bugün

nefis

Hikmet genç bir adamdı. Yalnız yaşamasa da içsel bir yalnızlık içindeydi. Bu yalnızlık bunalım, sıkılma ve hezeyanlar getiren türden bir yalnızlık değil, aksine; hayatı anlamlandırma şeklindeki teklik duygusundan kaynaklanan bir içe kapalılıktı. içe kapalı olduğunu kendinden başkası bilmiyordu.

Hikmet futbol izliyor, yemek yemekten zevk alıyor, çokça kitap okuyordu. Son günlerde çok az uyumuştu. Günde belki 3-4 saati geçmeyen uyku periyotları vardı. Bu onu daha da durağanlaştırmıştı. Bu durağanlığını yine kendinden başkası bilmiyordu.

Hikmet televizyonun karşısına uzandı. Meyve çayını yudumlarken bir adamın anlattığı şeyleri dinlemeye çalışıyordu. Adam ilginç şeylerden basediyordu. Benlik, ego, varlık, yokluk, ilizyon…
Hikmet adamın anlattıklarına bir yandan konsantre olmaya çalışıyor, bir yandan da meyve çayının verdiği etkiyle uykuya direniyordu. Televizyondaki adam “benlik” dedi, “benlik insanın kafasının içinde bir kral gibi oturur!”Hikmet adamı takip etmekte zorlanıyordu. Hatta bir ara kafası düşer gibi oldu. Adam konuşmaya devam etti: “benliğin ölümden daha fazla korktuğu bir şey varsa o da yok olmaktır.”

Hikmet adamın neyi kastettiğini anlamaya çalıştı. Ölüm bir yok oluş değil miydi? Hayır değildi. Benliğin ölümden daha fazla korktuğu ‘yok olmak’ kesinlikle başka bir şey olmalıydı. Bunları düşünürken Hikmet’in gözleri kapanmamak için büyük bir mücadele veriyordu. Televizyondaki adam devam etti: “Peki böylesine bir benliğin, insana ilk sözü ne olurdu?”

Hikmet’in bu soruyu tam olarak duyup duymadığını bilmiyoruz, çünkü hikmet o esnada uyku ile uyanıkık hali arasında bir yerdeydi. Ve bir sesin ona “ben benim sen de sensin” demesiyle gözlerinini açtı. Kalbi yerinden fırlayacakmış gibi atıyordu…