çünkü müslümanlar böyle böyle diye yırtınacaksaniz müslümanim diyen insanların hatalarından günahlarından kendinize pay çıkaracaksaniz bi siktirin gidin. Insan lan bu robot değil duyguları var nefsi var arzuları var zaaflari var. Elbette günahları olacak. Elbette kusurları olacak. Kim dört dörtlük? Hele hele bu devirde. Hele hele peygamberin yaşadığı devirden fersah fersah uzak olan bu devirde. Hele hele şeytanin damarımizda akan kan gibi olduğunda..lan madem birilerinin yaşadığı din üzerinden din yaşıyoruz neden hep çevremizdeki kötü örnekleri görüyoruz? Neden peygamberlerin , sahabelerin, evliyaların hayatlarından bihaberiz? neden onları iğnenin ucu kadar dahi olsa örnek almaya çalışmıyoruz? Evet böyle bir din var ve bunun dinin hakkını veren muhterem kullarin varlığını göremiyoruz? Insanlar görmeden inanıyor. Okuyor, araştırıyor,mantığına oturtmaya çalışıyor veya dini gelişigüzel babadan öğreniyor. Ama Inkar etmek her zaman işin kolayına kaçmaktir. Tamam ıslamin açıklayamadigi çok şey var. Çünkü mantık dini değil teslimiyet var. Peygamberimizin miraca çıkması ve allah ile konuşması mesela. Mantık bunu nasıl açıklasın? Işi mantık çerçevesine oturtmaya çalışmak bir noktadan sonra ya kufre sokar ya deli eder adamı. Çünkü allah bize o gücü o zekayi o kapasiteyi vermemiş. Çünkü biz hep biten şeyler üzerine programlanmisiz sonsuzluğa ve ölümden sonraki hayata inanamıyoruz aklımız almıyor. Işin gerçeği bu zaten aklımız almıyor bazı şeyleri. Din de böyle birşey ışte. Tüm bunlara rağmen kendi çapında muslumanca yaşamaya çalışan insanlar var. Ama allah'in merhametine sığınıyoruz ışte. Peygamberin sefaatine. Yardım ettiğimiz tanrı kullarinin duasına. Belki de hayat sana hayır dualarda bulunacak dostlar biriktirmekten ibarettir..allah hepimizi affetsin.
annem. Bir ibadet gibi hergün düşündüğüm tek varlık. Şu an ne yapıyor, ruhu ne alemde, nasıl bir muamele görüyor, beni düşünüyor mu yanına gelmemi istiyor mu gibi gibi..ışte bunların hepsinin cevabı öldükten sonraki hayata dair...
evet belki sözlük bizim çöplügümüz , belki içimizdeki zehri akıtabildigimiz bir yer, belki tanıdıklarımızdan ziyade burda edindiğimiz arkadaşlara daha rahat açılabildigimiz bir yer , özellikle bu giri delisi başlık bu itiraflar bize dair çok ipucu taşıyor. Ama ne kadar yazarsak yazalım en büyük itiraflarımiz yine bizde saklıdır. Benimkilerin bende oldugu gibi...
birinci dünya savaşı sonucunda istediğini elde edemeyen italya'nin saldırgan ve faşist bir lideri olarak dünyada 50 milyon insanın ölümüne sebep olan kasap, devrik lider. Önce kaçtığı yerde yakalanarak alnından vurulmuş sonrasinda ise kendi ülkesinde meydanda cesedi sallandirilarak alemlere ibret olmuştur.
bunu isteyen yazarların bayanlar gittikten sonra sözlüge yazmada ayni hevesi güdecekleri şaibelidir. Zall şu mesaj butonunu bi kaldırsın bakalım insanlar hala burda duruyor mu? Etkileşim engellenemez birşey. Hele ki erkek ve kadın yazarlar arasında.
davranışçı öğrenme kuramının babası olan albert bandura'nın "gizil öğrenme" (yani örtük öğrenme) ilkesiyle açıklanabilecek olan olgudur. sadece şarkılar değil istemeden kulak misafiri olduğumuz çoğu şey aslında bilinç altımıza işler. bu işleyen bilgiler de hiç farkına varmadığımız bir anda ortaya çıkıverir. ne ara öğrendik deriz mesela...farkına varmadan yapılan öğrenmelerden sadece bir tanesidir yani...
anneye yazıldıktan sonra küsmemesi için babaya da yazılandır.
baba,
annemin kopyası olduğum için bu yüzden sana annemi hatırlattığım için beni görmek istemeyişini anlarım. ama bir yere kadar. şimdi evlisin ve 2 tane de çocuğun var. hala mı geçmedi? kaç yıl oldu hala mı baba? yüreğinde taş ocağı mı yatıyor? ya da ben çok mu sevimsiz bir evladım? öyle uzaktan para göndermeyle olmuyor babalık. ve bilmiyorsun dokunmuyorum tek kuruşuna. dağıtıyorum hayrına. uzaktan herkes herkesin babası olur. en azından maddi anlamda. yani senin yaptığın gibi. en güzel ve en kötü günlerimde yanımda olmadıktan sonra kafa kağıdında baba diye adın yazmış ne yazmamış ne... son olarak:
parçalandı sabır taşı,
gelsen de bir gelmesen de.
kurudu gözümün yaşı,
silsen de bir silmesen de.
sana bu mektubu sevgimi, özlemimi söylemek için yazıyorum. yazıyorum çünkü içimdekileri sana ne söyleyebilirim ne de sen dinleyebilirsin...her zamanki gibi yapabileceğim en iyi şeyin yazmak olduğunu görüyorum ve yazıyorum...
dağarcığımda o kadar kelime varken seni ifade edecek cümleleri kurmakta çok zorlanıyorum. konu sen olunca tıkanıyorum anne. kalemimin ucu kırılıyor, beynim donuyor...satırlara dökemediğim bir kargaşa oluyorsun...oysa binlerce güzel şey söylenebilir hakkında.seni doğru düzgün görmedim ki anne 2 yaşındaydım beni öksüz bıraktığında. seni fotoğraflardan tanıdım. o kadar güzelsin ve o kadar tazesin ki bakmaya doyamıyorum annem. seninle geçirdiğimiz kelebek ömrü kadar kısa zaman dilimini hatırlayabilmek için kendimi yırttığım çok zaman oldu...ama lanet olsun şu kafama ki hatırlayamıyorum anne çok küçüktüm gittiğinde...hala bazı kıyafetlerin, gençken yaptığın ama kullanmanın nasip olmadığı el işlerin, tel kırmaların, dantellerin, oyaların duruyor...onları kokluyorum anne. sen kokuyorsun. yada ben öyle olmasını istiyorum...rüyalarıma giriyorsun anne. doya doya anne diyorum sana. öpüyorum, kokluyorum, sarılıyorum...seninle yapamadığımız ama yapmak istediğim her şey rüyama giriyor anne. çoğu gece bu duayla yattığım için olabilir mi anne? rüyalar da olmasa hayat belki hiç çekilmezdi. çünkü hayat rüyaların dışında kalan acımtırak zaman dilimi çoğu zaman...
seni kaybettiğimde bunun farkına bile varamayacak kadar küçüktüm anne. bizi bırakıp başka yere gittin sanıyordum. birgün döneceksin yada...hakkında bir şey söylemediler ki anne. o zamanlar hayattaki en büyük derdim dizlerimdeki yara sanardım. sen yoktun ama ben her yere düştüğümde yine anne diye ağlardım. sen gelmemek üzere gitmiştin anne. ne kadar kötüsün öyle! beni neden o kadar erken bıraktın...o kadar savunmasız, o kadar aciz...ahh anne acaba halime üzüldün mü hiç? orda nasılsın, ne yapıyorsun? bunları gerçekten çok merak ediyorum...
öksüzlük çok zor anne. bunu aklım erene kadar bilmiyordum. beni yanına al diye ağladım kaç gece.aklımdan hiç çıkmadı bu iki hece...lisedeyken şairin biri "sol yanım acıyor anne" diye bir şiir yazmıştı. kalbime darbe darbe inmişti her kelimesi her hecesi...içinde şöyle bir cümle vardı hiç unutmam: "dün sabah annesi ayşe'nin saçlarını örmüştü. elinden tutup okula getirdi. yakası da danteldi. zil çalınca öptü. haydi yavrum sınıfa dedi. ben de ağladım. ağladım hem de hiç utanmadan. öğretmen ne oldu dedi. düştüm dizim çok acıyor dedim. yalan söyledim anne. dizim değil ama sol yanım çok acıyor anne." evet tam 20 yıldır dizimin acısı geçmedi anne...aslında ben hep ona ağlıyorum...
anne merak etme hayatım hep acılarla geçmedi. babaannem ve dedem bana çok iyi baktılar. babamsa kendine yeni bir hayat kurdu benden uzakta...ama olsun ben ona da alıştım anne. yani hayat her şeye rağmen devam etti. aslında kızın çok güçlü biri anne. senin için akan tek damla gözyaşına bile şahit etmedi kimseyi. anne kızın düşe kalka büyüdü. okullar kazandı, başarılar elde etti...kendi ayakları üzerinde durmasına az kaldı. aslında bunları her mezarına gelişinde anlatıyorum, aslında biz hiç ayrılmadık ki anne...ben anlattım ve bir şekilde senin dinlediğini, beni izlediğini biliyorum anne... bugün içimden hiçbirşey yapmak gelmedi anne. kelimeleri toparlamak ve sana yazmak dışında...bu sana yazdığım mektuplardan sadece bir tanesi...bugün yazılmasının ise tek bir açıklaması var: 20 şubat. senin beni bıraktığın gün...bıraktığın gibi seviyorum seni annem...nur içinde yat...
ben sensiz nasıl dururum başım taşlara vururum...
seni nasıl unuturum yar oy?....
yakma şu garip bağrımı, dindir şu yürek ağrımı...
reddeyleme son çağrımı yar oy...
sana feda al bu canım, vur hançeri aksın kanım...
taş değilim bir insanım yar oy...
söyle bana seni nasıl unutayım yar oy?...
yuzumde huzunden golgeler var: hayat tarzı olarak depresyonu benimsemiş, yüreğinden damlayan hüznü suretine yansımış, tutunduğu her dal, gittiği her yol, mutluluk sandığı her şeyi hüzün sanan insan.
ortaokulda dershaneye hiç gitmeden sadece kırmızı renkli tüm dersler kitabına çalışarak girdiğim sınavda anadolu öğretmen lisesini kazanmıştım. oysa arkadaşlarım ne kadar kıçlarını yırtmıştı vayy kapasitesizler...
eğer mutluluğu tanımıyorsan o da sana merhaba demez. hayatın yollarında bin kez karşılaşsan bile ne sen onu tanırsın ne de o sana selam verir. mutluluğu tanımak gerekir. kimbilir, belki evin bahçesinde büyüyen çam ağacıdır mutluluk; belki de sokağın köşesinde boy atan akasyadır. behçede çam yoksa, sokakta akasya sallanmıyorsa, o zaman da pencereden görünen avuç içi kadar denizdir. pencereden deniz görünmüyorsa sokağa bak, sokakta oynayan bir çocuk yok mu? varsa, adı mutluluktur. ya yoksa? o zaman belki de bir kedidir soğuk kış gününde camdan bakan...uzun lafın özü bu insan istese var ya mutluluğu herşeyde bulabilir...amma velakin körüz kör....
2 puanın kendisine birşey kaybettirmeyeceği ancak bir başkasına çok şey kazandırabileceği ihtimalini düşünemeyen veya kasıtlı olarak düşünmek istemeyen vicdanı kıt hocadır. 2 puan deyip geçmemek lazım ne demişler bir mıh bir nalı, bir nal bir atı, bir at bir insanı , bir insan bir evreni kurtarır diye. o 2 puan da kimbilir neleri kurtaracak veya neleri kaybettirecektir o insanoğluna...bunu düşünemeyen hoca temiz küfür, trip, beddua yer. ki hakeder.
kadın olsun, nefes alsın yeter ben her türlü tahrik olurum zihniyetinde olan, bastırılmış duygularını cinsellik ve kadınların üstünden çıkartmaya çalışan insan söylemidir. kadınlar birey olarak algılanmak yerine erkeğin ihtiyaçlarını gideren bir meta olarak algılandığı sürece kadın ne giyerse giysin yine de yargılanacaktır. çünkü kadının vücudu, kafası kapalı olsa da tahrik olacaktır bu sapık zihniyet.
insanlar öyle bir bastırma psikolojisi içindedirler ki bu tarz şeylerin genelde muhafazakar yerlerde olduğunu görürüz. karımıza, kızımıza, bacımıza laf attırmayız derler önlerine gelene de laf atıp yargılarlar. bu yargılama hakkını nerden bulduğunu bilmeyen densizler lafım ona dindar diye geçinen ancak dinci vasfında insanlardır. bu insanların yaşadığı din kendi gibi olmayanları aşağılamak, laflarıyla ezmektir. ancak içten içe de şehvetle, arzuyla yanarlar. uzun lafın özü bu ülkede sırf başı açık diye insanları yargılayanlarla sırf çarşaflı diye insanları kara böceğe benzetenlerin en az birbirleri kadar örümcek kafalı olduklarını bilmeleri lazım!
erkeğin tüm çabalarının seni elde edinceye kadar olduğunu, aşkın en güzel halinin kavuşmadan önceki anlar olduğunu bilmemek...geriye tek söz kalır "senin aşkın balondu söndü" koçum...
sırf doktor diye insanları yeğe göre sığdırmayanlarla sırf ebe diye insanı yerin dibine sokanların en az birbirleri kadar örümcek kafalı olduklarını bilmesi lazım! toplumun mesleklere yüklediği değer yüzünden bugün binlerce çarpık yerleşme var üniversitelerde... herkes kabiliyitine ve ilgi alanına göre mesleklere yerleşmeli. mesleki rehberlik anlayaşımıza tüküreyim ne biçim yönlendiriliyoruz...
bazen dediklerini değil de demek istediklerini anlayacak, sarıl demeden sarılacak, hava kötü dediğinde aslında birlikte birşeyler yapalım demek istediğini anlayacak, ansızın kapıyı çalıp hazırlan çıkıyoruz diyecek birine ihtiyaç duyuyorsun...senden bir kaşık alan sana sadece bir kaşıklık yardımda bulunmasın ,herşey saf çıkarcılık düzenine uygun olmasın diyorsun..bazen alttan alsın, bazen kızsın, bazen kızdırsın mükemmel bir çift olalım demiyorum ki..ama sadece birbirimize katlanalım. kaybettim mi korkusuna kapılmayalım istiyorsun...birbirimizin omuzlarında ağlayalım.. paylaşalım ve beraber sıkılalım. öyle ki yalnız sıkılmaktan sıkılalım..Herşeye rağmen hiç bıkmayalım birbirimizden. Mutlu da olsa, Kötü de olsa, Yaşadığımız günler bizim günlerimiz olsun...sonra düşünüyorsun..insan kendinden bile emin olamazken bir başkasına nasıl bu kadar güvenebilir, bir başkası nasıl bu kadar kusursuz olabilir ki diyorsun...bu filmdeki kişiler tamamen hayal ürünüdür diyorsun ve küçük ütopik dünyandan çıkıyorsun sarsılarak...
..Sonra dayanamıyorsun. Her şeyi içine atmaktan yavaş yavaş tükendiğini hissediyorsun. Seni çok iyi anlıyorum diyen herkesin, seni anlamadığını görüyorsun. En yakınından uzaklaşıyorsun..bazen sebepsiz bir mutsuzluk çökünce öyle yoğun hissediyorsun ki o yoğunluktan bunalıp yazmak istiyorsun sadece. Yapabildiğin en iyi şeyin, yazmak olduğunu görüyorsun. Yazıyorsun...ama hangi cümleyi nereye koyacağını, ne söyleyeceğini hangisinden, neyden başlayacağını bilmiyorsun...bazen yazıp yazıp siliyorsun.. şu ekran bir kağıt olsa onu buruşturup atasın geliyor..olmuyor işte şu içine öküz gibi oturan sıkıntıdan kurtulamıyorsun..sıkılgan, ağlak halinden bıkıyorsun...kalbinle aklın arasında bitmek bilmeyen savaştan yoruluyorsun..Bir de yitirdiklerin var, dönülmez yolda bıraktıkların, geri dönmeyeceğini ezberlediklerin. Hani her şeyde derler ya "hayat devam ediyor" aynen öyle. Ne giden geri geliyor, ne kalanlar değerini biliyor, ne yerin, ne de kıymetin değişiyor. Sen sadece günden güne eriyorsun, tükeniyorsun, hissizleşiyosun...hayata değer bir yaşam, sevmeye değer bir aşk, dostluğa değer bir arkadaşlık aramaktan yoruluyorsun...