Akşam haberlerini izlerken midesine ağrılar girenlerin, "ulan eşşek sıpaları..." ile başlayan cümleler kuranların, özür dileyenlere sinir olanların tepkilerini dile getirdiği bir site...
az para kazandıkları için mi böyle çalışırlar yoksa böyle çalıştıkları için mi az kazanırlar anlayamadığım canlı türü !
dil sürçmesi ve ya yanlışlıkla yazılmış bir tanım değildir " canlı türü ". tanıdığım arkadaş, akraba ve ya mecburen muhattap olduğum ne kadar memur varsa neredeyse hepsinde gözlediğim ortak davranışlar, söylemler var. üstelik çalıştığı kurum fark etmiyor:
-aldıkları maaş hep çok azdır: ulan kim dedi sana memur ol diye, madem çok cevvaldin başka iş yapsaydın paşam.
-aslında çok çalışıyorlardır,çok yorulurlar, akşam eve gidince na bak şuraları çok ağrır, valla bak!: akşam dediği saat 17:00' dir en geç, artık ne iş yapıyorlarsa. gerçekten bu kadar çalışıyorlarda biz mi göremiyoruz acaba? nankörüz lan biz.
-aslında ben bakan olsam...: şimdi bu arkadaşlar meydanı boş buldumu çalıştıkları kurumdan tutunda memleketin bütün sorunlarına şıppadanak işi çözüverirler, yani çözülemeyecek hiç bir problem yoktur aslında yeterki azimli olunsun ve fakat iş karışık bir meseleyi halletmeye gelince yakar top misali vatandaş bir üst kata, bir yan masaya, bir öbür daireye şutlanır anacım.
-bu liste daha uzar gider ama tiksindim lan yeter artık
bu sezon benzerlerini çokça izlediğimiz ve işin kötüsü daha da izleyecekmişiz gibi hissettiğim bir maçtı. bu ne lan?! hadi eskiden ( çok eskiden ) cl' de yenildiğimiz hatta 0 çektiğimiz sezonlarda " tecrübe eksiğimiz var aabi! " derdik avunmak için. artık türkiye' yi cl' de biz temsil ediyoruz diye şişiniyoruz meydanı boş bulunca, e bu ne şimdi?! lan daha ne tecrübesi lazım? ulan cl' nin en tecrübeli ismi oynuyor bu takımda, daha kaç yıl ağrı kesici içip uyumak için debelenicez maçtan sonra? toplam değeri ne olursa olsun cl' de bulunan bir takım bu kadar mı aciz, silik, acemi, şapşal oynar ?
hadi gerzekçe bu takıma gönül vermiş olmayı, yine de bir umut deyip maça gitmeyi ve ya ekran başına çöreklenmeyi geçtim, e bilader avuç dolusu para harcıyoruz bu klüp için, gerekiyorsa daha fazla harcayalım ama bu takım paramızın karşılığı değil. bırakın taraftar olmayı, müşteri olarak bile fena halde kazıklanmış hissediyorum kendimi. nasreddin hoca hesabı " kedi buradaysa ciğer nerde, yok eğer bu ciğerse kedi nerde?"
işiniz gücünüz yok mu arkadaşım sizin? gidin çay filan demleyin, bünyeyi dinlendirin, harcayacak çok zamanınız varsa gidin bir yerlerden temin edin, okuyun henry kissinger ' in diplomasi isimli kitabını. daha halil inalcik demedim farkındaysanız!
zira kişisel tecrübelerimden edindiğim izlenim; kemalizm' e din yaftası yapıştıran , dinmiş gibi açıklamaya çalışan insanlar, genelde dinle derdi olan hatta epey dindar, sofu, muhafazakar, mutaassıp vb. insanlardır.
ikinci dersim isyanını ( ya da birinci tunceli isyanı ) körüklemek isteyebilecek bir aklı evvelin sözleri. ilk isyanın bastırılmasından hiç ders alınmamış olduğunun ve ya hafızalarının zayıf olduğunun da kanıtı olan sözler...
siz hiç antalya, tekirdağ, bursa isyanı ve ya adana, zonguldak, kayseri, artvin katliamı diye bir şey duydunuz mu? allah allah !
akıl ve mantık sınırlarını zorlayan, üzerinden neredeyse yüzyıl geçmesine rağmen hala dünyayı ağzı bir karış açık halde şaşırtan bir destanın yaşayan son neferiydi. onlar ki "imkansız" kelimesinin sözlük anlamını yeniden tanımlayan, ölüme koşar gibi " ilk hedefi akdeniz " e uçarcasına çağlayan, bu toprakları yeniden vatan yapan, bir milletin çelikleşmiş ifadesi olan bir ordunun neferleriydi...özgürlüğüne zincir vurmaya çalışanlara şaşan, kükremiş sel gibi bendini çiğneyip aşan, dağları yırtıp enginlere sığmayan taşan güzel insanların sonuncusuydu. dağların zirvesinde kara kışa inat açan son kardelendi, bizi sonsuz hüzünlere terk edip gitti, başı arşa değen o onurlu insanların yanına gitti...
kafir bizans kralının karşısında tir tir titreyen kalabalığın içinden ayağa ilk kalkan kişi olup " kara murat benim! " diyenin karizması gibi bi şey olsa gerek.
ülkeye dönüp dönmemesinin hiç bir öneminin olmadığı hoca efendi! hazret o kadar muktedir ki tee amarikalardan bilem yönetmektedir cemaati, partiyi, memleketi...bizde burda tepinip duralım döner mi dönmez mi diye? döner değil efenim kebap kebap, yoğurtlu hemide oh mis!
yayınladığı manifestonun ilk paragrafında "Bugün gelinen noktada Türkiye'nin temel sorunu, halka siyasi projelerin bir malzemesi olmaktan fazla değer vermeyen, demokrasiye, seçimle oluşan iktidarlara itibar etmeyen seçkinci anlayıştır." cümlesi ile aslında yaptığı onca laf salatasının hangi amaca hizmet etmek için yapıldığını gösteren hareket. özgürlük, demokrasi, insan hakları, eşitlik, hukukun üstünlüğü, sivil anayasa vs. vs.
bir hafta içinde 4-5 kez binerek seyahat ettiğiniz vakit başka hiçbir ulaşım aracının konforunu beğenmeyeceğiniz, dudak bükeceğiniz hızlı tren. evinizde koltuğunuzda oturuyormuşcasına sarsıntısız, sessiz ve hızlı. yani öyle böyle değil bayağı hızlı.
pop, rock, halk müziği, sanat müziği, arabesk, jazz ve ya rap hiç fark etmez sözlü müzikten yorulmuşsa kulaklarınız dinlendirmek, pasını almak ve hatta kulaklarınızın equalizer ayarlarını düzeltmek için birebir müziktir.
bir şehir ki yekpare sanat eseri. bildiğiniz alelade apartmanların dahi dış cephesi irili ufaklı heykelciklerle süslenmiş. köprülere, heykellere, binalara, geniş meydanlara, fıskiyeli havuzlara ve katedrallere aval aval bakmaktan yüzüm gözüm döndü. louvre' u tarif edemeyeceğim. bu şehri gördükten sonra istanbul' umuzun haline gerçekten üzülmemek elde değil. anlatacak ne çok şey var fakat kelimeler yetersiz cidden kalıyor her faninin 3 günlüğüne bile olsa görmesi gereken bir şehir. son olarak fransız kadınlarını görmeden zarif kelimesini yerli yersiz kullanmamanızı tavsiye ederim
kimilerine göre alavera dalavera ile kimilerine göre de sistemli düzenli bir ekip işi sonucu fenerbahçe' nin süper lig' de ki diğer takımlarla arayı yavaş yavaş açıyor olması. **
2006'da van-yüksekova arasında oldukça eski model bir kamyonun arkasında gördüğüm yazı beni benden almıştır, bu kadar esprili ve orjinaline daha rastlamadım:
sen git ben geliyem *
neredeyse 18. yüzyıldan bu yana fransa, ingiltere, almanya, avusturya ve rusya tarafından uygulanan güç dengesi politikalarını artık çağdışı bulan ve şahane yalnızlık politikasını dışişlerinde son 200 yılda hiç sapmadan uygulayan abd, kaçınılmaz olarak birinci dünya savaşına bulaşmak zorunda kalmış ve bir anda hiç karışmak istemediği karmaşık avrupa siyasetinin içinde bulmuştu kendisini.
avrupalı büyük devletler 19. yy. boyunca irili ufaklı savaşlarla tepişirken güç kaybetmiş, abd pek etliye sütlüye bulaşmadan ( iç savaş derdinide atlatmıştı ) ekonomik ve askeri büyümesini tamamlamıştı. doğal olarak bu kadar büyüyen bir devlet daha fazla kendi kabuğuna çekilmiş bir durumda kalamazdı.
fakat klasik avrupa diplomasisinden ve onun dayanak noktası olarak kullandığı güç dengesi politikasından adeta tiksinen ve savaş sonrasında uygulanmaya devam edilirse hiç bir problemi çözemeyeceğini ve sağlıklı bir barışın kurulamayacağını düşünen wilson, savaş sonrası yeni dünya düzeninin ve kurulacak barışın, klasik ulusal çıkar çatışması prensibine ve onun gereği olan toprak ve ya tazminat ödemesine bağlı değil eski dünya için yepyeni bir temel olarak dünya milletlerinin kötülüklere ( ? ) ve yayılmacı devletlere karşı ortak hareket etmesi prensibine dayalı herkesin bildiği wilson ilkelerini deklare etmiştir.
o zamana kadar avrupa için yepyeni kavramlar olan self determinasyon, düşmana karşı ortak hareket (bkz: milletler cemiyeti) gibi amerikanvari moral değer tabanlı ilkelerin nihai amacı, wilson ve dahi abd tarafından küçümsenen ve red edilen ulusal çıkar (bkz: realpolitik) (bkz: bismarck) merkezli politikaların uluslararası siyasetten silinmesi idi. savaşta müttefik olduğu fransa ve ingiltere' nin klasik kolonyalist emperyalizmini de şiddetle reddeden wilson, savaş sürerken dahi her fırsatta bu ülkelere hegamonyalarında bulunan ülkelere bağımsızlıklarını vermelerini dikte ediyordu.
savaştan yengi ile çıkmalarına rağmen takatleri tükenen fransa ve ingiltere; savaştan yenilgi ile çıkmasına rağmen gücünden ve ulusal birliğinden neredeyse hiç bir şey eksilmeyen almanya' nın karşısında dik duramayacaklarını bildiklerinden adeta elleri mahkum bir şekilde wilson ilkelerinin kılavuzluğunda hazırlanan versay antlaşmasını imzalamak zorunda kaldılar. ve klasik barış antlaşmalarına göre oldukça hafif, az cezalandırıcı ve esnek olan bu antlaşma çok kısa bir süre sonra almanya tarafından delik deşik edilmiş ve ikinci dünya savaşına zemin oluşturmuştur.
dünya üzerindeki güç kürelerini ( alanlarını ) ve ulusal çıkar tabanlı savaşların tekrar yapılmasını engellemeyi amaçlayan wilson ilkeleri; bolşevik devrimi sebebiyle rusya' nın içine kapanması, ingiltere ve fransa' nın savaştan bitik çıkması, savaş sonunda dağılmadan kalan almanya' nın ulusal birliğini koruması ama en önemliside şahane yalnızlık politikasından bir türlü sıyrılamayan abd' nin ( aynı hatayı 2. dünya savaşı sonunda roosvelt ve truman tekrarlamıştır ) beceriksiz siyasi manevraları yüzünden hedefine ulaşamamış, ironik bir şekilde ilkinden daha yıkıcı bir dünya savaşına ve bunun sonucunda devam eden soğuk savaşa zemin hazırlamıştır.
maç bittikten sonra bir saat geçmiş ve benim suratıma yapışmış bir pişmiş kelle ifadesi...arada bi durup durup kendi kendime " ülen ne gol attı eşşek sıpası bee " diyorum kikirdiyerek.aklıma geldikçe hala sırıtıyorum, işte böyle bir maçtı benim için, ötesi laf...