aslına bakarsanız, eski tasarıma da pek aşina değildim; ancak eski tasarımı birkaç saatlik kullanışım bile, şimdiki tasarıma aşık olmama yetti.
renkler, öge konumlandırmaları, arama fasilitesi... her şey on numara. bi' tek sol frame'de scroll eksik; o da eklenecek opsiyonel bir temayla giderilebilir.
"yeri geldiğinde" kullanılan, gelmediğinde köşesinde gerekli sayıda hazır kıt'a bekletilen kişilere verilen ad.
ülkücüler hep, devletin "demokrat" maskesini çıkarıp özüne döndüğünde sopa olarak kullandığı canlılar olmuştur; buyrun, inkâr edin. devlete karşı gelenlere, devletin emperyalist müttefiklerine(yahut babalarına mı demeliydim?) karşı gelenlere karşı, göğüslerini siper ederler gerekirse. islamcılarla kolkola verip, altıncı filo'yu denize döken devrimcilerin karşısına dikilirler.
bulaştıkları onca karanlık, mide bulandırıcı işi saymıyorum bile.
ve açık, net söylüyorum: bu ülkede ülkücülüğün temiz duygular içerdiğini söyleyebilen, ülkücüleri, ülkücülüğü destekleyebilen kim varsa, zeka kıtlığına yol açan bir körlükten muzdariptir.
damak zevki kuvvetli bir antepli olarak kırklareli'ye uğradığımda, yoldan herhangi bir amcayı çevirip sordum: "amca, buranın en güzel yemeğini nerede yerim?" hiç tereddütsüz birtat'a gönderdi amca.
köftenin sıcak olması için parça parça sunulduğu köftecide, paraya kıyın, mutlaka yoğurt da isteyin. yayladan mı getirtiyorlar, nasıl yapıyorlar bilmiyorum; harika bir yoğurtları var. tadı hala damağımda.
üstelik, tekirdağ'ın meşhur köftecilerinin hemen hepsinde de köfte yemiş biri olarak diyebilirim ki, kırklareli'ye haksızlık yapılıyor. köfte, kırklareli'de daha güzel yapılıyor, sunuluyor.
en meşhur yaşayanı cemal süreya olan, kapitalizmin çarpık-çurpukluğuna dair sağlam bir ironiyi barındıran durum.
kapitalizm bunu çok şey için yaratır. lüks evler inşa edersiniz de, gecekonduda yaşarsınız. audi üreten fabrikanın bantında ömür çürütürsünüz de, külüstürü nimetten sayarsınız.
marx'ın "insanın kendi emeğine yabancılaşması", işte bunu da kapsar.
ama darphanede çalışan -greve de çıkan- cemal süreya'nın vaziyeti, mevzunun dibidir.
1- bir kızı istemeye gelecekler. ancak gelecek olanların aile büyüğünün burnu oldukça büyük ve biçimsiz. onlar gelmeden aile, çocuklara sürekli telkinlerde bulunur: "aman ha, burna uzun uzun bakmayın" falan fıstık. misafirler gelirler. isteme merasiminin içecek faslına geçilir.(hangi içecekti, unuttum) kız, sıra aile büyüğüne geldiğinde, ağzından şu cümleyi kaçırır: "burnunuza şeker alır mıydınız?"
bu birinci örnek, bastırılmaya çalışılan'la alakalı.
2- freud'un rüya analizleriyle uğraştığı zamanlarda bir hastası, ısrarla, rüyasında hiç görmediği venedik'i gördüğünü, rüyasında gördüğü binaların var olduğunu uyandığında araştırıp öğrendiğini anlatır. freud bunun ulvî bir açıklaması olamayacağına inanmaktadır; ancak elde hiçbir delil de yoktur. adam, tanrı tarafından venedik'e götürüldüğünü düşünmekte, işaret aramaktadır. sonunda, adamın evini köşe bucak aradıklarında, bir turizm rehberinde rüyada görülen binalara rastlarlar. gizem çözülmüştür.
bu örnek ise, "dikkatli bakılmadığı için görülmediği sanılan"la alakalı.
tanımam, bilmem. ama yıllardır nerede bir hak gaspı varsa, nerede bir hukuksuzluğun duruşması varsa, adını görürüm, bıyıklarını görürüm. hatta gayri-ihtiyari, bir duruşma haberi gördüğümde, adını arar olmuştu gözlerim. zira onun duruşma sonrası açıklamaları, en net, en tutarlı açıklamalar olurdu. ne adalet dilencisi, ne kof radikal. ne söylediğini, ne istediğini bilen; mücadeleyi yüzgeri etmeyen...
kuşkusuz ki, direnişiyle düşmanı dışarda olduğu gibi, zindanda da küçültmekte, teşhir etmekte.
insanın içini bazı yeşilçam filmlerinin de hissettirdiği bir sıcaklıkla doldurur. insanî bir sıcaklık... hani böyle sanki kömür sobasından yayılır gibi. neşesi de öyle: sobanın kuzinesinden çıkmış böreğe nasıl seviniyorsan, öyle!
ağlayarak, gülerek, bazen ise fevkalade eğlenerek izlemiştim. keşke hafızamı sıfırlayabilsem de, tekrar izlesem.