Zamanında ben de herkesler gibi teoriler uydurdum. iki teorim vardı ve ikincisinin tutma şansı adım adım artmakta.
Öncelikle hank reyize bi selam çakalım. Ölürken söylediği "tanıdığım en zeki adamsın ama adamın kararı 10 dk önceden verdiğini anlayamıyorsun" deyişi, yüz ifadesi falan beni ve birçok hankier'i (amk bu nasıl bi hayran oluşumu) üzmüştür. Adam dizinin en baba, dürüst karakteriydi lan. Elin sikik rednecki mi harcayacaktı be.
Bundan sonra ise walt'ın toddgiller ve jesse'den intikam alacağı kesinleşti. bazı arkadaşlar walt'ın toddgiller'le işinin bittiğini söylüyor ama hem hank'i harcamalarını, hem parayı hüpletmelerini walt kolay kolay hazmetmez. hele bu son zamanlardaki walt hiç hazmetmez. O 5x1'de gösterilen silahlar bunun habercisi zaten. Fakat jesse'nin rolü ne olacak burada orasını kestirmek zor. Walt 52. yaş günü akabinde evine geldiği zaman evini yakan ve duvara "heisenberg" yazan jesse mi? Eğer öyleyse muhtemelen skyler'a ve çocuklara da zarar verecek. Öyle bi durumda walt'ın bütün çabaları boşa gitmiş olur. Bu durumda da şu an için bile ölmeyi hak eden jesse tamamen dayaklık olur.
walt'ın delikten risin alması ise şu an için muamma. "toddgiller'i öldürmek için" diyen olursa bunun bir dayanağı var mıdır? eğer toddgiller'i risinle öldürecekse silahları niye alıyor? buna mantıklı bir açıklama getirmek mümkün değil. fakat şu an için en mantıklısı risinle intihar olasılığı.
bir sorun da brock'un durumu. çocuk walt'a mesafeli yaklaşıyor fakat bir şey de söylemiyor. eğer onun zehirlediğini biliyorsa neden annesine söylemiyor? e bilmiyorsa bu mesafe niye? garip.
lost'ta 108 göndermesinin yerini breaking bad'de 307 almış sanırım. sürekli bir 307 göndermesi mevcut dizide. walt'ın para koordinatlarının toplamı 307, hank'in vurulma saati 3:07, skyler'in holly'i doğurduğu odanın numarası da 307. ayrıca walt'ın paranın yerini verdiği koordinatlar gerçekte dizinin çekildiği yerin adresiymiş.
5. sezonda gus'un ölmesinden sonra walt her ne kadar "evil" olsa da ailesi için polislerin orda olduğunu bile bile kendini feda etmesi takdire şayan. skyler'ı da temize çıkarmak için "beni hep durdurmaya çalıştın, yasadışı işler yaptığımı söyledin, hiç destek olmadın" gibi şeyler söylüyor. holly'i de teslim ediyor sonradan. eski walt hareketleri bunlar.
tabi bütün bu sorular, tahminler boşa çıkabilir, zira dizinin adı breaking bad. bb izleyicilerinin rastgele 100 tanesine "sizi breaking bad'e bağlayan şey nedir?" diye sorun, hemen hepsi "ha siktir dedirttiği anlar ve zekice detaylar" diyecektir. hepimiz sürüyle tahmin yapıp göt olmadık mı şimdiye kadar?
hepimiz dizi izledik, izliyoruz. game of thrones'daki entrikalar ve ilişkiler, shameless'teki samimiyet ve sıcaklık, spartacus'un karısı için yaptıkları, yaşadıkları, davası bizi diziye bağlamadı mı? gelmiş geçmiş en iyi dizi breaking bad diyoruz, bu yüzden işte. bu özelliklerin karması veya toplamı. asla temponun düşmediği, zekice hazırlanmış bir mükemmellik. yani kısacası, breaking bad, hayatın ta kendisi.
abi şöyle bir şey var, karikatürün kendisi tatlı. öyle aman aman güldürmüyo evet ama insan okuyor yani. fakat bu denli sevilmemesinin tek sebebi yediden yetmişe herkesin "sıç bok" "ene" "yenir ki bu" gibi sikimsonik kalıpları kullanması. olayın boku fazlasıyla çıktı artık, bazı kızlarda tatlı duruyor eyvallah da çoğu insana da yakışmıyor be bilader. koca koca sakallı adamlar fırat taklidiyle şirinlik yapıyor arkadaş. olacak şey mi? insan az utanır amk.
sözlükler aleminin en iyi yazarı vaudeville for vendetta'nın ekşide kelevelelis nickiyle yazdığı yazı. bari bir iki şey değiştireydin be birader, hiç mi utanma, çekinme, yakalanma korkusu yok.
en sinir olduğum insan tiplerinde top 5'e girer bunlar.
çok var bunlardan. sadece kıskanıldığı, herkesin onun gibi olmak istediği için sevilmediğini, nefret edildiğini sanan. yok arkadaşım, ben seni hakiki, safkan bir gerizekalı olduğun için sevmiyorum. ulan adam mallıkta nirvana yapmış, nefret edildiği söylenince "kıskanıyorlar beniii hahaytt ;)" savunmasına geçiyor. alllah belanızı versin be bilader, ne pis insanlarsınız. size diyorum size, hepinize be. rezil iğrenç yaratıklar... öhm, neyse.
Ak partili olmamama rağmen benim bile güldüğüm, sinirimi de zıplatan haber.
Olm borcun büyüklüğü falan pek bir şeyi göstermez. O borçları ödeyebilme kapasitesi belli eder ekonominin ne halde olduğunu. Cari açıktır, özel borçtur, boktur püsürdür. Öncelikle Ben bu haberi yapanların konçertosunu sikeyim arkadaş.
Ha, burdan ekonomimiz iyi anlamı da çıkmasın. Benzin uçmuş, zamlar üst üste geliyor, sıcak para üzerinden dönen ekonomi bizi nereye götürecek merak ediyorum. Çayımı çekirdeğimi aldım hayretle izliyorum.
abov. ergenliğimizin en büyük travmasının başlığı açılmamış.
çocukluktan ergenliğe geçişte anneyle yapılan alışverişlerde kabinde üst değişirken "oldu mu oğlum?" diye perdeyi aniden çeken annedir, hepimizin annesidir.
şakkk(perde açma sesi)
+ oldu mu oğlum?
- ya anne nopoyorsun ya? (atarlı ergen)
+ olmamış o, değiştir, küçük oldu.
- yo bon boğondoysom sono no? koroşma bono.
bu gibi nice diyaloglar ne çektirmiştir ergen bünyeye. bu çileyi çekmiş koca nesil yalnızken bile tedirgin olur kabinde.
pop müzikte bir eşik var; michael jackson eşiği deyu. hani 80'lerden 90'lardan kalan. hiçbir şarkıcının yakalayamayacağı kalitedeki albümler, şarkılar.
işte bu eşiği geçebilecek bi isim yok dünyada - bana kalırsa çok büyük bir mucize olmadığı takdirde hiçbir zaman da olmayacak - fakat o seviyeye çıkan bi isim var şu an. justin timberlake. aslında bu giriyi onun başlığına yazmam lazım ama timbaland'a yazmak istedim. zira cry me a river veya sexyback gibi şaheserlerde onun çok çok büyük bir payı var. jt'yi adam eden kişidir kendisi.
timberlake'nin şarkılarının yanında dansları, tarzı, hareketleri falan diğer şarkıcılardan çok farklı. herif komple bir pop ikonu. ama bu seviyeye çıkmasında ve o şarkıları yapmasında timbaland'ın payı kesinlikle yadsınamaz.
not: bi de şu youtube'a falan justin yazınca timberlake'den önce bieber geliyor ya.. neyse, bir şey demeyecem. elbet gün gelir devran döner.
eheh, sorunsal falan dedik de iyice havalı oldu. bu anlatacaklarımı mozart dinleyerek oxford üniversitesi'nde bitirme tezi yazarken değil, aksine evde çaykur didi eşliğinde aynur aydın dinlerken düşündüm. çaykur didi dedik de, ismi neden didi diye soranlar var. didi lazcada büyük demektir, e malum bu şişede baya büyük bir ebatta. çay da laz yöresiyle özdeşleşmiş bir içecek olduğu için olabilir diye düşündüm. kesin öyledir demiyorum. (bilgi içerikli entry)
bahsedeceğim şey farklı. meyve veren ağaç taşlanır diye bir mevzu var malum. hani işini iyi yapan insanlar aşağı çekilmeye çalışılır gibisinden. bence böyle bir şey yok, gerçekten yok. valla yok, yeminle yok. inan bana yok.
işini iyi yapan bi iki isme bakalım mesela. müzik sektöründen olsun bu kişiler. misal sezen aksu, ya da tarkan. siz bu isimlerin yaptıkları iyi işler yüzünden hiç aşağı çekilmeye çalışıldığına tanık oldunuz mu? büyük karalamalara ya da eleştirilere maruz kaldıklarını gördünüz mü? medya önüne çıkıp "önümüzü tıkıyorlar, bizi engellemeye çalışıyorlar, herkes seferber olsun lililililili" diye çığırtkanlıkları dikkatinizi çekti mi? çekmemiştir muhtemelen.
ama bak hülya avşar'a (aklıma ilk o geldiği için kendisini örnek verdim, yoksa piyasada yığınla isim var böyle). internette çoğu kişi tarafından yerden yere vurulur, ki bence eleştirmekte haklıdır insanlar. zira hiçbir konuda vasfı olmadığı halde kendisi her an ekranlarda görülebilmekte, kendisinden yetenekli onlarca kişinin önünü tıkamakta, azıcık güzel şeyler izlemek isteyenlerin sinir katsayısını yükseltmekte. tek başarısı bu kendisinin. ama kendisi eleştirildiği zaman kendisi ya da hayranları şu savunmaya geçiyor:
"kıskanmayınnn, meyve veren ağaç taşlanır!!"
hayır arkadaşım, meyve veren ağaç taşlanır değil olay. sen erik ağacıysan ve elma vermeye çalışıyorsan eleştirir insanlar. futbolculuktan başka meziyeti olmayan sergen yalçın jüri üyeliği yaparsa yerer insanlar. ağaç falan dediğime bakmayın, piyasadaki çoğu kişi ağacı geçtim, ottan farksız.
sen işini efendi efendi yap, kaliteli işler yap bak o zaman taşlanıyor musun taşlanmıyor musun? olmayan yetenekleriniz gözünüze sokulunca asabileşmeyin, dönün, kendinizi sorgulayın.
bazısı "kıskanma zgem, meyve veren ağacı taşlıyorsun, sen ne başardın ki bu hayatta yha :s" diyedursun, ben ikinci didimi açıyorum. (limonlu)
kimi zaman çok vakit alan fakat son derece zevkli olan eylem.
uzun zamandır beklenilen albümün dinlenilmeye başlanılmasıyla başlar bu süreç. çok sevdiği sanatçının çok seveceğini umduğu albümünü dinlemeye başlar birey, ama o da ne, tüm şarkılar aynıdır. hepsi ama. bu nasıl albümdür, neden aldımdır, keşke başka bir şey alsaydımdır.. uzar gider bu sorular. dinleme isteği kalmaz kişide. fakat ilk kez albüm alan babayiğit bilmez ki o şarkılar zamanla serpilecek, büyüyüp baba evinden kocaya kaçan genç kızlar gibi bir bir kopacak albümden, bambaşka anlamlarını açacak kişiye, farklı biri yapacak onu. hele bir de albüm kaliteliyse, yeni şarkıların güzel olduğunu keşfetmenin hoşnutluğu gurur ile karışıp dinleyiciye değişik zevkler tattıracak. (aklınız hemen kötüye gitmesin lan, müzikal zevk)
bir şarkı dinlenip onun kötü olduğu söylenebilir; ama bu yorum albümler için biraz acımasızca olur. zira albüm konsept albüm ise veya albümdeki şarkıların ortak noktası bolsa uzun süre dinlenip albümün genel kalitesine karar vermek daha mantıklıdır.
hak ettiği yer teoman, kaan tangöze gibilerin yanıyken underrated kalmış, eksiği değil hatta fazlası olan adam.
çözemedim abi, inan çözemedim. yatıp kalkıp bunu düşünüyorum, aşk acısı bu kadar koymaz yeminlen. kargo gibi türkiye'ye rock müzik kültürünü getirmiş şahane bir grubun solisti ol, popüler şarkılar yap, gruptan ayrıl solo olarak hine güzel işler yapmaya devam et ama adını kimse bilmesin. olacak iş değil mınıke.
ses bu adamda (ki bence türkiye'nin en iyi 3 erkek vokalinden biridir), söz yazarlığı bu adamda, karizma da var, tip desen bana kalırsa gayet iyi, yakışıklı adam. e ne eksik birader diye düşünüyorsun haliyle di mi? bak teoman'a. tipsiz herif yaptığı şarkılarla ortalığın mına koydu, illa aykırı mı olsun bu adam da arkadaş. şöyle efendi efendi işini yapan düzgün adamların arka planda kalması yeminle kanıma dokunuyor usta, yemeden içmeden kesiliyor, akşama tavanı izliyorum.
son albümü de gayet güzel olmuş ayrıca. yaptıklarının yapacaklarının teminatı olduğunun göstergesi olmuş bir nevi.
not: lan giriyi şöyle bir dönüp okudum da, inceden yazmışım herife. erkeğim lan ben. hatta yakışıklıyım, 180 boyundayım. saçlarım sarı - kızıl arası. bir evim bir arabam var. taliplerimi bekliyorum (mesajımızı da verelim hehe)
ezbere dayanmadan, araştırarak fikir değiştirdiği için eleştirilen aydın.
bu eşiği aşmamız lazım işte. fikir değiştireni dönek diye nitelemeyip, o fikri neden değiştirdiğini sorguladığımız zaman bir şeyler değişecek bu ülkede. mantıklı ve destekli bir fikir altyapısı olduktan sonra isterse tazmanya'daki bir kabile inanışını savunur, kime ne? ne güzel demiş ünlü şair cenap şahabettin:
Az ya da çok birçok kişinin çocukluğuna etki etmiştir bu geyikler.
1. Geyik: "çinliler aynı anda sıçrarsa büyük bir deprem olur" yılların efsanesi bu. Çinlilere acayip bir şekilde illet olmamı sağlamıştı zamanında. Zaten çin seddi gibi bir yapıyı inşa ederek korkaklığın kitabını yazan çinliler iyice düşmüştü gözümden.
2. Geyik: "su ile çalışan araba yapanları petrol ofisi kaçırıyor" bu da eskimeyenlerden. Babam her benzin aldığı sırada korkuyla karışık garip bir his kaplardı içimi.
3. Geyik: arı maya kokulu silgi kanser yapıyormuş. En bilineni ve yaygını bu. Çoğu gencin kokulu silgilerden uzak durmasının yegane sebeplerinden.
tabi bunların yanında eskiden erkekler de doğuruyormuş veya sınav sorularını bu sene tubitak hazırlıyormuş gibi efsaneler de hafızalardadır.
Lisede bir arkadaş kendinden iki yaş küçük kızdan hoşlanıyordu fakat bu işlere biraz yabancı olduğu için ne yapması gerektiğini bilmiyordu. biz biraz gaz verip çocuğu ikna ettik ve eğer çok utanıyorsa facebooktan yazmasını söyledik.
Buraya kadar normal, her gencin başına gelen şeyler. Fakat asıl olay arkadaş kızla fb üzerinden konuşurken olmuş. Naber nasılsın muhabbetinden sonra kahramanımız hayalinin telefon numarasını almak için şu cümleyi kurmuş:
"şey benim telefonum denize düştü de, varsa senin numaranı kullanabilir miyim?"
ne lan bu? facebook, twitter eski sevgili iletilerinden geçilmiyor. herkes bitti, takmıyorum ayağı yapıyor. sanki her şeyi unutmuş gibi yoluna devam ediyor.
bende durum farklı ama bak. hayatımda bir kere aşık oldum ben, tek. ilk kez onu öptüm, ilk kez onun boynunun kokusunu çektim içime, ilk kez onun saçlarını okşadım, ilk kez ona içimden gelen upuzun mesajlar yazdım. ilk kez onun için ağladım.
olayın terk etme, ayrılma, bırakıp gitme boyutunda değilim. o kuyruk acısı yüzünden zaten kötü hatırlanıyor eski sevgili. güzel bir söz vardır:
"insan ayrıldıktan sonra kendini içkiye vereceğine sodaya verse daha faydalı olur; zira sorun unutmak değil, hazmetmek."
halbuki benim yaşadıklarım aklıma geldikçe gülümsüyorum. arada özlüyorum. yaşadıklarımı da, onu da. eskisi gibi aşık değilim belki ama hine de özlüyorum. gözlerim dolar gibi oluyor. sezen aksu ve bomonti eşliğinde yad ediyorum onu. suçu kendimde arıyorum.
bir hafta önce mesaj yazmak geldi içimden, yazdım da bir şeyler. numarası telefonda yok ama ezberimde hala. yolladım. bekledim, gitmemiş. numarası değişmiş sanırım, iyi ki de gitmemiş belki de. %99 cevap atmayacaktı. belki de atardı, bilmiyorum.
özlemenin yanında sahiplenme, aidiyet, tam anlamıyla unutamama gibi şeyler olayı farklı yere çekiyor. başkasıyla fotoğraf çektirirken, dans ederken için bir sızlıyor böyle. kaldıramayacak gibi oluyorsun. gözlerin kararıyor. hak etmedim ben bunu diye hayıflanıyorsun biraz. ama aşk acısından tamamen bağımsız bir duygu bu, dur bir şey anlatayım bak.
geçen sene sümela'nın şifresi diye sikimsonik bir film çıkmıştı Hatırlarsan. arkadaşlarla komple o filme gitmiştik, o da vardı. sinemanın bir sırası komple bizim grup olmuştu nerdeyse. o uzağımda kalmıştı ama öne çıkınca görüyordum sevdiceğimi. zaten gözlerim iki saniyede bir ona kayıyordu istemsiz. her neyse, bu filmde alper kul bir karakter canlandırıyo, temel diye. bu bir kızı seviyo, kavuşamıyo falan. şimdi izlesem gülüp geçeceğim basitçe çekilmiş sahnelerde öyle bir garip oluyorum ki. o sahneleri izlerken bile gözlerim doluyordu benim, ona bakıyordum ama o pek oralı değildi. abi sümela'nın şifresi diyorum bak. dünyanın belki de en trişka komedi filminde 30 saniyelik sikindirik aşk sahnesinde ona bakıp ağlayacak gibi oluyordum.
serdar ortaç, tan gibi isimlerin slow şarkılarıyla duygusal komaya giriyordum.
şimdiki ise garip bir sızı. kaldıramama belki de. ona uzak olmaya katlanamama. onu hak ettiğini düşünme. kızlar ne kadar "yakışıklısın, tatlısın, sempatiksin" dese de, onu kendine bağlayamadığın için yaşadığın bir burukluk.
hayatı komple yaşamadan genellemelere inanmam, hayatın insana ne getireceği belli olmaz çünkü. ama klasik geyikler vardır ya hani; "ilk aşk unutulmaz" ya da "insan hayatında bir kez aşık olur, diğerleri onun benzerleridir" gibisinden. ben buna inanıyorum. kimse anlamasa da, ciddiye almasa da hissediyorum. birlikteyken ona "ilerde sana kesin evlenme teklif ederim ben" dediğimde "bana olan duyguların o kadar keskin mi?" demişti. evet keskin demiştim ama o anki ruh halimle tam anlayamamıştım durumu. şimdi az buçuk çakıyorum ama, ona olan duygularım aşk bitmesine rağmen içimde bir şeyleri hareketlendirecek kadar keskin, başka bir erkekle görünce sinirlendirecek kadar yoğunmuş.
aşkım bitti diyorum ya hani. belki de kendimi kandırıyorum. ona hala aşık olduğumu kendime itiraf edemiyorum. sadece önceki hissettiklerimle şimdikileri kıyaslayıp aşk acısı değildir bu diyorum, bir tür vicdan rahatlatıyorum.
şu an onun hayatında çalışma masasındaki silgi tozu kadar bile etkiye sahip değilim belki ama o benim için hala çok önemli. eskiden olsa okurdu burayı, şimdi okumuyordur. sağlık olsun, canı sağolsun. varsın o hep mutlu olsun.
Duncan'ın atabileceği şutları kaçırması, ginobili'nin top kayıpları, parker'ın sakatlığı ve lebron'un insanüstü çabasıyla miami'nin aldığı şampiyonluk maçı.
Her ne kadar miami kazandığı için mutlu olsak da spurs'un, özellikle de big fundamental tim duncan'ın feci şekilde üzdüğü maç. O sonda kaçan şut yakıştı mı reyiz?
Son olarak, Lebron, hayvansın mayvansın ama resmen efsane olmaya gidiyon be oğlum.
olm çok kötü bir şey lan bu. en az mastürbasyon yaparken ebeveyne yakalanmak kadar kötü. allaha şükür ikincisini yaşamadım ben.
efendim genelde insan kendi odasında yalnız olunca olur bu. bir film izlenmiştir ya da gaza getiren bir müzik kulakta yankılanmaktadır, insan gaza gelmiştir. tam o anda olaylar cereyan eder.
bana gladiator filmini izledikten sonra olmuştu. yaş 15 falan. hani sonda - izlemeyenler spoiler lan bu okuma - russel crowe'nin öldüğü sahne vardı ya, yere yığılıyor falan. arkada da lisa gerrard now we are free söylemeye başlıyo, ha orda benim kayışlar koptu. kendimi gladiator hissettim o an. tüm köleleri kurtarmanın, o kendi kız kardeşine sulanan orospu çocuğu imparatoru alt etmenin gururunu içimde hissettim. ağır ağır, kendimi maximus zannederek pantolonu çıkardım, altta sadece baksır kaldı ve ben dizüstü yere çöktüm, başımı eğdim ve "intikamın alınacak maximus" dedim. o sırada kapı açılır gibi oldu, aslında gibisi yok, bildiğin kapı açıldı amına koyim. babam gelmiş.
sahneye bak. altta baksırla diz üstü yere çökülmüş, gözler fişek gibi bakıyor. baba geliyor, rezil olunuyor.
senin ben kılıcına çakiyim maximus, çocukluğumu siktin.
kişiliğini direnişe verdiği destekten zaten anlayabiliriz, delikanlı bir adamdır. ondan bahsetmeyeceğim ben.
şimdi biz bu adamı mimikleriyle tanıdık, vizontele'de oynadı, baskül ailesi falan derken aldı yürüdü gitti. iyi işleri oldu, kötüleri oldu ama yaptığı mizahın bu kadar eleştirilmesi cidden komik.
türkiye standartlarında kutsal damacana (itmen dahil değil), kolpaçino ve kolpaçino bomba gibi 3 tane şahane film yapmış, altımıza sıçırtmış bir adamı "vasat yeaa, güldürmüyor" şeklinde eleştirmek de neyin nesi ulan? tamam maskeli beşler'de de oynadı, yeni nesil hababam sınıfı'nda da rol aldı ama o filmler yaptığı güzel işlere gölge mi düşürecek?
dürüst olalım, kutsal damacanada "bağırma lan milletin içinde" sahnesinde, kolpaçino'da işemeli sıçmalı ayinde hangimiz gülmedik?
bi de söylemesem olmaz. bu adamı delice eleştiren tipler yıllarca burhan altıntop'a delice gülmüş, vasfiye teyze "ne çektin be" deyince kahkahaya boğulan, orçun iki moron hareket yapınca sandalyeden düşen tipler oluyor ya, hastasıyım.
sözün özü, çok iyi filmlerinin yanında kötü işleri de olan, asla komple çöpe atılmaması gereken, ortalamanın üzerinde olan komedyendir.
3 yıldır sözlükteyim, sözlüğün her bokunu bildiğini düşünürdüm. Fakat bizim sözlükte yazarların birbirini takip etme durumu varmış lan, tıpkı twitter gibi. Yeni fark ediyorum. Evet.
iyi öğrenci eleyeceğim diye seçici soru sormanın dozunu ayarlayamayan ösym'nin sikip attığı sınav olmuştur.
bu mu lan iyi öğreci/kötü öğrenci ayrımı yapabilmek? bu sikimsonik sorular yüzünden sınavı bırakan arkadaşlarım var benim. kimse kolay bir sınav beklemiyordu, 40-45 soruyu orta düzey, geri kalanları ise seçici bekliyordu. fakat 35'ten sonra bütün sorular seçici olmayı geçtim, kazık niyetine sorulmuş sorulardı.
hadi diyelim herkes düşük yaptı, sıralama değişmeyecek ama sınavda o morali bozulup çıkanların hakkını nasıl vereceksiniz? sizin adalet anlayışınızın anasının amına şanzıman takıp yokuş aşağı devirsiz sikeyim ben.
edit: zorluk/kolaylık ayarı bir yana, soru dağılımında bile gariplik olan sınav. sen toplam çarpım gibi bir konudan soru sorma, 3-4 türev sor (ki denemelerde en az 7-8 türev rahat gelirdi), matris gibi sikimsonik bir konudan 3 tane soru daya. zaten gıcık olan olasılık konusundan ancak ve ancak şıklardan gidilerek çözülebilen bir soru sor. mat 1 problemi gibi türev sorusu sor ki öğrenciler okuyana kadar beyin amcıklaması geçirsin.
ilk 25-30 soru cidden ortalamaydı, hatta çok kek olanları bile vardı ama diyorum ya, lys kısmını resmen kasmışlar. logaritma konusundan bile rahat soru çözemedim lan, nerde integral çözeceğim.
son olarak, o seriyle karışık integral sorusunu çözen adamın taşşağını yiyeyim ben. hey yavrum hey.
sıkı bir yabancı dizi, müzik takipçisi, dizi ve film için yanıp tutuşan fakat bir türlü ders çalışamayan yazar kişisidir. aynı okulda okumamız sebebiyle kendisine ayrı bir saygı duymaktayım. güzel insandır. *
The Unforgettable Fire, Dark Side Of The Moon, The Wall, revolver, Thriller gibi efsane albümlere yetişememeiş biz milenyum gençliğinin belki de canlı canlı tanık olduğu ilk efsane albümdür. albüm dinlenirken insan kendinden geçmekte, anlamsız anlamsız hareketler yapmakta, müziği içinde hissetmektedir.
not: yazarken 21 albümünü unutmuşum, o da efsane bak. unutmayalım.
hala daha "diyarbakır'daki teröristten ne farkı var?" diye soru soran insanlar var. fark var arkadaşım, direnişçiler taş, molotof, sapan vb şeyler kullanmadı, atmadı. sadece kitap okudu, marş söyledi, slogan attı. ama polis gelip herkesi dağıtmak için biber gazı sıktı masum insanlara. fark burada. haksız yere eziyet gören insanlar. haksız.