aynı şarkıyı dinleyen milyon tane insanın bu benim şarkım anlamında kurduğu sahiplenme cümlesidir. kendini müziğin içinde ya da müziği kendi içinde besleyen insanın dinlediği şarkıyı kendinden bir parçaymış gibi benimsemesidir.
insan haklarına dahil edilmesi gereken haktır. dil, din, ırk ve beden ayrımı gözetmeksizin tüm insanlar sevme hakkına sahiptir. normlara uymadığı için onları sevmemekle kalmayıp onları alay malzemesi edenler onların durumuna gelecek şekilde cezalandırılmalı ve hala sevip sevemeyeceğini yaşayarak öğrenmesi sağlanmalıdır.
bedensel engelliler, zihinsel engelliler, görme ve işitme engelliler, hiperaktifler, sevebilir.
şişmanlar sevebilir.
cüceler sevebilir.
çirkinler sevebilir.
kara tenliler sevebilir.
soluk benizliler sevebilir.
down sendromlular sevebilir.
çingeneler sevebilir.
fahişeler,pezolar,katiller, alkolikler, eşcinseller, travestiler,sabıkalılar, hırsızlar da sevebilir.
*herkes sevebilir ve sevilebilir, yargılarınız onurlarını zedeler ancak sevmekten vazgeçirmez, o yüzden iğrenç tepkilerinizi aynadaki yüzünüze gösterin, bunlardan hiçbiri değilim ben ya da olabilirim, hatta kompleksli de olabilirim ama size ne?. siz de değilsiniz belki ama bir gün onlardan biri olmayacağımızı, onlardan birinin yakınınızda hatta sizden bir parça olabileceğini aklınızdan çıkarmayın. hep diledim yine diliyorum başkalarının dışını ya da karakterini nasıl bu hale geldiğini bilmeden acımsızca eleştirenler acınamayacak kadar aciz durumlara düşsünler. düşkünlere yapıştırdıkları etiketler ağızlarına yapışsın ve bir daha çıkmasın. diliyorum. ne kadar da meraklısınız tanrı olmaya!!!
Abdulhak Hamid, "En iyi şiirlerim yazmadıklarımdır," demiş ya, dogrusu "yazamadıklarım olmalı; öylesine derin ve güçlü duygular, heyecanlar yaşamış ki, salt bu yüzden onları bir türlü şiire getirememiş...
Hamid' in, şiiri bir türlü gereğince anlamadığı bundan da belli. Şiirin en iyisi, en güçlü, en yüce duyguları, heyecanları anlatanı değildir ki... Daha da ileri gidebiliriz ve şiir duyguları, heyecanları anlatmaz, şiirin uyandırdığı duygu, heyecan, yaşamdaki duygu değildir, olsa olsa ona benzer, o kadar, diyebiliriz.
işte bu yüzden de, "Şiirin kaynağı yaşam değildir, gene şiirdir," demişler. Ama "Şiirin kaynağı yaşam mıdır, yoksa gene şiir midir?" sorusu dar tutuldu mu, ortaya iki karşıt anlayış çıkıyor ki, bu iki anlayışın çatışması, verimli bir eylem doğuracağına, bir kısır döngüye gelip dayanmaktadır. Çünkü gerçekte yaşam ile şiir arasında böyle bir karşıtlık yoktur. Bir ozan, yaşadıklarını olduğu gibi, yaşamadıklarını da birer gereç olarak kullanabilir ve diyelim ki bunların çoğunu da yaşamdan değil, şiirden, şiirlerden öğrenir. Şiirin bu dönemi, biriktirme dönemi diye adlandırılabilir.
işte bundan sonradır ki şiirin kendi dönemine sıra gelir. Orada ozan, yaşamış olsun, yaşamamış olsun, elindeki duygulara, heyecanlara birer düşünce olarak, soğukkanlılıkla bakacak, nerede ise bir bilim adamı gibi çalışacaktır. Artık bu dönemde, "Elimde duygular, heyecanlar öylesine güçlü ve derin ki şiir yazmaktan beni alıkoyuyorlar," diye düşünmek ancak ozan olmamakla açıklanabilir bir durumdur.
işte genel olarak şiir okurunun ister istemez yabancı olduğu, anlamadığı, belki de anlayamayacağı dönem bu dönemdir, uğraş dönemidir, herkese kapalıdır, giderek büyülü, gizlerle dolu bir çalışma sorunudur bu.
Ama bir ozan salt bu dönemin kendine özgü yapısına çokça kapılarak, şiirin okura bütün bütün yabancı olduğu kanısına çokça varırsa, bence yanılır. Çünkü böylece yalnız ilk dönemi görmezlikten gelmiş olmakla kalmaz, benim üçüncü dönem olarak adlandırmak istediğim, şiirin yeniden okura, yaşama dönüşü dönemini de yadsımış, yoksaymış olur. Gerçekte ozanın işi, bir bilim adamı gibi çalışıp yarattığı dönemde bitmiş değildir; şiirin tamamlanması, onun yeniden yaşama dönmesi ile olur. işte artık bu dönemde, ya da bu dönem yüzünden ozan, toplumsal ödevinin bilinci sorunu ile karşı karşıya gelir.
Bunun gibi, şiirin kendine özgü tekniklerine, salt anlaşılmak için boş vermek, şiiri yaşanmış duygular ve heyecanlarla çırılçıplak bırakmak, kimi ozanlarca sanılıyor ki, okurla yakınlık kurmanın, tek yoludur. Oysa bir şiirin kolaylığı, aykırı görünse de, zorluğundan doğar; başka bir deyişle, okurun bilemeyeceği, bilmesi gerekli de olmayan birtakım uğraş güçlükleri, ancak ozanın ustalığı ile yenilebilir ve böylece şiir, neredeyse damıtılmış olarak okura sunulur. Ama bu güçlükler, ne küçümsenmeli, ne de gereğinden çok çapraşık sayılmalıdır. Bunun ölçüsünü, ozan, kendi başına bulacaktır.
Ahmet Haşim' i, "Bir şiirin anlamı başka bir anlam olmaya elverişli oldukça her okuyan ona kendi hayatının da nalamını verir ve böylelikle şiir herkesin istediği yolda anlayacağı ve bundan ötürü de sonsuz duyarlıkları içine alabilecek bir genişliği olandır ", sözlerinin arkasından Valery' nin şu sözlerini getiriyor:
"Şiirlerime ne anlam verilirse anlamları odur. Benim onlardan çıkardığım anlam bana göredir, kimsenin onlara başka anlamlar vermesine engel olmaz. Her şiirin, şairin belirli bir düşüncesine uygun, yahut bu düşüncenin tıpkısı, asıl, tek bir anlamı olduğunu söylemek, şiirin yapısına aykırı, şiiri öldürebilecek bir yanılmadır...Şiirin amacı, hiçbir zaman belirli bir şey anlatmak değildir...Şiirin anlamı, şairin içinden geçen anlaşılabilir, olabilir olayları okura aktarmak değildir. istenilen, okurda bir ruh hali yaratmaktır."
Bakın, Yahya Kemal de bu sözlerin bir benzerini dile getirmektedir, şöyle diyor : "Şiir duygusunu lisan haline getirinceye kadar yoğurmak, onu çok toplu bir madde haline sokmak, o kadar ki, mısra güya hissin ta kendisi imiş gibi okura samimi bir vehim vermek...işte bunu özlüyorum."
Oktay Rifat'ın bu konuda yazdığını da görelim : "Bir sözün gözümüzün önüne gelen görüntüsü, olabilecek bir şeyse o söze anlamlı, olamayacak bir şeyse anlamsız deriz. Ahmet düştü sözünün bir anlamı vardır, çünkü Ahmet düşebilir. Lambanın saçları ıslak sözünün bir anlamı yoktur, çünkü lambanın saçı olmaz. Bir kelime sanatı, bu yüzden görüntü sanatı olan şiirin sadece olabilecek görüntülere bağlanması istenemeyeceğinden, anlama da bağlı kalması istenemez."
Tümü de doğru, güzel, yerinde sözler. Ancak bunlar bir şiirseveri gene de doyurmayabilir. Çünkü şiirsever bir okurdur, okumak ise "sözcük" denilen göstergelerle düşünmek demektir. Bir sözcüğün nasıl olup da bir nesne durumuna geleceği kolayca anlaşılamaz. Ayrıca şiir sanatı, oldum bittim, burada burada açıklaması yapılan şiir olmamıştır; o bir zaman masal anlatmış, öykü de anlatmıştır, öyle yaptığı zamanlar , şiirlerin imgeleri, görüntüleri, düzyazıdaki imgeler, görüntüler gibiydi. Burada sözcüklerin niteliğini araştırırken, unutmamak gerekir ki, şiir sanatı sembolizmden sonra büyük değişikliğe uğramıştır. Şimdi gene sözcüklere, bilimsel adı ile "gösterge" lere dönelim. "Gösterge" yeni anlam bilimin temel terimlerinden biridir. Onun genel olarak ne olduğunu Pierre Guiraud' nun çevirisi Berke Vardar'ca yapılan Anlam Bilim adlı kitabındaki tanımlardan almakta konumuz açısından yarar bulunduğunu sanıyorum.
Anlamlama, bir nesneyi, bir varlığı, bir kavramı, bir olayı, bunları anladığımızda canlandırabilecek bir göstergeye bağlayan oluştur : Bir bulut, yağmur göstergesidir, yukarı doğru kalkan kaşlar şaşkınlığın, bir köpeğin havlaması kızgınlığın, at sözcüğü bir hayvanın göstergesidir."
Şurası çok önemli ki, anlamın ortaya çıkması için bir değil, iki gösterge gerekli. Sürdürelim okumayı : "Demek ki, gösterge uyarıcı bir şey. Ruhbilimciler uyaran diyor buna. Uyaranın organizma üzerindeki etkisi bir başka uyaran'ın belleksel imgesini anlıkta canlandırır; bulut yağmurun, sözcükse nesne ya da varlığın imgesini uyandırır."
Durum aşağıda biraz değişecek. Biz şimdi sözcüğün bir gösterge olduğuna gelmiş olduk. Onun bildirişim aracı olma niteliği de buradan doğuyor. Ancak "gösterge, anlıksal imgesini uyandırdığı bir başka uyaran'a bağlı bir uyarandır." Demek ki, anlığımızda birbirini çağıran nesnelerin anlıksal imgeleri ile bunlara ilişkin olarak bizde uyanan kavramlardır. Saussure' ün şu sözü üzerinde önemle duralım : "Dil göstergesi, bir nesne ile bir adı birleştirmez, bir kavramla bir işitim imgesini birleştirir."
Saussure' ün sözündeki yenilik şurdadır : Sözgelişi "ağaç" sözcüğünün kulağımda uyanan işitim imgesi, anlığımda ağaç kavramını uyandırır, ağacı değil. Nesne aradan çekildi gitti. Her şey iki imge arasında olup bitiyor. Böylece "anladım" dediğim zaman, işitimsel gösterge ile anlığımdaki kavramın birliğini söylemiş oluyorum. Fakat, "saf, arı diye nitelendirilen sanatlar diyor Pierre Guiraud, "bir başka uyaran'a bağlı olmayan uyaranlardır. Gerçeği göstermezler, kendileri bir gerçek oluştururlar. Gösterge değildirler, nesnedirler."
Böylece tek göstergeli anlam diye bir anlama gelmiş olduk. Burada gösterge artık bir nesnedir. işte Valery' nin, Ahmet Haşim' in, Yahya Kemal' in, Oktay Rifat' ın söyledikleri, söylemek istedikleri de bu değil miydi?
Bir tür dil göstergesinin araç değil nesne, kendi başına varlık olduğu bilgisi buradan doğuyor. Hangi tür imgelerdir bunlar? Müziğin uyandırdığı işitimsel imge belleğimde bir kavramsal imgeye dönüşmez artık. Şiirin müziğe benzetilmesi de bundandır. Sembolizm denilen şiir akımından sonra ortaya çıkan, çağdaş şiiri bütünü ile etkisi altına alan "saf şiir" anlayışı nesne-göstergelerin ardına düşmüştür, anlamın değil. Şiirde anlam konusunu tartışırken, bütün şiir tarihini eş örneklerle dolu sayamayız. Şiir sanatı büyük bir değişime uğramıştır. Nitekim resim sanatı da izlenimci akımdan sonra nitelik değiştirmiştir: Çizgiyi atmış, doğayı yalnızca renk olarak görmüş, konturu kaldırmış maddeyi eritmiş, renk karşıtlıkları kuramından büyük ölçüde yararlanmış, böylece akılla bilineni değil, gözle görüleni tuvale geçirmiştir. Yeni resmi anlamamız için, ona bakışımızı yeniden ayarlamak gerekir. Bu zahmete değer.
Şiir, resim, yontu, müzik... Niçin böylesi büyük değişikliklere uğradılar? Eskiden halk ile sanatçı arasında bir birlik vardı, şimdi ortadan kalktı mı o birlik? Kalktı ise doğru mudur bu?
Bu sorular yerindedir, sorulmalı ve yanıtları araştırılmalıdır demek istiyorum. Ama şunu da unutmayalım: Çağımızda değişen yalnızca sanatlar değildir, çağımızda bilimlerin de başdöndürücü değişimlere, gelişmelere, gelişmelere uğradıklarını hesaba katalım. Bu gün fiziğin bulduğu yeni gerçekler, bildiğimiz dille anlatılabilir gerçekler değildir, onları ancak yeni matematik anlamlandırabilir. Bunun gibi çağımızın felsefeleri de... Nereye gelmek istiyorum? insan aklının yetersizliğine mi? Hayır, bilimleri öğrenmek bizden nasıl yeni bir çaba istiyorsa, sanatlar da bakışımızı, görüşümüzü, anlayışımızı değiştirme yolunda bir çaba bekliyor bizden. Şiirde anlamdan, anlamsızlığa geçmek değildir olup biten, eski anlamlardan yeni anlamlara, daha zengin anlamlara geçmektir.
Biliyorum, bilimleri anlamak için gerekli olan çabaya benzer bir çaba güzel sanatlar için de gerekli oldu mu, kişinin sıtkı sıyrılır onlardan. Şiir olsun, resim, yonut olsun, tadını doğrudan doğruya duyurmalıdır bize, araya bilgileri sokmadan. Ben de buna inandığım için, yeni sanatların bilgisel bir çabayı gerektirdiğini değil de, sadece anlayışımızı, bakışımızı değiştirmemiz gerektiğini söyledim. Bu tür değişiklikler tarihin dönemeçlerinde hep gerekli olmuştur, ilk çağdan ortaçağa, ortaçağdan yeniçağlara geçerken sözgelişi.
edip cansever ile yapılan söyleşiden alınan notlardır;
Benden veya benim kuşağımdan önce yazılmış şiirleri kendi değerleriyle başbaşa bırakarak araya kesin bir çizgi çizdiğime inanıyorum. Bu çizginin başlangıç noktasına, oluşumuna, bugüne gelişine, kısacası belli bir şiir sürecinin ayrıntılarına değinmek istemiyorum.
1.Oteller kenti, şiirimin vardığı son durak değil elbette. Ne var ki, bundan sonra şunu şunu amaçlıyorum da demiyorum. Çünkü amaçlamak, özel olsun, biçimsel olsun şematizmin şiirde geçerli olduğunu kanıtlamak anlamına gelir ki, bu da şiirin özgül işleyişine ters düşer.
2.Bireyi toplum içinde somut olarak görünür duruma getirmek, giderek daha da derinlerine inerek, onun içsel dramını kurcalamak cabasındayım.
3. Şiirle düşünmek! yalnızca buna inanırım. Şiirle düşünmenin karşıtı felsefe yapmaktır. Felsefe ise şiirin temeli olan imgeyi dışlar. Gene felsefe duygusallığa da karşıdır.
Şu da var: Uzun şiirlerimde hiçbir sorunsalı yanıtlamaya kalkışmam. Sorular sormaya, bu soruları çoğaltmaya (ama yanıtsız bırakmaya) çalışırım hep. Nedeni, yazdıkça bilmediklerime, tanımadıklarıma, daha önce duyup düşünmediklerime rastlarım da ondan. Zaten insanın iç dünyasını kesin olarak tanıtlamak demek, saltık insanı yokken var etmek anlamına gelmez mi?
4. Büyük büyük sorunlara el atmak şiiri küçültebilir kanımca. (Ayrıca büyük sorunlar nedir, küçük sorunlar nedir, bu da başlı başına bir tartışma konusudur.) Örneğin pek yaygın olan Hamlet tipini günümüz aydınıyla karşılaştırdığımızda , Hamlet'in kişiliğinde daha bir büyüklük ya da derinlik bulabileceğimizi hiç sanmıyorum. Şair yetinmesini bilmeli; büyüklüğü, derinliği dilde aramalıdır.
5. Bütün sanatların şiire, şiirin de sanatlara katkısı vardır elbette. Örneğin Oteller Kenti' nin "Sera Oteli" bölümündeki düzyazısal şiirler dikkatle okunduğunda görülecektir ki, dizelerden daha yoğun bir dizeler bireşimi ön plana geçmektedir. Bu böyleyse, bir düzyazı örgüsü, bir düzyazı dokusu şiiri çerçevelemiyor, bunaltmıyor, onun özgür yapısını kısıtlamıyor demektir.
Uzun şiirlerimdeki öykü öğesine gelince, öyküden çok bir "anlatma" söz konusudur burada da. Ayrıca her şiir önünde sonunda (az ya da çok) bir "anlatma" değilse nedir?
Ekleyeyim : Sait Faik' in ' Hişt Hişt' öyküsünde ne kadar şiir varsa, benim şiirlerimde de o kadar öykü vardır. Diyebilirim ki, bütün sanatsal türler, şiirin potasında eriyebildiğince, şiirin doğal gereçleridirler.
6. Dünya yazınında bütün yazın türleri iç içe geçebiliyor. Bizde ise bu tutum yadırganıyor nedense. Bence bu karşılıklı trafiği yadsımak, şiirimizi alışkanlıklardan kurtararak çeşitlendirememekten, onu dünya şiirinin süreci dışında düşünmekten başka hiçbir anlama gelmiyor.
7. Şiirlerimdeki kişiler satranç taşlarına benzerler. Onlar, düşsel ya da gerçek, bende olup bitenlerin toplamıdırlar olsa olsa.
Gene de... Şair kendi özel kişiliğini şiirinin ardında gizlemesini iyi bilmelidir. Forster, "Yazarın yüzü okuyucunun yüzüne çok yaklaşıyor," der.
8. Güzellik düşündürücüdür. Bu yüzden de lirizmle hiçbir ilişkim olmadı diyebilirim. "Liriği söyleyen kimse, kendi duygulanışının bilincinden çok, duygu anının bilincindedir," der James Joyce.
9. Oteller Kenti'nde yalnızca insanlar insanlara yaklaşıp kopmuyor. Onların yedeğinde nesneler de aynı işlemi sürdürüyorlar.
Üçüncü bölümdeki üç kavas, zaman kavramını ortadan kaldırmakla görevli. Acılarını iyi tanıyan Bayan Sara ise, cin kadehlerinin eşliğinde değişik bir orkestraya katılıyor; "Dişi bir isa gibi" kendi kendini yaşama ya da ölüme çiviliyor. Doğrusu iyi bilmiyorum, yaşama mı, ölüme mi? Bütün bildiğim bilemediklerimden sızan bir kan gibi kitabı kendi rengine boyuyor.
10. Köklerinden aldığı suyun yeterliliğini ya da yetersizliğini bir ağaç ne kadar bilebilirse...
Hiçbir sanat yoktur ki sanatçı için özel bir duyarlılık, özel bir seziş, özel bir bakış biçimi gerektirmesin. Bunun bir başka anlamı şiir yazabilmek için şair olmanın, resim yapabilmek için ressam olmanın, tiyatro yapabilmek için tiyatrocu olmanın bir zorunluluk olduğudur, insanlar genelde sanatçıyı sanat yapmakta üst yetenekleri gelişmiş olan insan diye düşünmezler, doğuştan ya da başka bir yerden özel yetenekleri olan (özel yetenekleri zaten varolan) insan diye düşünürler. Sanatçı dünyaya hazır gelmiş bir kişi değildir, sanatçı olarak dünyaya düşmüş ya da gönderilmiş biri değildir. Bilincimiz eğilimlerimize göre gelişir, dünyayla ilişkilerimizin niteliğine göre gelişir. Şair olmak da böylesi bir gelişimin sonucudur. insanın önce kendini şair kılması gerekir. Şiir yazabilmek için şair olmak bir zorunluluktur. Şiir yazmak da şair olmak için zorunluluktur. Öyleyse şiir yaza yaza şair oluruz ve şair olduğumuz zaman ya da şair olduğumuz için şiir yazarız.
Bu bize ustalığın özel bir duyarlılığa ulaşma olduğunu gösterir. Şair elinde şiir yazmak için olanaklar bulunduran insan değildir, tüm bilincini şiir yönünde oluşturmuş insandır. Bilincimiz bir şair bilinci olduğu zaman şiirimiz gerçek şiir olacaktır. Bunun bir başka anlamı şairliğin bir yaşam biçimi olduğudur. Şairliğin bir yaşam biçimi olması kişinin şairliğini ona buna kanıtlamak için çeşitli acaiplikler yapması, boynuna kırmızı fularlar takıp kendini kasa kasa yürümesi gibi işlemleri gerektirmez. Tersine, tüm gerçek sanatçılar gibi gerçek şairler de sıra insanlarıdırlar. Şair olmak herşeyden önce şairce algılayan olmak demektir, daha sonra şairce bileşimler yapan olmak demektir. Genelde sanılır ki şair bir anlam yakaladığı zaman onu ustalığıyla şiire dönüştürür. Hayır, hiç de öyle olmaz, şair bir anlamı şairce yakalar. Evet, önce fikir vardır, sonra bu fikirden çeşitli yaratma süreçleri boyunca gösterilen çabayla yapıt oluşur. Ancak bu şiir dışı bir fikrin şiire çevrilmesi, şiire dönüştürülmesi anlamına gelmez. Şimdi fikri bulduk, tamam, eh bunu biz ağır ağır şiire dönüştürelim, şairce söylemeye başlayım, ona şiir giydirelim, onu şiire uyarlı kılalım. Şairin, gerçek şairin yaşamında böyle bir deneyle karşılaşamazsınız.
Şairin tüm sezgileri, tüm algılayışları, tüm bakışı şaircedir. Esin gelip şiir bir taslak olarak kendini ortaya koyduğunda şiirsellik zaten belli bir ölçüde gerçekleşmiştir. Şair esinini şairce yaşamıştır, bu esin ona sözü şairce söyletmiştir. Ancak şair bundan sonra şiirini daha da şiir kılabilmek için çaba gösterecektir. Çünkü şair her ne kadar bir takım yetkinliklere, ustalık diyebileceğimiz kazanımlara ulaşmış kişi de olsa her şiirinde yeni bir yaratma çabasının içinde duyacaktır kendini. Şair olamamış bir kişinin uğraşa didine bir fikri biraz ya da biraz daha şiirsel kılabilmesi elbette olasıdır. Ancak şair nitelikleri kazanamamış bir kişinin ha deyince canını dişine takıp üst düzeyde bir şiirsel yaratıyı gerçekleştirebilmesi olası değildir. Ancak, böyle böyle şair olunduğu da doğrudur. Bunun için de en azından kişinin neyin şiir olup neyin şiir olmadığını bilecek kadar görgülü olması gerekir. Şiir olmayandan şiir olana doğru geçiş bir tür khaos'dan bir tür kosmos'a geçiş olduğuna göre kişinin en azından khaos'un nerede bitip tosmos'un nerede başladığını bilecek kadar bir duyarlılığı olması gerekir. Bu duyarlılık olmadığı zaman kişinin kendini çok yetkin şiirler yazan gerçek bir şiir ustası saymaması için hiçbir neden yoktur. Böyle bir kişi neyin şiir olduğunu neyin şiir olmadığını bilemediği için alt alta sıraladığı sözcüklerin bir şiir gücü ortaya koyduğunu sanabilir. Bu düşünmeyi bilmeyen kişinin bir iki kavramı yalapşap bir araya getirdiğinde büyük bir düşünce üretimini gerçekleştirdiği duygusuna kapılmasına benzer. Pek çok kişi üç kuruşluk bilgiyle bilgelikler üretmeye kalktığında ürününün niteliğini kavrayamamanın verdiği dağınıklıkla kendine hayran düşünür tipi çizebilmektedir. Şair olmadığını bilemeyen şair belki de dünyanın en zavallı insanıdır. Şiir piyasasında şair olmadan av yapmaya çıkmış insan bir ahlaksızdır, bir işbilirden başka bir şey değildir. Pekçok kişi para gücüne şair olur. Şair olmadığını bilmeyen şair ne kadar acınasıysa şair olmadığını bile bile şiir piyasasında av yapmaya çıkmış şair o ölçüde dayaklıktır. Ancak bu dayaklık adam şiirsiz şiirini para kuvvetine ya da başka bir şey kuvvetine pazarlamakta direndiği zaman tekkeyi bekleyen çorbayı içer yasasına göre hatta birinci sınıf şairler arasında yerini alacaktır. Bu yüzden adı şaire çıkmış, antolojilere geçmiş pekçok şair'in şair olmadığı ortadadır.
insanlar zor bir işi gerçekleştirmektense onun sahtesini aceleyle yapıp ortaya koymayı yeğliyorlar. Gerçekten şair olmak zor iştir. Bir şair duyarlılığı kazanmak için canınızı dişinize takacaksınız, bu duyarlılığı kazanmaya başladığınızda da şair olmayan şairlerin öldürücü oklarından korunmaya çalışacaksınız. Gerçek sanatçı (ki çok az sayıdadır) gerçek olmayan sanatçılar yığınının öfkesini çekecektir. Sorun bir yetenek ya da deha sorunu olmaktan önce bir çaba sorunudur. Gelgelelim, hiç de tembellik kaldırmayacak bir alan olan sanat alanında daha çok tembeller iş tutarlar. Örneğin tiyatro hem kuramsal bilgiyi hem uygulama etkinliğini gerektiren bir sanat alanı olmakla tiyatrocuyu geniş çapta yükümlü kılar, öyle ki tiyatrocunun tiyatro düşünmekten başka bir işi olmaması gerekir. Zaten gerçek sanatçı tam anlamında adanmış kişidir. Tiyatro alanına baktığınızda orada tiyatronun ne olduğunu bilmeyen insanlarla karşılaşırsınız. Bu insanlar tiyatroyu rol kesmek olarak aldıklarından her çabaları acılı bir gülünçlüğü ortaya koyar. Bereket tiyatronun alıcıları da aynı düzeydedir de tiyatro yaratıcısıyla tiyatro izleyicisi arasındaki ilişkilerde pek sorun çıkmaz. Hatta düzey düşüklüğü bir avantaj olarak iş görebilir. Bu bütün sanatlar için geçerli bir durumdur. Şiir için de geçerlidir. Şairi tiyatrocuyla kafa kafaya vermiş olarak bir meyhane köşesinde hoşafa dönmüş bir biçimde bulabilirsiniz.
Şair de öbür sanatçılar da güçlerini yalnızca ve yalnızca sanatlarına uyarlı kıldıkları, sanatın koşullan çerçevesinde geliştirdikleri bilinçlerinden alabilirler. Alkolün ya da entrikanın sağlayacağı güç kişiyi sanatçı yapmaya yetmeyecektir. Sanat alanında her zaman kötü satıcılar ve kötü alıcılar vardır. Bunlar yaratıcı düzeyinde de izleyici düzeyinde de bilincini estetik hazza ulaşma yönünde geliştirememiş kişilerdir. Sözde sanatçıların ürünlerini sözde izleyiciler tüketirler. Gerçek sanatçı da gerçek izleyici de az sayıdadır. Gerçek sanatçı kötü izleyiciye ters gelir. Gerçek izleyici de kötü sanatçıya ters gelir. Sanat alanında her yaratıcı kendi izleyicisini bulacaktır, kendine uygun izleyiciye kavuşacaktır. Sanatçıya göster izleyicini söyleyeyim ne olduğunu diyebiliriz. iyi sanat gerçek bir yetkin bilinçle gerçekleştirilmiş sanattır. Onu üretmek de tüketmek de zordur. Demek ki şairin ilk işi şair olmaya çalışmak olacaktır. Şiir yazmakla şair olmayı birbirine karıştırmayalım.
aynada gördün kendini... anladık!
her gün başka şeye dikkat ediyorsun...
yüzünde...?
aynalar farklılık gösteriyor
onlara yer bulmak zor
aynada dunyayı göreceğiz
cinsel istismara karşı başlatılmış savaştır.site sahibi olanlar üyeleri ile birlikte destek olabilirler. uludag sozlugu de bu kampanyaya katılmaya davet ediyorum. belki lanet okumak yerine küçücük bir katkımız olacaktır. çözüm önerilerinizi siteye yazabilirsiniz.
tbmm başkanlığına,
Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı'na
Son zamanlarda çocuklara yönelik cinsel tacizler ve tecavüzler daha da artan ve kanımızı donduran gelişmelerle devam ediyor ve maalesef olan bitene hep birlikte tanıklık ediyoruz. Tanıklık ettikçe suç ortaklığımız çoğalıyor ve bizler artık ne tanık ne de suç ortağı olmak istiyoruz.
Cinsel istismar ve tecavüz, yalnızca bedende değil, ruhsal yapıda da derin yaralar açar ve tedavi edilmezse ömür boyu sürecek psikolojik rahatsızıklara neden olur.
1923 yılında yayınlanan "Cenevre Çocuk Hakları Bildirgesi"nde, çocukların "yaşama, gelişme, beslenme, yardım görme, istismardan korunma" hakları güvence altına alınmış ve Mustafa Kemal ATATÜRK tarafından 1931 yılında imzalanmıştır.
Birleşmiş Milletler Genel Kurul'u Tarafından 20 Kasım 1989 tarihinde benimsenen Çocuk Hakları Sözleşmesi'ni de Türkiye de dahil olmak üzere yaklaşık 142 ülke imzalamış ya da onay ve katılma yoluyla taraf devlet durumuna gelmiştir. Türkiye, Çocuk Hakları Sözleşmesi'ni 2 Ekim 1995'te uygulamaya başlamıştır.
Biz aşağıda imzası olanlar;
1- Cinsel taciz suçu yürürlükteki T.C.K'da şikayete bağlı suç unsuru olarak sayıldığından ve cezaların düşük tutulduğunu göz önüne alarak, bu insanlık dışı suçun, çağdaş ülkelerde olduğu gibi şikayete bağlı suç unsuru kapsamından çıkarılmasını, şikayetçi olunmasa da kamu davası niteliğinde değerlendirilerek, kanıtlandığı takdirde çocuklarımızın bedenen ve ruhen yaralanmaması için, gerekli yasal düzenlemelerin tarafınızca bir an önce yapılmasını ve yaşama geçirilmesini, yasaların bu tür sapkınlıkları en ağır şekilde cezalandırmasını;
2- Tacize, tecavüze ve her tür cinsel istismara uğrayan çocuklar için özel terapi merkezlerinin kurulmasını ya da var olan kuruluşlardaki bölümlerin açılmasını ve uzmanların yetiştirilmesini, mağdurların kendilerini güvende hissetmeleri, dolayısıyla yaşadıklarını deşifre edebilmeleri icin gerekli ortamın sağlanmasını;
3- Kreşlerden başlayarak tüm okullarda düzenli olarak bilinçlendirme çalışmaları yapılmasını, çocukların bilgilendirilmesini, öğretmenlik eğitiminin içinde yer almasını;
4- Bu konuda denetim makamı olan kişi ve kuruluşların görevlerini eksiksiz ve objektif bir şekilde yerine getirmelerini talep ediyoruz.
Bir ülkede mağdur olan insanları kanunlar korur.
Kanuna inancımızı yitirmek istemiyoruz.
Saygılarımızla.
şu linkten siteye giriş yapabilirsiniz, desteğinizi bekliyoruz.
1 Temmuz 1964'de Ankara'da doğdu. Kent kent dolaştı, kendini ait hissedecek kadar kalmadı hiçbir kentte. Belki bu nedenle bir öksüzlük duygusu taşıdı hep yedeğinde... 1994'den bu yana izmir'de yaşıyor.
Hep şiirle yaşasa da 2003 yılında yazmaya da başladı.
Şiirleri Pencere, Şiir Ülkesi, ve Kum dergilerinde yayımlandı.
O şehir, kabuk tutmayan yara
Serumlar yetmedi damardan sokaklara
Gidemem oraya artık gidemem
ilkin veresiye ardından peşin
Önce azar azar sonra yüklüce
ilçe aldım il ödedim
Herkes gitti dağına ben gitmedim
Duydum ama görmedim yüksekliğini
Sularıyla meşhurmuş, ben boğulurken
Duyumsadım buzlu olduğunu
Tepe aldım dağ ödedim
Şehir ve kin arasındaki sözleşme
Ne kadar yakın şu dev gibi sözlükte
Benim atlasımda kıtalar kadar
Fersah fersah koşuyor atlar, çünkü ben
Milim aldım kilometre ödedim
Usulca esiyordu ılıklığına durdum
Dalgalandı saçlarım hafif bir çarpma
Oradan yayıldı katmanlarıma
Elektriği, sandalyeyi farkettiğimde geçti Yel aldım kasırga ödedim
En büyük Lokman zaman, senelere yatırdım
Kara üzüm gibi çekirdeksiz yarayı
Ne hava ne ışık ne de güneşe açtım
Şarap gibi bekletip mahzenimde sözledim Bir dize aldım da şiir ödedim
Minnacık bir balık bir yaprak gördü
Körpe - yeşil - ve yemiş bahar güneşini
-yaprak değildi
Bahardı gördüğü-
Ve o düşle fırladı denizden
Ve düştü kaldı
Balık ki yaprağı görüp sarhoşladı
O ben'im işte
Erik ağacından düşen yapracık
Damarlarında hâlâ özsuyun hazzı
Bir gözyaşıyla
Sapından sarkan
Yaprak ki düştü erik ağacından
O ben'im işte
Ve çiçekler arasındaki erik ağacı
Güneşe ve yağmura dikmiş gözünü -
-Güneş ki olduracak meyvasını
Yağmur ki besleyecek meyvasını
Meyva ki sürdürecek erik ağacını
Ağaç ki çiçekler arasında
O ben'im işte
Ve meyva ki güneş kokar
Usulcana erir ağzında
Ve bir an emip de çekirdeğini
Ya yere atarsın ya da denize
Kaç kez vurulmuştu; Yanılamazdı:
Öldürmektir Aşk.
Onun için elini
Tabancasına attığında Bilmiyordu böyle biteceğini
Bu vukuatın:
Hâlâ yüreğini yokluyor
Duruşmasında.
"bir çöl bitkisinin susamışlığıyla özlüyorum seni"
diyen Gioconda Belli’ye
geceye okşanan ruhumun
gizemle vurduğu çanla ışıyor gün
teninin beyaz yamacına sen yine de sevme beni
sevildikçe çünkü daha da iniyorum
yalnızlığın bazaltına
akrep zemheri bir uğultu gibi dönüyor kulağımda
özsuyun dalgasını yutan şehveti
hayatın buğusuyla soyunuyor beyaz imgene
şehrin bütün gölgelerinde
yaklaşan kuytuluğu ayaklanıyor eylülün
ve zaman yenik zamanla yenildik diyor
mağrur görüntüsüyle yıkılan duvar
kuyuları bütün kıyıları tek tek dolaştım
hayat şiirden
kanayıp dinmemek aşktan ibaret anladım
kuyularda çocuklar
kıyılarda kumsallarla ayaklanmış
aşklar siliniyordu
bağışlanmamış bir sunaktım kayıp lâhit ya da
gecenin sol göğsünde kimsesiz unutulan.
bir serenat dillenirdi şiirin ince mühründe
saçta unutulan kadim kış ve
keskin soğuk vardiyanın tene sürtünen sesiyle
geceye okşanan ruhumun
tutkuyla vurduğu çanla ışıyor gün
teninin beyaz yamacına
ve üstüne toprak dökülmüş bir nehir
akıyor parmaklarımdan besbelli yeni bataklık arıyor birileri
sen yine de sevme beni
şiirin ince mühründe sevgilim
yankılı çocuk sesleri çağıldıyor
1 köle
efendi ve köklerin hükümdarı engin toprak
işte böyle bilcümle senin için yenileniyorum
devrimin borçlu sırtında açan bahar soyuna
2
belâ bir çağ kargışlıyor sabahı
dört kardeş yaprağın buluştuğu tuz yelkeni
renoir’de kadınca yalınlaşmak istiyorum kankızıl
sularına şu tenimdeki çentikleri birer ikişer silmek
büyüsünü yitirmiş bir çocuğun ıslak kirpikleriyle
işte böyle bilcümle bunun için açıyorum göğün ağzını
3
zaman yanılsanmış bir ihtilâlin seyir defterinde
insan miğferli kadı’nın akrebinde soluyunca
çiçek şarapnel gibi açar tende
kemik hançer yarası alır
ki en ongun odur sabır denen illette
4
hünerli bir kadının
erdemli her kadının kapanarak gözlerine
kayan bir ışık yumağı gibi gideceğim elbet
viraneliğin susku’nun ve ölümün serin koynuna
yağmur dindiğinde annenin özü
renk bittiğinde babanın sözü
her ışık huzmesinde kardeşin yüzü vuracak
yalnızlığa çürüyen maveraya
orada işte ılık bir ırmak fışkıracak
rüzgâr gümbürtülü keman serinliği
6
tragedyanın çıldırtan kanlılığında
seyirci olmak da oynamak en çok susarak
yanılıyorsam çarmıha gerin
tecrit olduğum yamaçta
dilimi hissetmiyorsam
kaburgamda sıkışmış darp izleriyle
sınana sırtlana uyuşturulduğum bu yaşamakta
kanımı kurutun ruhumu bütün çocuklara bölün
7
kimseye söylemeyeceğim söz veriyorum
vurulduğumu şiirden başka
içimde körüklenen bu yalım özü
sırtımdaki bastonsuz dağ kimi yurt bildi kimi kurt
bilmeyeceğim aşktan başka
8
lavanta kokulu menekşe ve uzun kollu erguvan
nerede diyeceğim yıldız kokusu ışık biraz daha ışık*
detone olmuş bir ses gibi
her şeyin geçkinliğine kilitleneceğim ekim bıkkın bir yaşamak gibi redifini arayacak
ve bütün bıçkınlığımla doğmayacağım bir daha
yirmi yedinci vuruşunda hasat zamanının
9
küçülen kast engin aşk
dilde biriken kutsî maharet: yanılsama
tek doğurgan anı
sol göğsünde gecenin ödünsüzce saklananı
10
uykulu gözlerle gelip posta arabası
binlerce dost kızılderili çıkıp kankızıl sular
sanrısından
falçata gibi sıyırarak kabuğunu toprağın tırnaklarıyla
doğumun yeni sancısını avuçlayacak
ve merhaba çocuk diyecek
bitti toprak
yeni bir adres yaratarak
çorak sokakları terk edip eski duraklara
gitti toprak
ve kendimi bir tutuk kulesine sunarak
içime akan yeşil ovaları
çocukluğun uzak gönül kokusunu
kırık sevinçlerde unutulmuş eski bir aşkla duyarak eksik büyüdüm!
suya üç renk düştü sabahı / üç metafor yükseldi sudan
tarihe işleyen siyah çelenk /eksilmedi kule kapımdan
su çözdü renk çözüldü
yeni bir deriyi işleyip sızlayan kemiklere
alıp başı akıtıp yaşı gitmeli
evrenin bütün kıygıları zenci bir tenin sırtında
patlayan kırbaç gibi balkıdıkça; sustuk sustuğunuza benzer
biraz fazla sıkarak vücudun dişlilerini
tiner koklayan bir kuşun iki kanat arası uzadık
ağır yalnız ve en yukarıya kadar güvensiz
"kendini anlatmalıdır herkes"
gülümseyişinin rengini kan gülü
anlatacak neyimiz kaldı
söyleyecek kimimiz uzak ve yakın
tuttuk sonu geldi
kavradıkça gelişen kaslarıyla ayrılığın
temmuz uzak solgun bir çocuğun eylülü içerdeydi
şehirler bitirmiştik
yürüyorduk en uzağına zayıf köylerin
bağlanacak biri kurulacak sevgi kalmasın
barınaksız son güzellik de utancın kamçısıyla
yaralansın için ışık söndü kör kaldık
yine de mersinler sardı bütün çocuklarımızı
prusya mavisi gök ender rastlanan bir sevgiyle sızdı
sustuk sustukları gibi
şehir bitti köy kaldık yitik bir savın hâlâ ılık teninde
taşla
tortuyla
ve mızrakla sakat bırakılmış bir ütopyanın
son sözleriydik: hayat bir grevdi sürekli kırılan birer grevdi gözlerin*
Her şey ve herkes kayarak duruyordu sanki
bana yaz diyordu bir kadın
erkek çoktan unutmuş ne kadar sevildiğini
- belki sevmeyi biliyordu bir zamanlar
karanfiller bile taşımıştı kucağında -
çocuk: ah... oyuncak bir trenim olsa...
Ben miydim ıslak taşların serinliğinde
unutup mendilleri
iki yanına ürkek ve kuşkuyla bakan?
Nasıl bir ezgi bulsam da dedi emanetçi
anlatsam gözlerindeki ıssızlığı.
Yıllarca neler alıp vermişti kimbilir
uzun yolculuklara hiç çıkmadan
küçük bir karta iliştirip adını.
Küçük bir kart. Uçurtmalar, bayram yeri
kâğıt helvacı da girebilir bir şiire
çiniler, dağılıp bittiği yerde suyun
sarsılan raylar ve her şey girebilir bir şiire.
Kapat perdeleri, sesini azalt, coşkunu tut
duymasın peygamberler soluğunda titrediğimi
belki de benim o kuş
tren camlarında bir görüp yitirdiğin
belki de kanat vuruşlarımdır içinde uçuşan
o sevinç, o ayrılık, o keder
gitmekle kalmak arasında çoğalan hüzün
yüzümdür belki dolunay...
Taş bir sözcük düştü parçalandı
Henüz yaşayan göğsümde.
Zararı yok, ben zaten hazırdım.
Gelirim bunun da üstesinden.
Başımda işim çok bugün:
Belleği sonuna değin öldürmek gerek,
Taşlaşması gerek ruhun
Ve yaşamayı yeniden öğrenmek.
işte… Yazın hışırdayan sıcak soluğu
Bayram gibi sarıyor pencereyi.
Ben çoktan sezmiştim bu
Aydınlık günü ve boş evi. *
çeviri: azer yaran
Şair bu, kimi zaman kalabalık bir köşede
Yapayalnız ve gözüpek dizeler çiziktirir,
Ne de olsa şair bir kuyumcu değilse de,
Yüreğinin tellerinde som altın biriktirir...
Şair-çevirmen Azer Yaran 1949 yılında Ordu Fatsa'nın Kavraz, şimdiki adıyla Korucuk köyünde doğdu, 2 Ekim 2005 tarihinde Ankara'da bu dünyayı bize bırakıp gitti. 1972 yılında Ankara'da Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nin Rus Dili ve Edebiyatı Bölümü'nü bitirdi. 1970 yılında trt Ankara Radyosu'nun düzenlediği ses ve yetenek sınavlarından geçerek kurumun TRT Çoksesli Müzik Topluluğunda bas ses olarak şarkı söylemeye başladı; kurum içinde profesyonel müzik eğitimi gördü. 1974'te TRT muhabiri oldu, dış yayınlar muhabiri olarak çalıştı. 1982'de memuriyetten ayrıldı. Daha sonra, reklam, ansiklopedi, basın çevirmenliği yaptı. ilk şiirleri 1976 yılında Cemal Süreya'nın yönetimindeki Türkiye Yazıları ve Oluşum dergilerinde yayımlanmaya başladı. izleyen yıllarda şiirlerini yayımlamayı sürdürürken, Rusça'dan ilk şiir çevirileri -Yesenin,Vaptsarov- çıktı. Milliyet Sanat ve Gösteri dergilerinin genç şairler özel sayılarında yer aldı. 70'li yılların ikinci yarısından başlayarak bilimsel kitaplara ve Rus şiirinden çeviri çalışmalarına yöneldi.
'içine girdiği durumun etkilerini, izlenimlerini taşıyan şiirlerinin özünde devingenlik, atılganlık epey yer tutar. Kişiselden toplumsala, toplumsaldan evrensele küçük kıvılcımlarla sıçrayan bir şiiri vardır Azer Yaran'ın. Mutluluk arayışından kaynaklanan bir koşuyu sürdürür dizelerinde. Koşarken gördüğü bütün konulara, sorunlara yaklaşır. Doğaya tutkundur, resimler getirir sık sık. Işıklarına, renklerine sarılır. imgeleri delikanlıca bir uçarılıkla, coşkulu bir içtenlikle bol bol kullanır. Derinlerde gizlenen ve gerçeklerin damarlarında kuşku uyandırmadan dolaşan ince bir alay umulmayan anlarda fışkırır, hazırlıksız yakalayarak şaşırtır. Hep doruk arıyan ve orada yeniden, yeni bir anlamla doğmak, yücelmek, insana giden yolları tıkayan engelleri aşmak amacıyla çırpınan bir yaşama sevinci Azer Yaran'ın şiirlerindeki yapıyı güçlendirir.'
Sergey Yesenin, Lirikler (1982)
Anna Ahmatova, Seçilmiş Şiirler (1984)
Sergey Yesenin, Sönüyor Al Kanatları Günbatımının (1992)
Aleksandr Blok, Şiirler (1992) Boris Pasternak, Kızkardeşim Hayat (1993)
Boris Pasternak, ikinci Doğuş (1994)
Y. Lermontov, Deniz Kızı (1994)
Aleksandr Puşkin, Bakır Atlı (1995)
G. Aygi, Sen-Simalarıyla Çiçeklerin (1995)
M. Tsvetayeva, Ruh ve Ad (1996)
Vladimir Mayakovski, Dinleyin! (1999) Vladimir Mayakovski , Pantolonlu Bulut(2002)
Aleksandr Puşkin, Yevgeni Onegin (2003)
V. Gordlevski, Anadolu Selçuklu Devleti (1988)
Y. N. Rozaliyev, Türkiye'de Kapitalizmin Gelişme Özellikleri [1923 - 1960] (1978)
şiirleri
Adanmak Türküsü
Ağıt
Ay Üstüne Çeşitleme
Kuşları Öldürmeyeceğim
Mayıs
Otobiyografi
Şaire Ağıt
Şiirler Okudum Bugün
Türkü
insanların yakınlığında gizemli bir çizgi var, Bu çizgiyi aşamaz tutku ve ölesiye sevmek.
Korkunç bir ıssızlıkta varsın birleşsin ağızlar
Ve çatlasın, parça parça dağılsın yürek.
Dostluk da güçsüzdür burada, yılları da
Yüksek mutluluk ateşinin,
Ruh özgürdür ve yabancıdır burada
Ağırkanlı bitkinliğinde şehvetin.