10 yıl önce 8 yaşında, depremin ne olduğunu bilmeyen bir çocuk için anlaşılması zor fakat korku veren doğal afetti.
gece uykuda yakalamıştı çoğu insanı. 45 saniye boyunca ölmeyi bekledi insanlar. üzerlerindeki duvarların başlarına çökmesini beklediler. bazıları bekledikleri gibi aramızdan gittiler. bazıları şanslıydı. depremin durmasıyla birlikte kendilerini dışarı atabildiler. ama korkuları geçmemişti. geçemiyordu sakinleşemiyordular. çünkü artçı depremler devam ediyordu ve patlama oluyomuş gibi sesler gelmeye devam ediyordu. kötüydü, çok kötüydü.
daha kötüsü ne biliyomusunuz? aradan geçen 10 yıl boyunca her hangi ciddi bir önlem alınmadı. insanların acısı daha geçmemişken muhtemel istanbul depremiyle türkiye nin 50 yıl geriye gideceği iyi senaryolar arasındayken nasıl bu kadar vurduymaz olabilir baştaki insanlar. işte daha kötü olan bu. hiç kimse önlem almıyo. araştırmalar yapılıyo, depremin şiddetinin büyüklüğü tahmin ediliyo, senaryolar yazılıyo fakat çok ilginçtir ki türkiye o güne doğru yavaş yavaş yaklaşırken hiç bir önlem almıyo.
kimilerine göre allah'ın gazebını hak eden insanlara verilen felaket. o kadar aymazlaşabiliyorlar ki bunlar o insan yapımı tabutların altında kalıp can çekişen türbanlı kadınların suratına tükürürcesine ayet yorumu yapıp "7 4 yetmedi mi" gerizekalılığı yapabiliyorlar.
birilerine göre allahlarının masum insanlara verdiği gazap. bana göre insanın insana yaptığı zuküm, cinayet.
kimileri içinse dinlerini dayatmak için malzeme haline getirilen bir ceza. eğer varsa tanrınız kendisini sizin bu hastalıklı zihniyetinizden korusun.
uzun bir müddet geceleri uyuyamama, psikolojik tedavi görme sebebi. dönüp baktığımda aklıma ilk gelenler; enkazdan çıkardığımız vücudundaki tüm kanı boşalmış, kağıt gibi olmuş insanlar, kolonun altında kalan bacağını kasaturayla kesip kurtulmaya çalışanlar ve sırf pintilikten duvara monte edilmemiş allah'ın belası bir dolap yüzünden uçup giden bir peri kızı... ha, unutmadan benim beyaz camda ilk görünüşüm de o zamana rastlar. sanki şimdi çok medyatikmişim gibi kurdum cümleyi ama idare ediverin. inegöldeki abilerim bana bir türlü ulaşamayınca öldüğümü düşünmüşler, 'ne olurdu ısrar etseydik kalması için? 16 ağustos'ta gitti 17 ağustos'ta depreme yakalandı' diye üzülürlermiş. hatta o derece ki; bıraktığım tişörtü dükkanın duvarına asmışlar. sonra bir gün tv izlerken bir moloz yığınının üstünde oturmuş sigara içen uzun saçlı bir yiğit görmüşler. valla haberim yoktu, bilsem öyle plajdaymış gibi uzanıp sigaramı tüttüreceğime başımı ellerimin arasına alıp acılı pozlar verirdim. sanmayın sakın birilerinin ölüsü üzerinde keyif çatmayı seviyorum, sadece ufak bir mola vermiştik.
adapazarı'na gelen yardımların gönüllüler ve görevliler tarafından iç edilmesine de şahit olduk, evinde en ufak bir hasar, can ve mal kaybı olmamasına, ocağı tütmesine rağmen sırf 'domuzdan kıl koparmak' düşüncesiyle gelip çadırlarda yemek yiyen, dağıtılan giyecekleri kapış kapış alan bencil, karaktersiz insanlar da. hatta bazıları o kadar alçaklaşmıştı ki, buralardan topladığı ayakkabı, elbise vb. eşyayı götürüp köyündeki çocuklara dağıtıyor ve sevaba giriyordu güya. 'bunda ne var'demeyin, ordaki kimsenin ihtiyacı yoktu buna. depremde kimsenin burnu kanamamıştı. fakat oranın uyanıkları devletten yardım alabilmek için viran durumdaki evlerini bu doğal afet sebebiyle kaybettiklerini beyan ediyor, hatta bununla yetinmeyip evin kirişlerine, kolonlarına balyozla saldırıyorlardı. ikinci derece hasar yetmedi, üç beş balyoz salla tazminat kabarsın.
sırf halk izleyip de 'ah canıım ne kadar duyarlılar' desin diye numaradan arama çalışmalarına katılan fakat tırnağı kırılacak diye taşları özenle yavaş yavaş kaldıran medyatik şahsiyetler de gördük. zaten kameralarla birlikte onlar da kaybolup giderlerdi. tam donanımlı akut gönüllüsünün girmediği enkaza üstünü çıkarıp dalan, yaralıyı çıkarttıktan sonra oturup elindeki kuru ekmeği gözyaşları içinde yiyen yağız anadolu delikanlısı o asker var bir de. cahil, köylü, bağnaz, yobaz dedikleri bu samimi çocukların insanlığı aklıma geldikçe hala tüylerim diken diken olur. neredeyse tüm cemaatler, sedat peker gibi babalar yemek çadırları açarken bizim stk'lar neredeydi düşünürüm hala. gel de kız şimdi sakarya halkına oylarını akp'ye veriyor diye!
ve politikacılar, ve çifte standart... rahmetli ecevit, bakanlar, milletvekilleri bir sürü siyasi geldi ifadesiz yüzleriyle. sadece başbakanın hüngür hüngür ağladığını 'lütfen adapazarı'na yardım edin, burada durum çok fena' diye yalvardığını hatırlıyorum. kalanları ise süslü festival öküzleri gibi salındılar ortada yalancı bir keder yapıştırılmış suratlarıyla. sonra devlet yardımları başladı, yalova bakan memleketi olmanın avantajıyla kısa sürede toparlanırken, zırnık koklatılmayan adapazarı halkı ankara'ya kadar yürüme eylemi yaptı. yetmiş civarında binası yıkılmış, altmışsekiz ölü vermiş karasu ilçesi afet bölgesi kapsamı dışında tutulurken kahramanmaraş'ın bilmem ne belediyesine yardım yapıldı. e haklılar tabii, belediye binasının sıvaları dökülmüş. yoksa birinin belediye başkanının fazilet partili, diğerinin ise mhp'li olmasıyla yakından uzaktan alakası yok.
hep gam hep kasavet nereye kadar değil mi? bir komik anı sıkıştıralım bari araya:
fransız kurtarma ekibi bir enkazdan ses geldiği duyumunu alır. uzun uğraşlar sonucu adama ulaşırlar. yukarı çekerlerken 'iyi misin, bir yerin acıyor mu' diye sorarlar ama bunlar asil adam bilirsiniz, kolay kolay fransızca'dan başka dil konuşmazlar. tam bir çark caddesihafızı olan depremzede bunlara doğru kocaman olmuş gözleriyle bakarak ' eeh amına koyim ne depremmiş! ta fransa'dan çıktık' der.
neydi tüm bu yaşananlar? kimilerinin dediği gibi hizaya gelmemiz adına gönderilmiş bir felaket mi yoksa normal bir doğa olayı mı? kader nedir diye soruyorum çoğu zaman kendime. acaba o gün bir arkadaşta kalmış olsaydım ben de ölecek miydim?
peki ya o deprem sadece bir gün önce olsaydı şimdi yine gökyüzünden el sallıyor olur muydun bana? yoksa o kahrolası moloz yığınının altından beni de seninle birlikte mi çıkarırlardı?
soruları bir yana bırakıp, öldüğümü düşünen çok sevgili bir abimin şiirini ondan izinsiz buraya yapıştırarak kaçızlarım. allah tekrarını yaşatmasın.
''saat gecenin üçü be halil
saat gecenin tam üçü...
sen yoksun.
ekmeğim var,tuzum da ve hatta soğanım da
bir sen yoksun yanımda
bir sen yoksun be halil.
saat gecenin üçü be halil
saat gecenin tam üçü...
bir bekçi düdüğü böler sessizliğini gecenin,
bir de köpek havlamaları.
saat gecenin üçü be halil,
saat gecenin tam üçü
bir de benim ağlamalarım.
saat gecenin üçü be halil,
saat gecenin tam üçü...
neyleyeyim?
ben üstü açılmış bebelerin,
üstünü örtmek için nöbetlerdeyim.
saat gecenin üçü be halil
saat gecenin tam üçü.
dördü hiç olmayacak
dördü hiç olmayacak''
10 sene öncesine bakıp gülmek gerekir. her 17 ağustos günü basında aynı kli$eler:
"ne önlem aldık?!"
almadık. almıyoruz. almayacağız. türk milletinin son gün sendromu yüzünden her $ey böyle oluyor. bir önlem alınması için illa birilerinin ölmesi gerekiyor. sadece deprem konusunda değil bu. japonya'da 7.2 büyüklüğünde değrem oluyor, kimse ölmüyor. neden? ke$ke artık iktidar çalmaktan ba$ını kaldırsa da böyle bir günün bir daha ya$anmaması için çalı$sa. olsun, çalı$masın, kendileri bilir. tanrıya $ükür deprem adam ayırt etmiyor. geldiği zaman herkesin evini yıkıyor. senin de evin zor da olsa yıkılır elbet. de mi tayyep? de mi çiller? üzülmeyin artık. saklayın üzüntülerinizi. bu son felaket değil. daha gelecek. o zaman üzülürsünüz kalanıyla. gazetede de yazıyordu; "deprem ku$ağında dünyanın en tehlikeli ikinci bölgesi istanbul" diye. öyle i$te...
eğitimsizliğin göstergesidir. o döneme kadar, hiç deprem görmemiş olan 'ben'in ne yapacağını bilmeden, salak salak ortalarda dolaştığı depremdir.
gecenin bir köründe, bir panikle uyandırıldım. annem; 'kalk mengü deprem oluyor' diyordu. ilk gördüğüm şey, sarkık olan avizenin en altının, tavana vurduğuydu. korkmam gereken bir zamanda hiç korkmamıştım. çünkü, o vakte kadar, hiç deprem görmemiştim. sadece filmlerde izlediklerim vs.
sonra evin holünde salak salak dolanmaya başladım. o sırada hala sallanıyorduk. çabucak giyinmiştim. anneme, babama baktım. durum şöyleydi; annem saçlarını tarıyor, babam ise anahtarlarını ve paralarını arıyordu. bir tek mantıklı olarak annemin; kapının eşiğinde dur dediğini hatırlıyorum. sonra aşağıya indik.
ertesi gün eve döndüğümüzde, televizyonda, bir depremin neler yapabileceğini gördüm. yıkıyordu. insanlar kurtulamıyordu. halbuki, deprem sırasında birinin öleceği, ya da benim öleceğim aklımın ucundan geçmememişti. eğer depremin ne olduğunu bilsem, öyle mi davranırdım? her iki tarafta da hata var. devlet ve biz. kendimiz de öğrenebilirdik; ama devletin de öğretmesi gerekiyordu. lakin öğrenmemin en acı şeklini yaşadık. yaşayarak öğrendik. şimdi en küçük sarsıntıda ne yapabileceğimizi biliyoruz. deprem gelmeden önce, evimizin güçlendirilmesi gerektiğini biliyoruz. çünkü ölüyoruz lan. onca yıl uğraş sonra 2 dakikada öl.
bugün 17 ağustos 2009. 10 yıl önce bugün gece 03:02'de binlerce kişi öldü. binlerce kişi bugün cennetten marmarayı izliyor hüzünle. binlercesi hala atamadı üzerinden depremin etkilerini. kimi sakat kaldı kimi daha derinden yaralı. bugün herkes yasta herkes sizi düşünüyor unutulmadınız. unutulmayacaksınız.
o zamanlar bir slogan doğurmuştu; "bir daha oy vermeden önce 45 saniye düşünün" şeklinde. depremin hemen ardından hükümetin duyarsızlığını, programsızlığını ve omurgasız bir biçimde depremi yeni vergilere bahane olarak görmesini oldukça iyi iğneleyen bir mesajdı bu. söz konusu hükümeti oluşturan tüm partiler genel seçimde meclis dışında kalmıştı...
1999 da yaşanan deprem bir doğal felaketin yaşattıkları ve sonuçlarından ziyade türkiye'de insan yaşamının ucuzluğunu ve kirlenmiş siyaset tarafından iğdiş edilmiş bir yıkımı göstermesi açısından oldukça trajiktir.
sarsıntı anını hatırlamasamda, diğer tüm ayrıntılarını hatırladığım gecedir. o zamanlar annem sabaha kadar kitap okumayı huy edinmiş, aslında o gece belkide ailemizin hayatını kurtarmıştır. kedimizin huzursuz huzursuz oraya buraya koşturmasına anlam verememiş, ona ayar vermek için ayağa kalktığında sallantının tam göbeğine düşmüştür.
evdeki kargaşadan sonra tüm apartman güruhu evin altındaki koca bahçede oturup kaygılarını paylaşırken, bir kişinin eksik olduğu anlaşılır. kimse apartmana girmeye cesaret edemez, ama aradığımız yanıt çay bardağının içinde dönen bir kaşık sesi ile gelir. ve 50 kişi kafasını bizim evin balkonuna uzatır. babam balkonda kendisine çay demlemiş, ekmeğine yağ sürerken 50 kişiyle göz göze gelir, ve ağzı dolu bir biçimde eliyle bizi işaret ederek ' orada keklik gibi oturmuşsunuz, apartman devrilse hepiniz bahçeye gömüleceksiniz. en azından iki lokma bir şey yiyeyimde karnım aç gitmeyeyeim. ' der. 50 kişi dumur olur, herkes bir an biribirine bakar, sn.korkusuz evden zorla çıkartılıp keklikler ordusuna katılır, ve arabalarla açık alanlara dağılınır.
tgrt spikeri deprem bölgesinden yayin yapiyordu. o an kurtarici ekip enkaz'in altindan bir ceset cikarir, spiker cesede bakar ve gözlerine inanamaz.
"bu bizim tarik ya! arkadaslar bu bizim tarik! yasiyor mu? nereye götürüyorsunuz o'nu?!" diye hickira hickira aglayarak haberi devam sunar. tarik enkaz altinda can vermistir.
o an bogazimda olusan dügüm hala yerinde durmaktadir.
raflardan düşen kitaplar, kırılan bardaklar, sallanan lambalar, devrilen birkaç eşya ve depremi izleyen arabada geçmiş korku dolu birkaç gün ile kurtarmıştım ben, aslında bunlar bile küçük ben için oldukça korkutucu ve etkili olmuşken, binlerce insan yakınlarını, her şeylerini kaybetti. şüphesiz bir cehennem yaşandı 17 ağustos sabahı, ve o sabahı yaşayanlar hayatları boyunca bunun izlerini taşıyacaklar, kimisi sığ, kimisi derin...
büyük acılar yaşatan gölcük depreminin olduğu gündür.
ayrıca bugün ve bu dakika o içler sonuçlara yol açan acısı doğal afetin yaşandığı günün yıl dönümüdür. ölenleri hüzün, sevgi ve rahmetle anıyoruz. mekanları cennet olsun. bu acıyı yaşamış bütün insanlarımızın acılarının en çok hatırlandığı bu gün ve dakikada bu insanlara allah'tan sabır diliyoruz.
(bkz: deprem öldürmez bina öldürür) sloganının en geçerli olduğu olaydır. çok acı bir yaşam tecrübesidir. bende bu tecrübeyi tadan kişilerden olarak söylüyorum ki, tedbirli bir şekilde bulunulursa bir sonraki felakette hasar, kayıp vb. oranlar azalır.
aradan on yıl geçmesine rağmen hala çok katlı binalarda uyuyamama, her sese kulak verme, her kıpırtı karşısında paniğe kapılma sebebim olan depremdir...
birçok akraba, komşu, arkadaş ve ilkokul öğretmenimi bir daha göremeyecek olmamın sebebi olan depremdir demek daha kolay ama, asıl sebebin çürük binalar yapan ve ceplerini doldurup hala yan gelip yatmakta olan müteahhitlerde olduğunu bilerek yaşamak zorunda bırakılma sebebimiz olan depremdir.
o gün ve sonrasında yaşananları unutturmama uğruna, saplantılı bir insan olarak görülme riskini göze alarak; bunları yaşamayanlara veya yaşadığı halde unutanlara sürekli anlatmama sebep olan depremdir.
Kuran-ı Kerim 7. sure 4. ayet 7.4;
'Biz nice ülkeleri yıkıma uğrattık. Geceleri uyurlarken ya da gündüzün dinlenirlerken Bizim zorlu azabımız onlara geliverdi.'
bu yukarıda yazdığımı 'aptal' yerine koyan yazarlara ithafen alıntıladım. şahsımca yazacak olursam; 10 sene önce bir ergen olarak saat 03 gibi uyuyordum. sabah kalktığımda elektirikler kesikti pilli radyodan öğrenmiştik ailecek. o zaman tam kavrayamamıştım olayı ama yıllar geçtikçe daha iyi anlar oldum. evsiz, barksız kalan ve yakınlarını yitiren onca aile. içler acısı bir durum. Allah (c.c) bizlere bir daha böyle felaketler vermesin. *
10 yılın üzerinden silindir gibi geçtiği kıyamet gecesi.
o gün israfil sur üfledi sanki..
şu an bulunduğum odadaydım. uyuyordum.
birden bir gürültü, uyanmak istemiyordum. ama uyandırdı, merak ettim.
yatağın karşısındaki koca kitaplık ve dolap.. yahu nasıl anlatılır?
iki koskoca eşya nasıl yaprak gibi zangır zangır titrer? titrerken birbirlerine çarpışları.
hiç bir zaman unutamam o titreyişi.
sanki tahtadan değil de kağıttandı her şey.
dolaplar, duvarlar, tavan, yer, pencere, kapı, hepsi kağıttandı.
"kıyamet" dedim içimden, hala devam ederken sarsıntı.
ayağa kalkamadım, kağıttan tavan beni taşıyamıyordu.
neyse ki babam beni yerden alıp eşiğe koştu, annemi görüyodum karşımda, sanki çok uzakta gibi.
seneler sonra betonarme binalarda deprem sırasında eşikte durmanın en büyük tehlike olduğunu öğrenecektim.
sonra uğultu bitti.
"baba noldu?" dedim. 80ler istanbul neslinin ilk depremiydi bu, deprem aklıma bile gelmemişti.
"deprem oldu" dedi.
dede babanne bayramoğlunda. deprem kocaeli diyorlar. kesin gitti dedim.
binanın altı kuyuydu zaten. sonra haber aldık, sorun yok.
telefonlar kilit.
dışarı çıktık, sabah ezanı vakti geri döndük. evde sallana sallana uyuduk.
ama çok acaip bişey. tam kafanı koyacaksın, yine her şey kağıt gibi titriyordu.
bu arada kartal sahildeyiz biz.
telefonlar çalışmıyor hala.
hani o yüzliralar döküp bir anda meşhur ettiğimiz "cep"ler, meğer iyi gün dostuymuş.
elektrik geldi. televizyona baktık.
helikopter canlı yayın.
"bütün yalova dümdüz sayın seyirciler! yaşam belirtisi göremiyoruz!"
annem koyuveriyor.
şerefsiz muhabir, bu olaydan bile reyting almak için, yalovada tek yaşam belirtisi yok diyor.
stadyumu görüyorum. daha yakın zamanda gittiğimiz annemin lise arkadaşı nursen teyzenin evinin ordaki stadyuma benzetiyorum. yok canım, değildir. inşallah değildir, bilmiyorum.
sonra, ilk deniz otobüsüyle yalova'da yaşayan annemin akrabalarının durumunu öğrenmeye gittik yalova'ya.
17 ağustos 2009, yalova. saat 8.30 civarı.
kıyamet bu değilse ahali, hiç bir şey kıyamet olamaz.. sabah kıyameti.
güneş doğudan doğmuştu ama kimse doğuya bakmamıştı bile. umurlarında değildi.
önce zafer sitesinin 1 sokak gerisinde annemin babannesinin oturduğu eve bakmaya yola koyulduk.
yolda, tadım balım dondurmacılarının yan binasında oturan teyzemlere de bakcaktık.
sahil.
çay bahçeleri. biçare sokağa fırlayan insanların belinde çay bahçesi örtüleri.
sokaklarda oturanlar. ağlayanlar. herkese birilerini soranlar.
ağlayanlar. haykıran, sükun eden. bir kalabalık. insan değiller sanki. duygu yok gibi.
bir eksiklik var havadaki kokuda.
yine seneler sonra düşündüğümde, o eksikliğin "umut" olduğunu anlayacaktım.
havada umudun kokusu yoktu. bir sürü insan, sersefil. sokakta.
teyzemin ev duruyor. ama teyzemler yok. en azından sağ çıkmışlardır.
fatih caddesi.
bir minarenin ortasından geçtim.
birsürü yıkık binanın, kağıt olmadan önce beğendiğimiz ahşap evin yıkıntısının yanından.
1 ay sonra içinden 7 ölü çıktığını öğrendiğimiz şu ahşap evin kağıt yıkıntısından geçtik.
istikbal! yok? meşhur istikbal yok?
sokak tarif ederken telaffuz ettiğimiz, "istikbalden 2 sokak sonra"nın istikbali yok?
havadaki umutsuzluk kokusu bulaşıcı. şaşırsak da şaşırmış tepkisi veremiyoruz.
büyük anneminizin evi, zafer sitesi yanı. zafer sitesi, yok?
adresi tarif ederken söylediğimiz zafer sitesi yok? bişiler var ama zafer sitesine benzemiyor?
kum ocakları gibi bissürü kum yığıntısı var?
ama büyük annenin evi duruyo.
sonra meteoroloji tarafına bi paşka eve bakmaya gittik, ordan dörtyola.
4-5 saatlik ağır tabanvay yolculuğumda, 13 yaşıma kadar yaşadığım her acının çok salakça olduğuna kanaat ettim.
bütün evler duruyodu bizimkilerin. ama bizim olmayıp da yıkılan o kadar çok ev vardı ki.
sokak başlarından sesler çalınıyor kulaklara. sokağa dönüp bakmaya korkuyoruz.
birileri çığlıklarda. gözüm ambulans arıyor, o bile yok.
o televizyolardaki arama kurtarma hedeleri, o ilk gün yoktu işte.
o gün komşu vardı belki yüzünü bile bilmedikleri, belki dükkan çırağı vardı adını bile bilmedikleri.
başka kimsecik yoktu. ne devlet, ne kızılay, ne akut, ne hastane, ne ilkyardım..
kağıtlar arasından "insan" kurtarmaya çalışıyorlardı "insan"lar.
insanlığın yegane gıdası "umut"tan yoksun, bezgin..
o gün hiç bi akrabamızı göremedik o kalabalık o hengamede.
o gün geri döndük, babannemin bayramoğlundaki yazlığına gittik.
çocukluğumuzun geçtiği plajda, çocukluğumuzun geçtiği kumlarda bi gece geçirdik.
deniz gelsin bizi yutsun diyeydi herhal, hangi akla hizmet..
cahillik işte, depremde nerde ne yapılcağını kimse söylemedi ki bu güne kadar bize?
uyumak ne mümkün. ay pasparlak. yandaki adam horluyo, acaba kim?
yerde, kumlar sanki elinle havaya atmışsın gibi hopluyordu.
kumlar da kıyamet oyunununa katılıp korkutmaca oynuyolardı.
o gece bayramoğlu plajı, hiç bir ağustos günü görmediği kalabalığı gördü.
halbuki konser de yoktu bu kez.
birkaç gün sonra telefonlar açıldığında sağ hallerinden haber aldık.
stadyumun orda oturan annemin arkadaşı ise..
doğru tanımışım televizyondan, o kağıt yıkıntısı, onun mezarıymış.
aylar geçti. bu sefer akrabaları çadırlarda ziyaret ettik.
sene geçti, bu sefer prefabrik dedikleri saçmasapan tenekelerde ziyaret ettik.
paramparça hayatları..
senede bir kaç kez gidip 10ar gün kalmak her seferinde, belki bir hayatı gözlemlemek için çok az.
ama oturup haline şükretmek için hiç de az değil.
sonra sonra hayatlar toparlandı.
sağlam durduğunu sandığımız evleri yıkıldı akrabalarımızın.
istikbalin enkazı süprüldü, sanki hiç olmadı.
istikbal'in sahibi ve ailesi kağıttan sağ çıkamamıştı, kızı hariç.
o da yeisine yenilip aklından olmuş..
o kağıt evler hep süprüldü, hep kalktı.
bomboş araziler vardı ara ara en kalabalık yerinde minik kentin.
iç burkan. kimbilir kaç umuda mezar olan.
10 sene geçmiş ha? geçti ya. silindir gibi geçti.
o boş araziler olmasa hala yer yer, depremi hatırlatacak hiçbir şey kalmadı yalova'da.
umutsuzluk kimilerini esir alırken, kimileri umutsuzluktan yıldı; umuda gene araladı kendini.
derinlerde kaldı acısı. görünen hiç bir şey yok.
bir yandan iyi, bir yandan kötü.
umudun bir yan etkisi vardır, sorumsuzluk.
bu bakımdan kötü.
insanların yüzlerinde ne olursa olsun bir gülümseme oldu hep.
bu bakımdan iyi.
şimdi o mermer taşlardan deprem anıtı var sahilde.
neden bilmem o kadar komik görünüyor ki..
aradan 10 yıl geçmesine rağmen zerre ders alınmadığı hala bazı ahmakların allah'ın takdiri sandığı ve araklayıcı mütehatitler yüzünden büyük can kayıplarının yaşadığı, ardından onlarca cin peri hikayesinin sıralandığı doğa olayı.
adının anılması bile tüm tüylerin ayağa dikilmesine yeten, benzerinin bir daha yaşanmaması dilenen olaydır. şimdi ben buraya ne yazsam, ne anlatsam yetersiz. bu entry de böylece kalsın o zaman bir köşede. bir daha benzerini göstermesin allah ve kimse bir daha çok büyük acılar yaşamasın dilekleri içinde...