benim asıl merak ettiğim, ne tür insanın bu hayvanı yakalayıp, kafasını kopardıktan sonra onu bir kutunun içine koyup da ölmesini beklediği. hayvan günden güne ölürken başında oturup defterine notlar almış. evi istila ediyordur, mutfak masanda geziyordur, öldürürsün. ama eğer ağır ağır ölümünü seyrediyorsan bu zalimliktir. kafası kopunca bir ay yaşıyormuş. ne işe yaradı bu şimdi? sayısal veri olunca bilim mi oldu?
günün birinde uzaylılar gelip bize hamamböceği muamaelesi yapacak. sırf onlara göre çirkiniz, iğrenciz diye rahat rahat öldürecekler bizi. ne kadar süre aç kalınca yamyamlaşıyoruz diye bakacaklar. bacağımızdan asıp kaç günde kopuyor diye merak edecekler. niye bize böyle eziyet ettiklerini anlayamayacağız bile.
izmir bornova'ya kıyasla konuşuyorum, çay çok ucuzdur burda. küçük park'ta da burada da büyük çay 2.5 liradır. fakat bunların büyük çayı yarım litre kadar vardır, dolayısıyla benim gibi tek bardak çayı çaydan saymayan tipler için süper ucuza gelir.
centilmendir. sırf kadınsın diye iki katın yaşındaki adam minibüste sana kalkar yer verir.
öküzdür. sevgililer yan yana oturabilsin diye yer vereyim dersin, zaten onlar için boşalttığın yeri kapmaya çalışırken eline parayı tutuşturup "kalkmışken şurdan iki kişi de versene" der.
o kadar da değil belki, ama çocuk milletinden kesin soğutur. bakın ben soğudum mesela.
fakat neden diye de düşünmüyor değilim. arkadaşlarınla kovalambaç oynuyorsun. ağzını bile açmanı gerektirmeyen bir oyun, fakat sen koşturuken bir yandan da ciğerlerinin son gücüyle bağırıyorsun.
sanıyorum ki bu bir tür korunma içgüdüsü. bir yerde çocuk varsa etraftaki bütün büyükler bunu bilir. çevrede bir tehlike olsa anında sesi takip ederek çocuklara ulaşabilirsin. türün devamı açısından iyi bir özellik tabii. nadiren sesi soluğu çıkmayan çocuklar oluyor mesela. zamanında aslanlar falan yemiş bunları, o yüzden az kalmışlar işte.
7. sezon için spoiler olacak. hangi bölüm bilmiyorum, ama son bölüme kadar gelmediyseniz burda ne işiniz var değil mi?
sağda solda görüyorum, bir sürü insan çamaşır suyuna çemkirmiş. niye yahu? dumana dönüşüp insanın ağzına giren, kurşundan bıçaktan etkilenmeyen şeytanlar tuza dayanamıyorken iyiydi. kimseciklerin "tuz ne alaka" diye sorduğunu hatırlamıyorum. tuz bu ya, yemeğine falan dökersin hani. bir avuç yutsan bir şey olmaz. bir avuç çamaşır suyu yut bakalım ne oluyor?
bu arada bir avuç tuz yutmayın. çamaşır suyu da yutmayın. ama biri kafanıza silah dayarsa tuzu seçin.
türk kızı lafı agresyon yaratma amaçlı girilmiş ama, bilgi bilgidir.
birçok sarkık memenin asıl sebebi dik durmamaktır. işin komik yanı, bu memelerin sahipleri de kambur durduklarını farketmez, suçun aslında gayet normal olan memelerinde olduğunu zannederler. o yüzden dik durun.
bildiğim kadarıyla insan astral seyahatte iken etrafını görebiliyor, normalde görmediğimiz canlılarla konuşuyor, duvarlardan falan geçebiliyor.
fakat bir şeyin tadına bakamıyor. yemekten bahsetmiyorum, sadece duyu olarak tat yok. duvarlardan geçtiğine göre dokunma da yok. hiç çiçek koklamayla ilgili astral seyahat hikayesi de duymadım.
bu durumda beş duyunun sedece ikisini kullanabiliyoruz. e şimdi uyaranlar farklı olsa da bunları algılayacak yapılar tamamen organik. bu açıdan bakıldığında görme ile dokunma arasında pek fark yok ki. nasıl biri oluyor da diğeri olmuyor? hani matrix revolutions'daki neo'nun görüşü gibi bir görüş olsa, böyle ışıklı ışıklı, görmekten çok hissetmek gibi, o zaman daha bir anlaşılır bulacağım.
yanlışım varsa düzeltin, belki de beş duyunun tamamını içeren durumlar oluyordur. o zaman gene fiziksel bedeni arkada bırakıp fiziksel uyaranları algılayabilme olayı benim için gizemini korumaya devam eder, ama en azından durumu kendi içinde mantıklı bulurum. şu an ise astral seyahat yapıyor olmaktan ziyade beynin bunu yaptığına inanıyor oluşu daha olası gibi.
gözünüz kaymasın, bir sonraki cümlede sonundan bahsedeceğim. hatta paragraf yapayım.
yanlış taraf kazandı yahu sonunda. savaşı bidik kuklalar kazandı da ne oldu sanki? ne yapacaklar ki bundan sonra? canavar rolünü oynayan elemanda da insan ruhundan bir parça vardı. hem de kuklalara hediye olarak verilen ufak bir ruh parçası değil, kendi emeğiyle çekip aldığı koca bir parça vardı. üstelik o paçavra kuklalardan farklı olarak mühendisti. devamlı bir şeyler icat ediyordu, sonra onları geliştiriyordu. eğer kazanabilseydi adam dünyayı baştan düzenleyebilirdi.
adamlar ne olduğunu bilememiş, ufo demişler. biz bilmişiz, uçan daire demişiz. belki de bu yüzden türkiye'de pek itibar edilen bir kavram değil. uçan daire işte, adı belli sanı belli, gizem yok.
bale gibi bir film, izlerken konuyu anlatan bir broşür lazım yanında. yoksa o opera mıydı? açıkçası karşıdan bakınca bile 'vay be' dedirten sanattan hoşlanıyorum, hakkında bilgi sahibi olmak için araştırma gerektiren, bir nevi dersine çalışılması gereken sanat bana göre değil.
normal baklava neyse de, dondurmalı baklavada zorlanır herhalde. sonuçta dondurma her baklavanın üstüne birer lokma konmuyor. çok bulaşır eliyle ayırsa..
tabii adı üstünde hayvan sonuçta. ama çok fazla şey beklemiyorum ki.. yatağıma işeme yeter. kumun 2 güne bir temizleniyor, mama kabın devamlı dolu, eğer beğenip kabul edersen yediğim here şeye ortak ediyorum seni ve karşılığında yatağıma işiyorsun. aferin. aptal.. kendi yatağımda yatamıyorum ya. beyefendinin kum yerine yetağı tercih etmesinin sebebi de balkondaki ördek yavrusu. çünkü ördekten korkuyor, çünkü geri zekâlı.
yarım saat önce odama girmek için kapının önünde yırtınıyordu. kıyamadım aldım içeri. ama yatağa çıkmasın diye gözümü üzerinde tutuyordum. bu salak ne yaptı? masanın çekmecesine arkadan girip içeri işedi. embesil.
eğer 1 yaşında, her türlü kuştan civcivden tırsan, akvaryum seyretmeyi seven geri zekâlı bir kedi isterseniz bana haber verin. çişiyle bir göndereceğim, bu yüzden hobileriniz arasında yatak yorgan yıkamak olması lazım.
belli etmek ayrı, saklamamak ayrı şeyler. eleştiren taraf belli etmeyi eleştirirken, savunanlar da saklamama kısmını almışlar. kavram kargaşası olmuş.
dikkat çekeceği belli olan bir şeyi belli etmek zaten dikkat çekmeye çalışmak olduğundan insanların canını sıkması normal. burada yazılanların hepsi sözlükte 3 dil bilenlerin kendini belli etmesi gibi bir başlığın altına da yazılabilirdi.
üşendim gerisini yazmaya. birşey olduğunu saklamamak ise normaldir, zaten tepki çekmez falan filan..
yusufçuk diye bildiğimiz böcek aslında kız böceği olabilir. aralarındaki en belirgin fark, kondukları zaman yusufçuğun kanatlarını açık tutması, kız böceğinin ise vücuduna paralel şekilde kapalı tutmasıdır. bu durumda bu güne kadar yusufçuk diye etiketlediğim tüm böcekler aslında kızböceğiymiş.. gerçi ikisi de odonata'nın alt türü olarak geçiyorlar. yusufçuk(dragonfly) epiprocta, kız böceği(damselfly) zygoptera. türün tanımında bireylerin aralarında verimli döller oluşturabilmesi olduğundan bu ikisi çiftleşebilir mi merak ediyorum. aslında bilgisi olan biri mesaj atsa sevinirim.
bir de, bir böcek bu kadar güzel renklere sahip olabilir mi yahu? ne zaman bunlardan bir tane görsem kendimi tropiklerde sanıyorum.
bir konuya giriş yazısı yazmak benim için her zaman zor olmuştur. konu fallout gibi benim için önemli bir şey olunca daha da zorlanıyorum. bu üçüncü başlangıcım oldu, umarım sonunu getirebilirim.
sanırım asıl zor gelen kötü şeyler yazacak oluşum. olumsuz eleştiri yapmaktan hoşlanmıyorum, nitekim burada yapacağım da çoğunlukla bu olacak.
yine de önce fallout 3ün çok takdir ettiğim bir yönü ile başlamak istiyorum. oynanış. ilk iki oyun ancak rpg hayranları tarafından oynanabilecek bir yapıya sahipti. 'nesini seviyorsun bu oyunun, amma durağan' lafını birden fazla kez duymuşluğum vardır. ki bence öyle olması bazı açılardan daha iyiydi. bu konuya daha sonra değineceğim.
ben fps oynayamam. çok istememe rağmen mass effecti bir türlü bitiremiyorum, bu yüzden bir ton ödül alan mass effect 2'ye geçemiyorum. eskiden kardeşimle max payne oynardık, daha doğrusu o oynar ben izlerdim. oynayabildiğim tek kısım hiç silah kullanılmayan rüyalardı. fakat vats sistemi sayesinde fallout 3'ü oynayabildim. hatta ilerledikçe oyun zorluğunu harda kadar getirdim. turn based bir combat sisteminde sıkıntıdan bayılacak olan call of duty'ci kuzenim de fallout 3'ü zevkle oynadı. biri 16 diğeri 28 yaşında iki kişinin aynı oyundan zevk almasını sağlamak büyük bir başarı, helal olsun adamlara. cidden, keşke mass effect'te de vats olsaydı.
benim için üzücü olan hikaye kısmını spoiler içine alıyorum. bu besbelli olan gerçeği de benim gibi gözü kayanlar için yazdım.
ya bir oyun ne kadar klişe olabilir ya? illa bütün overseerlar pislik olacak ve abuk subuk sebeplerle bizi kapı dışarı edecek öyle mi? bütün devlet başkanları -bilgisayar bile olsalar- halkın üzerinde deneyler yapacaklar, kalan azıcık nüfusu daha da azaltmaya çalışacaklar.
fallout 2161'de, fallout 2 2241'de geçiyor. ikinci oyunda şehirler kurulmaya başlamış, üç beş yeşillik görür olmuştuk. olması gereken de buydu. fallout 3 ise 2277'de geçiyor, wikiden kontrol edene kadar 3. oyunun 1'le 2 arasında bir zamanda geçtiğinden emindim. böyle saçmalık mı olur, aradan kaç sene geçmiş, sen azıcık medeniyet kurmaya çalışacağına hala ben deney yapacağım nıhahahalardasın. herifler şifalı diye radyasyonlu su içiyor, bombaya tapıyor haberin yok.
bir de falloutu fallout yapan kara mizah nerdeydi? mumya zannedilip sergilenen ghouller vardı fallout 2de. patlayan inekler vardı, kutsal kaseyi arayan şovalyeler vardı, hileli boks eldivenleri vardı, altın yerine bir kese dolusu şişe kapağı bulunca hayalkırıklığından dolayı kuyuda unuttuğumuz cüce vardı, sahibini uzaylıların kaçırıp kaçırmadığını sorduğumuzda şaşıran bir köpek vardı.
bunların hepsi gitmiş işte, yerine elinde flamethrower olmadığı için harold'u yakarak öldüremeyeceğine hayıflanan 16 yaşındaki çocukların oynayabileceği bir arayüz gelmiş.
tekrar tekrar seyrediyorum, her defasında farklı bir parçası etkiliyor beni. sonra oturup düşünüyorum, sanki gerçekmiş gibi adamları anlamaya çalışıyorum, hatta işi 'şöyle yapmalıydı, o zaman böyle olurdu'ya vardırıyorum.
aynı anda hem kendini öldürüyor, hem de intihar ediyor olma fikri beni rahatsız ediyor, henüz algılayabildiğim bir şey değil. bir insanı öldürmek yeterince kötüyken, bir de bu insanın tüm düşüncelerini, duygularını, korkularını bilip de onu öldürebilmek akıl almaz. sonra öldürülen insanın da kendisi olduğunu hesaba katıyorum, o makineye bilerek giriyor. ve bu bir kere olmuyor, defalarca yapıyor aynı şeyi. korkunç.
gerçi şimdi iki aydır yirmiyi aşkı izlediğim için ana konudan kopmaya başladım. bu aralar aklımı sarah kurcalıyor. 'senin ne olduğunu biliyorum' diyor kendisini sevmeyen ikize. gerçeği bilmek istediğini söylüyor, sevilip sevilmediğini soruyor, ve olumsuz cevap aldığında intihar ediyor.
neden? aslında kendisini sevmeyen kardeşe mi aşık? yoksa ikisi de kendisini sevsin mi istiyor? madem gerçeği öğrendin, kendi kocanla doğru düzgün hayatını yaşa, diğerini de rahat bırak. dışarıya karşı bir şekil işinizi ayarlarsınız, çok zor değil. veya bunca zamandır kandırılmak ağır geldiyse çek git. sonuçta karşında iki farklı adam olduğunu öğrenmişsin, 'sen de beni sev' nasıl bir saçmalıktır anlamış değilim. ne de olsa bir film, mantık hatası falandır diye düşünüyorum, yoksa filmde iyi kalpli kimse kalmayacak.
cutter da günlüğü alabilmek için fellon'un sandığa hapsedilip gömülmesine yardım etmişti. sonra da vurucu sahnelerde ortaya çıkıp 'sen ne yaptın böyle!' diye feryat edip güya ahlâklı geçiniyor.
kraliçe theron'u bıçaklayınca adamın üzerinden xerxes'in altınları düşüyor, bu şekilde council adamın hain olduğunu anlıyor falan.
tamam filmi izlerken o anın heyecanıyla göze batmıyor ama, bu adam manyak mı yahu? tamam ülkeni sattın, altınlarını da aldın, ne demeye üzerinde taşıyorsun? toplantıdan çıkıp bakkala gidince "abi hiç sparta liram kalmamış, xerxes parası geçer mi?" diye mi sormayı planlıyorsun?
salak herif... ilk gördüğüm anda sevmemiştim zaten bunu.
--spoiler--
geçen chatte yeni biriyle mesajlaşıyorum, klasik asl pls muhabbeti yapıyoruz.
-ne mezunusun peki?
+bilkent üniversitesi.
komik geldi bana, güldüm. hatta çocuğun yüzüne hahahaha diye güldüm. hemen herkes biliyordur ama, belki bir cümleden anlaşılmamıştır diye yazayım. ne mezunusun deyince bölüm kastedilir, düne kadar sorduğum herkes de anlayıp düzgün cevap verdi sağolsun. öncesinde biraz araba muhabbeti de ettiğimiz için etkileyici olması açısından okulun adını verdi diye düşündüm. ama ben devlet üniversitesi öğrencisiyim, ankara ile hiç alakam olmamış, özel üniversiteler hakkında duyduğum burslular iyi de gerisi paraya bakıyor lafından başka da şey bilmiyorum. üniversite ismiyle de etkileyicilik olur muymuş, gülerim tabii.
ama sonra bana bir ingilizce konuştu, tek kelimesini anlamadım. ondan etkilendim bak.
bana kelebekleri hatırlatan bir tarzı var bu adamın. nahif ve çok güzel, ama her an ürküp uçuverecek gibi. ruhuma dokunup geçiyor, aynı anda sevgi, şefkat ve hüzün hissetmeme yol açıyor.
bir iki ay önce internette denk gelip saniyesinde vurulmuştum kendisine. eskiden komut anlar diye basit bir versiyonu vardı bunun, sesli komut vererek program çalıştırmaca kıvamında bir şeydi. kardeşimle deli gibi "winamp.. winamp!!.. winamp!!!.. winamp uleynnn!!" diye bağırırdık mikrofona. özetle kullanamamıştık bu komut anları, ama o zamanlardan fikir beni etkilemişti.
yakın zamanda anneme lazım olunca, hazır ben de evdeyken alalım dedik. kargo elimize geçer geçmez kurdum. bu arada annemin bilgisayarı sistem gereksinimlerinin çok altında; 2 gb ram istiyor mesela, annemde 512 mb var. zorlanıyor, arada reset atıyor falan ama çalışıyor.
3-4 saatlik bir eğitim süreci gerekli denmiş. çoğunlukla 3 kelimden oluşan bir cümleyi okutuyor sana, beğenirse sonraki cümleye geçiyor. %40 yapmadan programı kullanmayın demişler. tahminimce bazı yazılı metinleri cümlelere bölmüşler, bu cümleleri karıştırmışlar, program rasgele veriyor okunması için. bazen garip garip şeyler çıkıyor, yarım saatten sonra insan istemsiz gülmeye başlıyor.
açıcı gaz söktürücü
adlı çizgi film
aminoasitle bağ yapmış
hatta bir ara acaba bunlar beynimizi mi yıkıyor diye tırstık annemle.
eğitim cidden gerekli ama. %40lık eğitimden sonra hem annem hem ben "sabah sekizde okula gittim" gibi bir cümleyi söyledik. bana "sabun sek sek okula yedim", anneme "sabah 8de okulda diktim" yazdı. %50den sonra uzun bir metinde azeri türkçesi gibi bir sonuç alınabiliyor.
adam gibi bir bilgisayarda iki günlük bir uğraşmayla mükemmele yakın yazı yazdırılabileceği kanaatindeyim. helal olsun adamlara, umarım yakında bunun okuyanını da yaparlar.
bu aralar düşünce tarzı oldukça ilgimi çeken hayvan. bu başlığı okuyacak kadar kedilerle ilgilenenler zaten bilir, her kedinin ayrı bir kişiliği vardır. gerçi köpeklerin, kuşların, hatta balıkların bile ayrı ayrı kişilikleri oluyor. bitkilerde aynı şeyi göremedim ama. iki farklı saksıdaki aynı tür bitkiler birine 'çok güzelsin uleyn', diğerine 'ıyy iğrençsin' türü deneyler yapılmadıkça aynı şekil büyüyorlar.
her neyse, kediden bahsediyordum. çok absürd kişilik yapıları sergileyen kediler gördüm. ete rağbet etmeyip bezelye suyu içeni, kulak memesi fetişi olanı, evde oynayabileceği bilimum ıvır zıvır dururken illa ki priz deliklerine tırnak sokanı, sokakta yakaladığı kuştur faredir türlü ufak hayvanı öldürürken evdeki civcivi ellemeyeni var bunların. (bu bizim kedi oluyor. gördüğü köpeğin üstüne yürüyüp onu kaçıran, birlikte oynarken acıya dayanıp uzaklaşmayacak olsam beni de öldürecek olan bu canavar normal avı olan diğer ev hayvanlarına ses çıkarmıyor. limitlerini denemek için uzanırken civcivi üzerine koydum, şöyle bir kokladıktan sonra yürüyüp gitti.)
bu tür garipliklerin bir kısmını çevredeki insanlardan etkilenmekle açıklayabiliyorum. misal az önce bahsettiğim bezelyeci kedi sahibi yokken birkaç gün bizle kalmıştı. ikinci gün tenceredeki et suyuna sulandığını gördüm. bir parça haşlanmış et önerince de zevkle yedi. muhtemelen zamanında hayvan bu ne acaba diye bezelye suyunu koklarken sahibi 'yavrum benim, bezelye de yermiş' gibi sevgi ifadesi kullandı, kedi de iyi iş yapıyorum herhalde diye düşünerek o suyu içmeye başladı. (bezelye suyu deyip duruyorum, kastettiğim konserve bezelyenin içinde yüzdüğü şey.) veya bizim kedi küçükken bisküvi yerdi. ne zaman ben yiyecek olsam gelip miyavlar, bütün bir bisküviyi mideye indirirdi. fakat bu iştahı masanın üzerinde duran bisküviye göstermezdi, dönüp bakmazdı bile. eşlik ediyordu sanırım. geçenlerde kraker uzattım, kokladıktan sonra başını çevirdi. bir tane kendim yedikten sonra gene verdim, bu sefer nazlıca da olsa yedi.
bir diğer tuhaflık da çok kısa süre içinde bambaşka bir kişiliğe bürünebilmeleri. küçükken standart olarak şirin, oyuncu ve sokulgan oluyorlar. daha sonra belli bir davranış şekli oluyor, 'benim kedi musluktan su içmeyi sever' diyoruz mesela. derken birden bire bu kedi yerleri yalamaktan hoşlandığına karar veriyor, bardaktır şişedir ne bulursa devirip suyu yere dökmeye başlıyor. okşanmaktan hoşlanan hayvan kendisine dokunan bir el hissettiği an ters ters bakıp yattığı yerden kalkmaya başlıyor. henüz 'eskiden ne şirin hayvandı, ne oldu buna' evresi geçmeden bu sefer sokak serserisine dönüşüyor, başına bir şey gelmese barileri yaşatıyor insana.
öyle işte, hiç iletişime geçmeden uzaktan seyretmesi bile zevkli bu yaratıkları.
meyveli pastaya aşık olmak gibi bir şey. yüzeyel yaklaştım tabii, aslında daha çok iftar vakti suya aşık olduğun için suyu içememene benziyor. ama -belki de bella'nın çilekli şampuanından etkilendim- aklıma hep meyveli pasta geliyor. tatlı krizindesin, dolapta duruyor, çıkarıp çıkarıp bakıyor, o tatlı vanilya ve çilek kokusunu içine çekiyorsun. ama aşıksın pastaya, ne sen yiyebilirsin, ne başka birinin yemesine müsaade edebilirsin. bu yüzden yapman gereken her şeyi boşlayıp mutfak nöbeti tutuyorsun. işin acıklı yanı pastanın ömrü bir kaç gün, onu ne kadar korursan koru bozulup gitmesini engelleyemezsin. veya belki dondurursun, eh o zaman da tekrar çözemezsin herhalde.