edip cansever yayımlanmamış şiirlerinden birinde doğum günü için tomris uyar'a günün adı şiirini yazmıştır, ki daha sonra bu şiir kitaplarına gir(e)meyen şiirlerinden oluşan öncesi de kalır kitabı ile yayımlanmıştır.
günün adı
doğum günü için tomris'e
alkol güne indi, sandalsız bir kıyıda
suya yeni atılmış bir çakıl
usul usul devindi.
dünyanın en tenha noterliğinde
yazıcının elindeki bir öykü
çiçeğiyle yaprağıyla senindi.
hiç korkun olmasın ekim ayından
ekimde diyelim herhangi bir salıdan
başını kaldıran herkes biraz sevindi.
niye sevindi
derme çatma bir meyhanede çocuksun
hüzünler içinde saklı
görünürde mutlusun.
yaz göründü, küçük turgut gene büyüdü
herkes az az büyüdü
dünyadan dünyaya düştü üç beş caneriği
bir demet sümbül
mutsuzluktan mutluluğa bir iki köprü.
vidalandı, bir imgeydi kuşkusuz
zorunlu mu düşünmek
her doğumda biraz biraz ölümü.
edip cansever'in kitaplarına girmemiş şiirlerinden oluşan, ömer edip cansever, ö. edip cansever imzalı şiirlerini bulabileceğimiz bir kitap.
şairin red ettiği, beğenmediği şiirlerinin yayımlanması çok tartışılmıştı. Mehmet Can Doğan ise, kitabı hazırlamasını "Edip Cansever'i en baştan yorumlamak" için bu kitabı hazırladığını söylemişti.
eski zamanlardan bir cumadır kendisi, kullanılmamış bir gök!
"gözlerimden vazgeçtim, gözlerini görünce.." böyle demiş birisi o'na. hakikatten doğru. hatta doğrular doğrusu.
gözleri dört defa yeşil bu sevişken yazarın. yesin onu ninesi!
ingilizce bilmesem de kiss'iyorum seni baby...
sıradaki parça sana:
"Ben henüz sensiz yapamıyorum
El ele aşıklar geçiyor bazen
Kızın saçı sana benziyorsa yüzümü çeviriyorum
Her adam bana benziyor biraz
Hassas kaybetmeyi kabullenmiş
Ve her kadın sana benziyor
Unutkan yorgun boşvermiş
Bu gece dün gece gecelerce günlerce
Ben henüz sensiz yapamıyorum "
işte şu yağmurlar, işte şu balkon, işte ben
işte şu begonya, işte yalnızlık
işte su damlacıkları, alnımda, kollarımda
işte yok oluşumdan doğan kent
hiçbir yere taşınıyorum, kendime sızıyorum yalnız
ben dediğim koskocaman bir oyuk
koltuğun üstünde, aynadaki yansıda
bir oyuk! sofrada, mutfakta, yatağımda
yaşamayı tersinden kolluyorum sanki
yetişip öne geçiyorum sık sık. sözgelimi
bir iki saatte bitiveriyor bir mevsim
iyi
bugün pazartesi mi? kapının, pencerenin durumu
salıyı gösteriyor.
salondaki büyük saati sattım
saatin ölçebileceği
herhangi bir zaman parçası yok
gittiği yeri bilmeyen böcekler gibiyim
bir oyuğa, oyulmuş bir yaşama
ne gereği var ki saatin
balkona çıkıyorum sürekli
yollar yollar yollar katediyorum sanki böylece
bir semtin ilk rengini alıyorum
örneğin ümraniye'de bir çay bahçesindeyim
bazan
anılardan anılara bir yol
ve
anılardan anılara sallanan bahçe
hangi yaprağı koparsam son anı avucumda kalıyor
iyi.
yeniköy'de bir kahve içer miyiz, dedim bu sabah
bu sabah bu sabah
oralı olmadı kimse -pazartesi miydi-
oyuğumdan çıkmıştım tam, begonyamsa güller içinde
nasıl?
güllerse güller içinde yani
ve balkon demirinde bir martı. dedim ki
deniz şuralarda bir yerde olmalı
çıt yok evin içinde
deniz şuralarda bir yerde olmalı
çıt yok
sanki dünyadaki bütün çay ocakları kapalı
ve göklerden tepelere inen bir sokak
ya da bir akarsuyum ben
denizse
şuralarda..
yok önemi bir iki gün kaldı -martı-
balkonda
deniz de öldü sonra, martı da
iyi iyi.
suyu tutmak gibi bir şeydi hepsi
günler -seni anımsadığım zaman-
birden kurtuluş'tan taksim'e giden bir tramvay görüntüsü
mavi bir elektirik çakımı tellerde
sanki kar yağıyor da sürekli, tepebaşı'ndayız
karlar gıcırdıyor ayaklarının altında
besbelli gümüşsuyu'ndayız, rus lokantasındayız
-ne tuhaf, biz her zaman her yerdeyiz ikimiz-
şarap içmişiz, üşüyoruz
dışarda dünya silinmiş
ikimiz ikimiz ikimiz
böyle birkaç defa ikimiz
sonra ki bir fotoğrafa dönüşüyor her şey
nasılsa
sarı emmiş, mordan çekinmiş, kahverengi bir fotoğrafa
sahi, kalınca bir şeyler giyinmeliyim ben
üşümüyorum da
bende herkes var, diyen bir kızın titrek
sesleri dökülüyor kucağıma
dudaklarım kan mavisi bugün.
biz burda iyiyiz, biz burda çok iyiyiz
biz burda kırk yaşındayız hepimiz
dördümüz bir kişiyiz de ondan
içimizden biri uyuyor olsa, falan filan
onu bekliyoruz bir kişi olmak için
evet evet, yanılmıyorum ben
bir iki kişi kaldığımız zaman yanılabilirim
doğrusu ya
yanılmak her şeyi yeniden görmek gibi bir şey oluyor
duvardaki vitray, begonya
begonya, vitray
kurtuluş'la asmalımescit birbirine geçiyor
bir tramvayın durmasıyla durmaması arasındaki ayrım
karanfil kokuyorsa biraz
yeni koparılmış bir demet karanfilim ben
saçlarını soğuk ve uzun.
ne diyordum? yağmurlar, evet
üşümüyorum ürperiyorum sadece
biçimini zorlayan bir kedi gibi
dur biraz
kapı çalındı, hayır, telefon
telefon kapı telefon
ikisi birden mi yoksa
yoksa
ne telefon ne kapı
bir şimşek sesi hiç olmazsa
o da değil
ses filan duymadım ki ben
yuvarlandıkça büyüyen
bir kartopunun yumuşak sesi mi? belki
iki sesi taşıyan bir ses
neden olmasın
biraz önceki gibi
üstümden biri kalkmıştı -yok canını-
öyle değil, bir gölgeydi hepsi hepsi
yer değiştiren gezgin bir gölge
bahçedeki ceviz ağacından
içeri sürüklenen.
Kapıyı yaşlı elleriyle aralayıp, içeriye girdi ihtiyar adam. Yüzyılları biriktirmişti bu odada. Karşısında Edip Cansever'in masası duruyordu, eski bir dosttan kalma. Masa da masaymış ha!
Önce sandalyeyi süzdü, Cemal Süreya'nın boşluğunu gördü; bir eli alnında, bir parça hüzünlü ve biraz daha babasına benzeyen. Yaşlı adam da bu hayatta en çok babasına benzemekten memnundu. Belki de bir tek bundan memnundu.
Remington marka daktilosu duruyordu masanın üstünde, bin yıllık anıları taşıyan, tuşları silik daktilosu. Adam önce elindeki limonlu votkayı koydu masaya. Sonra yorgunluğunu, dinginliğini, bulutun mavisini, çimenin kokusunu da koydu, yani varını yoğunu. Bana mısın demedi, ne varsa taşıdı masa. Durmadı adam, ardından bir yalnızlık bıraktı ortaya; ki görseler, yalnızlığından utanırdı insanlar. Sallanmaya başladı masa.
Sahi insanlar... Adamı anlamaktan ne kadar da uzaktılar. Daktilo ne kadar yakınındaysa, insanlar o kadar uzak. Yalnızlığı odanın her karışına bulaşırdı. En çok tozlu saatin yelkovanını mesken tutardı. Adam saate bakar, yalnızlığını bir kez daha anlardı. Yakınmazdı, yazardı. Daha çok yazardı.
Parmaklarında şehir izleri. iklim iklim geçmişti, türlü türlü coğrafyalardan. Sokaklar biriktirmişti bu güne kadar adam, kendini sokak sanan sokaklar da görmüştü. Tam dört yüz bin sokak, üç bin beş yüz gece yarısı (yıldızlar cabası), feryat figan, saçlarını okşayan gökyüzü, alıp göğsüne bastığı bir mezar taşı ve acımasız sarı eylüller katmıştı kendine. Gözü daktilonun yanında duran bir kitaba ilişti. "Bu yalnızlık benim" diyordu Metin Eloğlu. Adam yalnızlığını kuşatan yalnızlığını da sahipleniyordu.
Kapının aralığından içeriye adamın kedisi girdi. Ne çok seviyordu onu. "Tomris Hanım" derdi ona ve Turgut Uyar'ın Tomris Uyar'ı sevdiği gibi çok severdi. ihtiyar adamın iki dert ortağından biriydi aynı zamanda. Fakat bu evde tek huzurlu olan Tomris Hanım'dı. Gün boyu evin içinde dolanır, adamın bıraktığı yemekleri yer, minderinde keyif çatardı.
Ayaklarına sürtünüp, minderine gidişini izledi ihtiyar adam.
-Yıllar, dedi. Durakladı bir süre. Yıllar hepimizi eskitiyor Tomris Hanım. Tozlu eşyalara benziyoruz sonunda. Bizim de üstümüzü toprakla örtmeyecekler mi?
Pek oralı olmadı kedi, ağzı yırtılacak gibi bir esnemeyle karşılık verdi.
Kendini iyi hissettiği bazı akşamüstleri evinden çıkar, sahilin yolunu tutardı. Zencefil kokulu, içinde fahişelerin yaşadığı sokakta, eski püskü bir evde yaşardı. Alsancak iskelesi'nden vapura binip Karşıyaka'daki Attila ilhan büstünün yanına gider, saatlerce oturur, kuşları ve denizi izlerdi.
-Sizin şiirlerinize yaslandım hayatta. Kendimle yaşadım en büyük kavgalarımı. En çaresiz anlarda, infilak etmeye hazır bir saatli bomba gibi hissettim beni. Bir'i hiç geçmedi: kalabalık oluşum.
Parmağıyla az ötedeki kuşları göstererek:
-Belki de Kallâvi Sokağı'ndaki güvercinlerdir bunlar. Kaptan, belki de sana Belma Sebil'den selam getirmişlerdir.
Akşam olunca dönerdi köhne evine. Annelerin çocuklarını uzak tuttuğu, insanların yakınından geçmemeye çalıştığı, terk edilmeye yüz tutmuş bir apartmanda yaşıyordu adam. Özellikle seçmişti burayı. Ötenazi hakkını kullandığında yanında hiç kimse olsun istemiyordu. Zaten kimi kalmıştı ki, herkesi kaybetmeyi seçtiğinden günden beri? Hiçbir şeyi yoktu, akıp giden sokaktan başka.
Kayda değmeyen bir ölüm!
Balkonundan yıldızların yüzüne bakamadığı bu evde kiracıydı ihtiyar adam, bir acıya kiracı!
Tomris Hanım o umursamaz halleriyle yatmaya devam ediyordu. Adam daktilonun tuşları üzerinde gezdirdi parmaklarını. Yazacak bir kaç satır, içindeki zehri dökecek sözcükler arıyordu. Düşündü, "kimse yaşamamıştır yaşadığını sözcüklerin" dedi. Bir yudum daha aldı votkasından, içinden geçenleri kağıda döktü. Saatine baktı adam, hiç bilmediği saatlerdi bunlar...
Kalktı, bir kadeh daha votka koydu kendine, içine bir parça limon attı. Dışardan gelen gürültülerin şiddeti anbe an artıyordu. Balkona çıkıp baktı. iki kişi yumruk yumruğa kavga ediyordu. Onları seyre daldı. Olay bittikten sonra içeri girmedi.
Bir kadın bütün yaşantısını bir valize sığdırmış, sokağı terkediyordu. Elleri cebinde, eni boyu belirsiz bir ıslık çalıyordu yeni yetme delikanlı, sokak lambasının altında. Karşı binadaki fahişeyi bekliyor olmalıydı. Bir baba sımsıkı tutmuş çocuğunun ellerinden, hızlıca geçiyorlardı bu sapa sokaktan. Çocuğu izledi ihtiyar adam, gözleri dolarak. Ne zaman bir çocuk ölse, bir çocuk gibi küserdi Tanrı'ya!
Tuttu, gecenin karanlığını da sahiplendi.
Üşümeye başlayınca odaya girdi. Kapıyı kilitledi. Tomris Hanım, minderinden kalkmamakta kararlıydı. Ürperen tüylerine baktı adam.
- Nisan da bitmek üzere ama havalar ısınamadı gitti, Tomris Hanım.
Perdeleri örttü.
-Ah Tomris Hanım, bakma aylardan nisan olduğuna, içimin uzuyor geceleri! Sahi Tomris Hanım, bir nisan kaç eylül eder ve bir mendil niye kanar?
Işıkları söndürdü. Gitti, yatağına yattı.
***
Hiç bu kadar korktuğunu hatırlamıyordu Tomris Hanım. ilk defa evin içi bu kadar kalabalıktı. Ay başlarında ev kirasını almaya gelen bıyıklı adamı tanıyordu sadece. ihtiyar adam kaç gündür yemek de bırakmamıştı Tomris Hanım'ın tabağına. Yatağında öylece yatıyordu.
içerdeki kötü kokuların gitmesi için açık bırakılan balkona kaçtı Tomris Hanım.
-En son üç gün önce görmüştüm. Alışveriş yapmış, ellerinde poşetlerle eve dönüyordu, dedi, bıyıklı adam; karşısında duran polis memuruna. Ev kirasını almaya gelmiştim, kapı açılmayınca çilingir çağırdım.
Ayaküstü ifade verirken ev sahibi, ihtiyar adamın üzerini beyaz bir bezle örttü hemşire. Sedyeye taşıdılar sonra. Alıp götürdüler adamı. Karşı binadaki fahişe, yarı aralık kapısından olan biteni izliyordu.
Tomris Hanım, ihtiyar adamın kapıdan çıkartılışını izledi. Üstünde acil servis yazan bir ambulansa bindiriliyordu, hiçbir aciliyeti olmadan.
Gidişini, yokluğunu gördü adamın. Alnında bir tutam güneş, kalakaldı öylece.
***
Sabahın sekizi yeni vuruyordu. Bıyıklı adam, yanında bir kaç kişiyi de getirmiş, evdeki eşyaları toplatıyordu. ihtiyar adamın pek bir eşyası olmadığı için, kısa sürdü bu toplatma işi. Daktilo ve masa bir eskiciye kurban gitmek üzere kapı önüne bırakılmıştı...
Tren garında beni bekleyecek olan sevgili
Sana bir valiz dolusu dize getiriyorum
Seni bir an olsun dize getirmek için
Tren garında beni bekleyecek olan sevgili
Biliyorsun çok yorgunum
Valizimi taşır mısın
Ağaçları seyrettim ağaçları
Ama ağaç gibi değil
Ve taşları
Kimi iklim ve coğrafyalarda
Tepe dağ dedikleri taşları
Sana ağaçları
Taşları getirdim
Ve kağıtları
Ne varsa gördüğüm
Ne varsa değerli
Yani dizeleri
Yani beni
yarın akşam gelin dedim ya
yırtık pırtık gelin zarar yok
üç işimin biri barış
biri dünya
biri de sizsiniz dedim ya
yarın akşam gelin
ama mutlaka gelin
buğday konuşacağız
siz yukarı çiğli'den misiniz
o nasıl şey
demek gözleriniz ışık tutmuyor
ellerinizi bir sattınız bulamıyorsunuz
bu evleri böyle tutan siz misiniz
o nasıl şey
insan gözlerine inanamıyor
sofraya buyurun sofraya
belli yorgunsunuz
peynir kestim sucuk doğradım
günbalı erittim bakın ya
içinizi ısıtırsınız
su içersiniz
sofraya buyurun sofraya
buğday konuşacağız
benim sizi bir görmüşlüğüm var
dur dur nereden bileceğim
ayvansaray'da dokumacı osman mı
hani geceleyin şarabını içtiğimiz
osman değil mi yanlışım mı var
öyleyse dur sebat matbaasından ibrahim
gözü daima tok karnı daima aç
gördün mü nasıl bildim
ibrahim gel ellerini silmeden gel
bu cıgara senin bu minder senin
ibrahim gel buyur sofraya
gel dedim ya
buğday konuşacağız
ragıp saatin kaç saatin
unutma dokuzda ajans dinleyeceğiz
demek yine kitapların ellerinden tutuyorsun
şiir deyip daldığın oluyor roman deyip daldığın
yine çocuk bahçesinde mor salkımlar uyanıyor
üniversite kitaplığında büyük kitapların
bu sabah haydi hegel'i okuyorsun
st-simon'u yarın
ragıp saatin kaç saatin
beyazıt meydanında fıskiyeler davrandı mı
haydi gel sahaflar çarşısına uğra da gel
unutma bir tutam ışık getir sofraya
bir avuç fikret getir bir yürek dolusu mustafa kemal
kalpakları tozlu paşaların çığlıklı gözlerinden
bir tutam kuvayı milliye mavisi
bir avuç umut getir dedim ya
en iyisi
sofraya buyur sofraya
buğday konuşacağız
akşama yarın akşama gelin
işte gelin hepinizi bekliyorum
siz de gelin pamuk halkı tütün milleti
hemen öylece gelin yabancı mıyız
ağrı çobanları sizi de beklerim
raman sen de gel çocuklarını da getir
soframda şenlik olsun içim açılsın
siz olmadınız mı yalnızım yadsıyım yabancıyım
siz yok musunuz varlığım ne kelime
yarın akşama gelin
ama mutlaka gelin
buğday konuşacağız
Otopsi Yayın Evinden çıkan, Belgin Sarmaşık'ın derlediği, cemal süreya, mehmet fuat, salah birsel, ümit yaşar oğuzcan gibi edebiyatçıların kaptan'a yolladığı mektupların yayımlandığı kitap. tek kötü yanı cemal süreya'nın tek bir mektubu olması.
attila ilhan kendi de belirtmiştir, elinde olmadan, elinden alınan, yakılan mektuplara canının ne denli yandığını!
attila ilhan'ın chp nin 1946 da düzenlediği yarışmada onca şair arasında, ikinciliği aldığı şiirdir ve bu şiiri yazdığında henüz 17 yaşındadır.
kaman cıvarına bahar gelince
yıkılır ovadan apdal çadırları
yücesinde pâre pâre duman tutmuş
düdüldağ'ın yaylâsında mekân kurulur
hoş gelmişsin evvel bahar
nisan ayı içinde donanır dağlar
donanır yeşilinden alından
istasyon deresi kabarmıştır
hacıdağ'ın selinden
dağlar sıra sıradır eylim eylim
dağlar uzanır bir uçtan bir uca
dağlar bir birinden yüce
yamaçlarında kireç yakılır
bir ömür boyunca kahrı çekilir
kimse anlamamış sırrını hikmetini
bu bereket nereden gelir
başınızdan duman eksilmesin gâvurdağları
siz hikâyet eylediniz bana
bahçe kazasının kaman köyünden
cebbar oğlu mehemmed'in hikâyesini
yılların yücesinden şöyle bir seyran edelim
bir avuç toprağıma çöreklenmek için
yürümüş selâmsız sabahsız
destursuz girmiş memleketime
yedi çeşit frenk askeri
uğursuz bir hava çökmüş
üstüne memleketimin
uğursuz ve karanlık
çocuklar gülmemiş artık
sessiz sessiz ağlamış analar
oduna giderken vurulmuş
ve yahut harman yerinde
avuçları buğday kokan delikanlılar
ve nice gâvurdağı kızlarının
birer birer ırzına geçilmiş
yalvarmış ihtiyarlar allah'a
- rivayet şöyledir kim -
dumanlı bir güz akşamı
şu mor dağlar efendim
destur demiş de yürümüş
silkinip kalkmış ayağa
gel haberi öteden verelim
çıkmış dağlara kendiliğinden
cebbar oğlu mehemmed
fransız'a silâh çekmiş
hür yaşamak uğruna
ırz uğruna namus uğruna
ana için baba ve kardeş için
şu mübarek topraklar
şu mübarek vatan için
derken efendim
bir gün kaman'dan öte
uğrun uğrun haber ulaşmış
urfa'nın antep'in köylerine
gözü kanlı maraş beylerine
cebbar oğlu mehemmed
burcu burcu çam kokan bir yaz akşamı
omuz vermiş bir ağaç gölgesine
usul usul türkü söylüyor
- hasret kuşun kanadında
deli kuşlar uçun gayrı
yazımız böyle yazılmış
bu diyardan göçün gayrı -
kirveleri durdu ve süleyman
on sekiz adım gerisinde
şahin gibi tünemişler kayaların üstüne
avuçları sıcak bakışları ok gibi
deliyor her dokunduğu yeri
biri doğuya bakıyor diğeri batıya
iptida durdu görüyor geleni
yel midir toz mudur anlamıyor
lâkin bıyıkları terlemeden
çeteci olan garip ökkeş
çok geçmeden getiriyor haberi
tabur tabur üstümüze varıyor
düşman yola çıktı savranlı'dan
hemen mevzie sokuldu mehemmed
yanıbaşında durdu ve gerisinde süleyman
çeteler yer tutup pusu kurdular
kanlı geçit boyuna
düşman yanaşırken kaman köyüne
bekletmeden yaylım ateş açıldı
mermi kurşun yağmur gibi saçıldı
ilk seferinde on beş kişi vurdular
ve bir hayli düşman kırdılar
yamaçlarda koptu kızılca kıyamet
cesaretlerine söz yoktu ama
neyleyip nitsinler düşman daha çoktu
düştü birer birer bütün yiğitler
gürültüler boğazda sustu nihayet
demek diz üstü düşmüş mehemmed
kirvesi durdu'nun yanıbaşına
kanlar akar yarasından
al al olmuş çevresinden
köpük köpük gözlerini doldurur
bir başına mehemmed yedi düşman öldürür
mavzerinin namlusu hâlâ sıcak
tutulmaz
ölümün derdi büyük yiğenim
çâre bulunmaz
aynı akşam doğurmuş karısı döne
mavi gözlü bir çocuk sarışın
bir avuç toprak sarmışlar altına
ve kemal koymuşlar adını
Acılarımızı sığdırdık ama
Gülüşlerimizi sığdıramadık mektuplara
Ne onlar anlayabildiler bizi
Ne biz anlatabildik kendimizi
Onlara
Ve bir ömür savurduk düşlerimizle
Hasret yüklü ayrılıklara
çocuklar için hazırlanmış gibi duruyor fakat tam olarak öyle denemez. mutlaka ve mutlaka ebeveynlerin okuması gerekiyor. bir çocuğa nasıl eğitim verilir, inanılmaz bir şekilde anlatıyor. çocuklar içinse eğlenceli bir kitap, bilgiyi çaktırmadan veriyor. onların almak istediği gibi...
"- bir derdin mi var hemşire kardeşim? laf benimki de; bir derdin var ki ağlıyorsun tabi, de mi ya... ama söyle de beraber ağlıyalım. malum ya derdini söylemeyen derman bulamazmış. güzelmişsin de be! meselenin aslı esası nedir yani, ha? onu öğrensek de, ona göre bir yol bulsak, öyle değil mi?
gözleri dağılmış adamlar sanki biz
demokrat toni sanki ben ve ömer haybo
tabanca ağızlarında rezil aydınlığımız
üç çarpı ölüm koştuk rüzgara doğru
aysel'in karanlığını silmek için üçümüz
gedikpaşa'da şubat eksi beş buçuk
son cıgaraların köşebaşında yine o
yine ağzından öpen tanımadığı karanlık
çift sesli bir iç bulantısı re bemol do
avuçları sıyrılmış ölüler kalabalık
yine kendisini bir başkası sanıyor
artık ne ben varım ne toni ne ömer haybo
bütün aynalardan yapayalnız dönüyor
dünyadaki yerini eskitmiş gibi
bulutlu uykulardan uyanamıyor
lavabonun beyaz dişlerinde üç mavi jilet
simsiyah bir almanca plak domingo
sıfır bir sıfır bir buluşacağımız saat
demokrat toni ben aysel ve ömer haybo
dördümüz için cehenneme dört bilet.
bağımın en güzel gülüdür kendisi, "içlerinde en çok onu seviyorum".
tanımsız bırakmışız; ekleyelim, memnun etmek lazım.
ömrü hayatımda gördüğüm en doğal insan. benim görmem sizi ilgilendirmez biliyorum ama size de öyle geleceği kesin olduğu için söylemekte yarar var diye düşünüyorum. gerçi ne zaman görse yirmi besinci uummmahhh yaparak öper ama yine de dünya tatlısıdır. hayatımda yer edinmiş önemli insanlardandır. biliyorum çok yücelttim ama hakediyor işte... abla tamam lütfen yine başlama öpmeye yaa.
elini ayağını titretir adamın bu şiir, nasıl olduysa ağlatır uzun zamandan sonra.
nasıl olduysa birden adımı unuttum
adını unuttuğum o şehirde
yıldız alacası yüzen bir zakkum
yanımda o hayal kız ikide birde
yolumu gözlerine bakıp bulduğum
sahi ben ne hırçın bir çocuktum
ele avuca sığmaz aklı fikri şiirde
mısra mısra başımı belaya soktum
izmir cezaevi dokuzyüzkırkbirde
kaşla göz arası liseden kovuldum
inanmakta geç sevmekte çabuktum
bazen yaşadıklarım aklıma gelir de
kaç kere umutsuzluğun yolunu tuttum
istenmeyen adam hemen her devirde
hemen her devirde ateşten bir buluttum
binlerce umuttan belki bir umuttum...
Ben kendi payıma Garipin (Garip demek uymuyor burada)ustalarından çok şey öğrendim. Evet, Garip demeyelim,Yeni Şiir diyelim. Yeni şiirin ustalarını severek işe başladım: Oktay Rifat, Melih Cevdet, Dağlarca, Necatigil, Tarancı, Külebi, Cumalı, Aksal. Ama A.Kadirin, A.Arifin şiirleri de
çekiyordu beni. Attilâ ilhanı da vazgeçilmez bir tatla okuyordum.
Dağlarcanın her zaman ayrı bir yeri oldu. Ondan bütünüyle ayrı, (hatta yine de Oktay Rifatlarınkine yakın) bir şiir geliştirdiğim halde, onu her zaman özgün bir şair olarak gördüm. Bütün bunların bende dolaylı-dolaysız, görünür-görünmez etkileri oldu elbet.
şık bir turgut uyar şiiridir. bir solukta okunur ve fakat izmir hasretine tabidir.
yorgunsun hoş gelmişsin
kara gece nöbetinden hoş gelmişsin
yat uyu yerin hazır
hak etmişsin uykuyu
helâl olsun uykun bahtiyar sağlığın
ama bir uzak iskelede başka olurken deniz
sakla uykunu biraz o uzak iskeleye
bak sakın telâşlanma
bitiverdi iki aylık bir çocuğun kendisi
bir şey değil bir çocuğun iki aylık tanrısı
bitiverdi iki aylık bir çocuğun kendisi
haydi kalk, sakla biraz haydi kalk haydi dedim
açıp sonsuz bir camı bir uzak iskeleye
şimdi tam sırasıdır her şey hazırken böyle
şimdi bunu gömelim
nasılsa girdi bu karaşafak aramıza
haydi şimdi ölüm vakti değil aramızda
ölüm ki bir olağan acının anısıdır
şimdi anıya yer yok aramızda
ne güzel uyurduk biz kavgasız gürültüsüz
bir yara bile olsa şuramızda buramızda
sular gibi karışık olan uykumuzda
senin kara gecen paslı benim çocuğum ölü
bir uzun yaşamayı beygirler gibi koştuğumuzda
hatırlarsın uzakta koştuğumuzda
sayılara vurdular bizi haydi kalk
haydi kalk yoruldum bir patlıcan nasıl büzülürse
bostanda durup da olmayı beklerken haydi kalk
haydi kalk dedim senden aldım kendimden
ölümü bir güzel ezberledim
anladım yorgunsun kara gece nöbetinden
çocuk öldü ben yoruldum ölüm nöbetinden
saatini kurdum, saatini de kurdum haydi kalk haydi kalk
şimdi bunu gömelim
neden öldü ben buradaydım sen ordaydın
belki de bahar filan vardır Erzincan'da ne bilelim
hadi kalk trenler kalkıyor duyuyorum
biliyorum
yorgunsun her geceden, biriken her geceden
haydi kalk şimdi bunu gömelim
haydi kalk bitiverdi
haydi kalk yorgun güzelim haydi kalk
hadi artık öldüm biliyor musun
hadi kalk
izmirlere filân gidelim
ilhan berk şiiri. şiirin yaramaz çocuğu olduğunu bir kez daha gözler önüne sermiştir.
kal böyle aşkım, kal böyle
ve yalnız
bana bak.
bakmak aşktır.
'soyundum işte sana yol olsun diye.'
böyle çıplak böyle et ete
bırak gezinsin üstünde soluğum.
saydamdır aşk, o naif şeytan
gözlerin, çıplak memelerin, dudakların
böyle işte böyle gel gir yatağıma.
ve öp sonra da
durmadan bir daha , bir daha öp beni
böyle uzun bir yolculuk ister aşk.
ve çek sonra da, daha bir kendine beni
çek ki
bileyim benim olduğunu.
böyle işte böyle kasık kasığa.
o kadar yer etmişsin ki içime, ta en derine, gözümü açtığımda sen, kapadığımda sen. "benim bütün rüyalarim seninle" şarkısı da böyle bir duygunun dışavurumu. akdenizden kopup gelmiş olsa gerek...
sevgili;
kadınım;
meyil verdiğim;
bir gitar sesi duyarsan beni hatırla...
insanın seyrederken ağzının hiç kapanmadığı filmlerden biri. komedinin devleri olur da bir filmde çeneler ağrımaz mı? bir milyonuncu tekranını seyrediyor olsam da her defasında çok pis sırıtırım bu filmde.
hele halit akçatepe'nin o meşhur repliği yok mu, bitiriyor beni:
"himmet abeey bağa da şeherli karı alacan di mi..."
fahri erdinç'in 1995 yılında yakut yayınlarından çıkardığı 157 sayfalık anı kitabı. bir hikayesinde nazım hikmet'in evine giden yazarın dikkatini (kendi tabiriyle) "duvarda, en görünür yerde, spor takımlarının alıp verdiğine benzer bir üçgen bayrak, ayyıldızlı bayrağımız" çekmiştir.
"ve nazım, hapislik maratonunda kazanmış olmalıydı bunu!..." diyerek son noktayı koymuştur anlattığımız hikayesine.
mucizenin ta kendisidir. hz. muhammed (s.a.v) müşriklerlerin bize bir mucize göster ve ayı ikiye böl dediklerinde, resul sorar:
"ayı ikiye böldükten sonra iman edecek misiniz?"
hep bir ağızdan "evet, edeceğiz" dediler. ve allah’ın elçisi dua ettikten sonra ay iki parçaya ayrıldı. lakin müşrikler gözlerine dahi inanmayarak muhammed sihirbazlık yaptı dediler hatta iman etmediler.
kamer suresinde bu olay şöyle açıklanır:
"saat (kıyâmet) yaklaştı.. ay da yarıldı.. onlar, bir âyet, bir mûcize görseler yüz çevirip geçerler ve bu gelip geçici bir sihirdir derler..