlatacağımı bulamadım.
    Ama bu görüntü benim yazarlık temrinlerimden biri oldu.
    Babamın kendi çocukluğunun anılarının arasından çıkartıp bana yazı ödevi olarak verdiği sahneye kendi çocukluğumun anıları da eklendi.

    Evimizin hemen karşısındaki küçük cami.

    Ramazan geceleri mahallenin çocuklarıyla birlikte gittiğimiz teravih namazları, camideki büyüklerin bize başka zamanlarda pek de göstermedikleri bir şefkati göstermeleri, hálá çocuk aklımla ezberlediğim biçimde söylediğim ;allah umme salli ala'nın muhteşem melodisiyle dalgalar gibi kabaran o tuhaf coşku, namaz çıkışında hissettiğimiz o ağırbaşlı memnuniyet...

    Sahur vakti sıcak yataktan gözlerim yarı kapalı kalkıp sobası yakılmış salonda hazırlanmış sofraya oturuşum, galiba sadece ramazanlarda yapılan o yumurtaya bulanmış ekmek kızartmaları, demli çay, beni sevgiyle ve gururla bağrına bastığını düşündüğüm büyük bir kalabalığın parçası olmanın güveni ve sonsuz bir huzur.

    Allah'ı çok sevmiştim.

    Ondan benim anlamadığım kelimelerle söz ediyorlardı ama o benim için, beni sevmesini istediğim temiz yüzlü yaşlı bir dedeydi, oruç tuttuğum zamanlarda bana gülümsediğini düşünürdüm.

    Doğrusu ya ondan pek korkmazdım.

    Ama beni sevmesini isterdim.

    ilk kez okulda din hocası cehennemi uzun uzadıya bütün korkunçluğuyla anlattığında dehşete düşmüştüm, benim teravih namazlarında, iftarlarda, sahurlarda hissettiklerimle hocanın anlattıkları hiç birbirine benzemiyordu.

    O, beni çok korkutan, bana çok uzak, çok mesafeli, çok gazaplı, benim çocuk aklımın kavrayamayacağı çok ürkütücü bir güçten bahsediyordu.

    Biz dede-torun değildik.

    Beni sevmiyordu.

    Kötü bir şey yaparsam beni ateşlerin içine atacak, beni yakacak, bana acılar çektirecekti.

    Ben ona hiç böyle şeyler yapmazdım ki, ben onun için hiç böyle cezalar düşünmezdim ki, ben onu seviyordum, o niye beni ateşlerin içine atmak istiyordu.

    Çok korktuğumu, çok üzüldüğümü hatırlıyorum.

    Bir daha uzun yıllar camiye gitmedim.

    Din hocası benim çocukluk dünyamın en huzurlu hayalini, o soğuk yatakhanelerde uyumadan önce dua edip kendisine gülümsediğim, herkes bana yaramazlık yaptım diye kızdığında kendisine sığındığım ;yakınımı' benden koparmıştı.

    Sonra büyüdüm.

    inanmanın huzurundan aklın huzursuzluğuna geçtim.

    O çocukluk dönemimden sonra bir daha hiç dindar olmadım, oruç tutmadım, dua etmedim, namaz kılmadım.

    Lise yıllarında karşımdakinin inançlarına hiç aldırmaz, herkesin korktuğu bir güçten korkmamanın tuhaf lezzetiyle diğer çocuklarla kıyasıya tartışırdım, onlar Tanrı'nın varlığını kanıtlamaya çalışırlardı ben yokluğunu.

    Küçük bir çocukken inanmayı ne kadar sevdiysem, ilk gençliğimde de inanmamayı o kadar sevdim.

    Başkaldırmanın müthiş cazibesine kapılmıştım.

    Hayatın zıpkınlı acılarından beni koruyacak bir güç yoktu artık, her acı doğrudan tenime yapışıyor, o acıları taşımakta ilahi bir güç bana yardımcı olmuyordu.

    Yirmili yaşlarımda Ankara'da bir işçi kooperatifinde karımla birlikte epeyce sıkıntılar çekerek yaşarken komşularımız olan bir ;inançlı insanlar' grubuyla karşılaşmıştık.

    Gerçekten çok hoş insanlardı, yumuşaktılar, hoşgörülüydüler, benim gençlik saygısızlıklarımı kibar bir sabırla karşılıyorlardı.

    Aralarından bir tanesi eski bir kabadayıydı, iriyarı, güçlü kuvvetli bir adamdı, epey kavgaya karışmış, günahın her türlüsüne batıp çıkmıştı, sonra;inancı' bulmuştu.

    Beni sessizce dinler, ben sözümü bitirince ;Ahmet, kardeşim' diye başlardı lafa, beni;doğru yola' getirmek için uğraşırdı.

    Dini korkuyla değil sevgiyle anlatırdı.

    Zor günlerdi, babam hapisteydi, kız kardeşim hastaydı, karım hamileydi, beş kuruş para yoktu, bir yayınevinin zemin katında düzeltmen olarak çalışıyor, kazandığım paranın çoğunu kiraya veriyordum.

    O sırada hayatımdaki en iyi şey o dindar insanlardı.

    Dindarları sevdim.

    inançlarını paylaşmadım ama onlara ve inançlarına imrendim.

    Bana çocukluğumu, teravih namazlarını, sahurları, iftar sofralarını, huzuru hatırlatıyorlardı.

    Öfkeli değillerdi, çıkarcı değillerdi, haramdan ölesiye korkuyorlardı, muhtaçlara yardım ediyorlardı, inançlarıyla böbürlenmiyorlar, dini bir gösterişe döndürmüyorlardı.

    Onlara saygı göstermeyi öğrendim.

    Kendi inançsızlığımla onları kırmamaya özen gösterdim.

    Zor günlerde bir ;inançsıza' bağışladıkları dostluğu hiç unutmadım.

    Din hakkında düşünmeye başladım ;din bir afyondur' ezberinden ;din nedir' sorusuna geçtim, insanların ve toplumların hayatında dinin yerini merak ettim.

    Gerçek bir dindarla, bir müminle, dini gösterişli bir rozet gibi yakasına takanlar arasındaki farkı gördüm.

    içinde bir vahşetle, bencillikle hatta kötülükle doğan ve ölüm gibi karanlık bir yok oluşla varlıkları sona eren insanların gelişiminde, yaşama gücü buluşunda, ahlakı yaratışında, vahşetini sınırlayışında dinin çok önemli kültürel bir değer olduğunu fark ettim.

    Dindar olmadım, inançlı olmadım.

    Hálá da değilim.

    Hiçbir zaman da olmayacağım herhalde.

    Ama din fikrini, gerçek dindarları seviyorum.

    Tanrı'yla ilişkim ise anlatılması çok zor çelişkilerle dolu.

    Varlığına inanmıyorum ama o varmış gibi hissetmekten hoşlanıyorum, annemin mezarına gittiğimde dua etmiyorum ama annemi ‘ona' emanet ediyorum.

    Artık ne ölümden ne de ölümden sonrasından korkuyorum ama öldükten sonra sevecen bir ışıkla karşılaşıp yaramazlık yapmış küçük bir çocuk gibi ona sığınıp gülümseyeceğimi aklımdan geçiriyorum.

    Din hocası cehennemi anlatana kadar süren kuvvetli bir inanca dayalı ilişkim' şimdi bir başka biçimde sürüyor, onun adına yeryüzünde cehennemi yaratanları, onun adıyla gösteriş yapanları, onun adına benim gibi inançsızlara' öfkelenenleri, onun adını sadece insanları korkutmak için kullananları onunla' arama sokmuyorum.

    Tanrı'dan bir beklentim yok.

    Ona duyduğum sevginin, eğer o varsa, bir beklentiden ya da bir korkudan kaynaklanmadığını o biliyor.

    Günahkar olduğumu da, babasının sevgisine sığınan biraz şımarık bir evlat gibi bu günahları işlemeye devam edeceğimi de.

    Din adına dehşet salanlar ne derlerse desinler, başkaları için kötülük düşünmeyenleri onun affedeceğine inancım tam, benim tanrım her şeyden öncebaşkaları için kötülük düşündün mü' diye soracak bir tanrı.

    Başkaları için kötülük düşünmezsem, onun varlığına inanmasam bile beni affedeceğini sanıyorum.

    Affetmezse de gücenmeyeceğim.

    Çocukluğumda tuttuğum oruçların, oturduğum iftar sofralarının huzurunu hiç unutmadım.

    Bugün, bir tek kez öyle bir huzurla iftar yapabilmek isterdim.

    O huzuru hissedenler, dilerim, o huzuru gereksiz öfkelerle bozmazlar.

    Ben bir daha o huzuru bulamayacağım.

    Ama,yanağını dışarının soğuğunu hissederek cama dayayıp, evin çaprazındaki caminin ışıklarının yanmasını bekleyen' çocuğu anlatmayı hep deneyeceğim.

    Sanırım bunu hiçbir zaman tam da beceremeyeceğim. *
    2 ...
  45. 308.
  46. 309.
© 2025 uludağ sözlük