tatmadığı bi zevkle ilk defa karşılaşınca mutlu olur mu insan? yoksa şaşkınlık mıdır bu? heyecanım tuş etti hazzımı, üzgünüm beklediğin resmi çizemediğim için. gözyaşların sıcacık; kalbime rastgelseler buzlarını çözecek kadar sıcak. niagara nın hayat taşıdığı hayvanlar gibi izliyorum yanağındaki izleri. o hayvanlar kadar muhtacım. ve o hayvanlardan daha yüzsüz, merhametsiz..
olmadı, değersiz!
umursamazlık sandın değil mi? sen öyle san.
ellerini tutuyorum. şimdi de hep böyle kalacağımızı sanıyorsun. ama gidiyorum güzelim.
şu zamana kadar dünyanın para, şöhret vb. değil duygular üzerine döndüğünü zannederdim. bu zannımın en temiz nüansları da kadınlardı. herkes-her şey kendini izafi meblağlar karşılığı satabilse de, kadınların bu "her şey" içinde yer alamayacağını, onların "duygu" gibi özel bir güzelliğe sahip olduğunu düşünürdüm.
bir akşamüstü kadıköy sahilinde oturur, beş dakika gecikmeli gelecek çayı sipariş ederiz. üşürüz az sonra gelecek çayın sıcağına sakladığımız sabırsız bedenlerimizde. ilk bakışım istanbul'adır benim; kendimi tutamam, ellerinden tutarım. uçsuz bucaksız göklerde kovaladığım martı yorgunluğunu haydarpaşa dalgakıranına satarken, ılık rüzgar da hüznü satar en derin sıla sevdalarına.
evet elini tutarım, istanbul'la süslediğim nazarımı bırakıveririm sonra akşam güneşiyle danseden suretine. saçların omuzlarından, sadece senin olan yüreğime akar gibi akar. uzaklardan uzak ilkokul resimlerindeki çöp adam kadar mutlu, sulu boya gibi silik bir şiir olursun aniden.
ve farid farjad'ın golha'sı kalabalığı selamlarken ben senin sessizliğini yudumlar, sessizlikte seni ararım.
önce iki kişi dövüştü. biri yaralandı, biri süründü.
sonra iki mevki savaştı, biri dövündü, biri güldü.
hala iki dünya vuruşuyor, biri sövdü, diğeri ölecek öldü.
aralarında bi başkası dolaşıyor. bu adamı hatırlıyorum. ilkinde de bu vardı dünkünde de, şimdi de. elleri al, gözleri gibi. saçlarında bir kara bulut. nefret saçıyor. bir ona sataşıyor bir buna koşuyor. onu kimse görmüyor ama hepsi dinliyor. korkuyorum.
bağırıyorum, herkes bana bakıyor. zaman bir kaç saniye duruyor. beni gören herkes duruyor, kimse duymuyor. yapayalnızım.
başkası bana yaklaşıyor. elinde bir torba, yarısına kadar dolu. bir taraftan yürüyor, bir taraftan avcundakileri savuruyor. evet bu o, kimse görmüyor ama ben görüyorum. bu sefer başka hiç bir şey göremiyorum. elleri daha kırmızı, gözleri daha kindar. yaklaşıyor, kaçamıyorum.
şu gizli bakınızı okuyunca şaşırdım. gerçekten içimi okumuşsun. sonra da kahkaha attım ağız dolusu.
orda yakaladın beni, ama sevdiğim kişi konusunda hayır. o yazı da kayıp bi kadına yazılmıştı. kayıp derken, uzun uzun anlatmicam şimdi. belki bigün yüzyüze.
ilk mesajın da itirafımı okumadan önce yazıldıysa çapraşacam kendimle. hani "tılsımlara artık inanmıyorum" demiştim, hayli zorlanıyorum şimdi de bak. ama yine de tılsıma inanmak istemiyorum. ah dilimi yakan tılsımlar.. uzak durun benden!
yazmışsın şu vakit olur olmazsa o vakit falan. burdan bakınca izdivaç programlarında eleştirdiğim odunlar gibi hissettim kendimi. "esmer olsun 1.70 olsun kalçaları geniş olsun.." o ne lan? dana mı alıyon mal pazarından? pişman oldum anliycaan. hoş benimki masumane biliyosun. yok puştluk olsun diye değil, gerçekten öyle. ama işte rahatsızım şimdi. seni görme isteğimdeki şiddette bi değişiklik yok. sadece yüzsüz olmamaya çalışıcam.
utanmasam "fizik önemli değil önemli olan iç güzellik" diyicem lan!
bazen bu gezegenden değil miyim diye şüpheleniyorum.
tanışalı 2 dakika olmadan erkeğe ilan-ı aşk eden kaşarlar, yavşaklıkta sınır tanımayan abazanlar.
sanki etrafımdaki insanların yüzde doksanı cast ajansından tutulmuş, her hareketleri rol icabı.
samimiyeti arar oldum sözlük. çölde su gibi, suda saflık gibi.
bilmem ki ben mi safım..
şaka değil, ciddi ciddi düşünüyorum ha. "herkes böyleyse ben mi anormalim?" diye.
biri yardım etsin, sıfır grubu erhaş pozitif moral lazım.
böyleydim ben hep. ne istediğimi bilemedim. bir şarkı duydum aşık oldum. bi gülücük gördüm, peşine düştüm. sen yürüdün ben yürüdüm, sen durdun ben hala yürüdüm.
masumiyet bu. espri yaptığını sanıp küfre battıkça batan kıroluğunsa savunulacak yanı yok. aşık edip rezil eden, sonra rezaletin ta kendisi olduğunu bakışıyla, duruşuyla, en güzel sözcükleri bile zehir eden ağzıyla ispatlayan kaşarın da. ama ben..
inan ki çok sevdim! hani o her karesi ayrı bir aşk olan meşhur "alpine" var ya, o da benim her karem, her bir zerremdi. anlayamazsın, anlatamam. bir metro istasyonunda beş liralık kulaklıkla hayata perde çekip şebnem ferah dinlemek gibi. haydarpaşa garı dalgakıranında yeni bir martıyı yabancılık çeken masum haliyle yakalamak gibi.
beni bir fotoğrafta bulacaksın. "şu an ne yapıyor?" sorusu düşecek aklına. sen bunu söylerken, ben "ne yaptım?" ı çoktan söylemiş olacağım.
ne zor bir hatayı sevmek. daha zoru bir hatanın bu kadar güzel olmasıydı.
güzelliği utandıran hatam..
bir beni utandıramadın. kahpeliğin kokusu sinmiş hissediyorum bedenime. kapı arkasında mahsur kaldı heveslerim. elinden tutup maltepe sahilinde yürümek, ne alakaysa klişenin efendisi olmuş kız kulesi kızından bahsetmek isterdim. konuşması bile mide bulandırırken yasağı ben yaşadım, yaşayacağım.
zor değil aslında her şeyi yoksaymak, bunu da yaptım. ama bilemem ki hayat ne yapar sana, diyemem. sen yine teoman de, sadece.
gidişim de ani bu yazı gibi. aynaya bakmak kadar zordu ardıma bakmamak.
istanbul-atalar daki şube personelinin gayet rahat olduğu firma. pazarlama sektöründeki bu tarz işletmelerin köleliğine yıllarını vermiş biri olarak şu manzaralar karşısında şaşkınlıktan 8 kilo verdim:
* sakız çiğneyen personel elemanlarının belli bir yönetmelikten bağımsız olarak istedikleri saç-sakal-bıyık triosunu kullanmaları (servet çetin sakalı da dahil),
*müşteriye hitap şekillerindeki cool tavırlar (satış formu doldururken kullandıkları ağzı abartmadan yazıyorum: "ev adresini söyle, numara ne abi, şuraya imza atacan" vb.)
* temizlikçilerin sağda solda birikmiş müşteri artığını toplarken sahip oldukları üslup;
- hiç çöplük görmediniz mi be öküzler ne diye bullara atarsınız bulları (skurt! güm!)..
* ve bonus niteliğindeki inanılmaz şakalaşmalar;
(yaklaşık 10 kişinin sıralandığı kasadaki tezgahtar-reyon görevlisi muhabbeti)
- ya erdem ne diyosun ya salak..
+ evlilik yaşın gelmiş senin kızım söyle de eversinler seni..
- ya bi siktir git işin yok mu senin.. (oha aq)
--spoiler--
çakma, özenti, bok, püsür, ezik, büzük, çürük, dürrük artık ne ekleyebiliyorsanız üstüne...
şimdi öncelikle şunu açıklamak istiyorum, bizim uludağ sözlük adını kullanarak bir yerlere gelmeye çalıştığımızı sanan ya da uludağ sözlük'ü taklit etmeye çalıştığımızı sanan bazı aklı evveller var. büyük bir heyecanla meydana atılıp "eheheh ezik nan bunlar, şunlara bak bok bunlar kaka kaka bildiğin sıçmık" diyen kişiler. kimse telaşlanmasın, kimse korkmasın, kimseler bir heyecanla ortalığa atılıp gereksiz cümleler kurmasın..
burası masum bir oluşum arkadaşlar, bir yerlere gelme, üzerinden reklam geliri elde etme gibi bir amaç yok burda.
sözlüğün gelişmeler bölümünden de belirtmiştim, tekrar belirteyim. bu sözlüğü açmamızdaki amaç; siyaset-futbol-cinsellik üçgeninden sıyrılıp geyiğin sınırlarını zorlamaktan, kafa dinlemekten başka bir şey değildir. artık yaran x..'leri, eski sevgilileri, bekareti v.s. bırakıp eğlenmek istediğimiz için buradayız biz. tekrar üstüne basa basa söylüyorum; amacım/amacımız herkes yazar olsun, popüler olalım gibi şeyler değil. biz sadece bahsettiğim amaçla bir işe giriştik. başarılı olur ya da olmaz orasını zaman gösterecek. "çok iyi olucaz ortamın amına koyucaz" dediğimizi sanmış bazı uludağ sözlük yazarı arkadaşlar, aman diyim!!
isim konusunda sıkıntı yaşayan arkadaşlarımız olmuş. onu da açıklayayım. bir kere isimdeki ironiyi ben burda belirteceksem, "olm hani olur ya özhakiki koç diye firmalar, hani böyle o lüksü yaşatmaz ama bizden biridir lan, öğrenci işidir, ne bileyim sana ülker kek vermez ama bim'de satılan kekten verir, şoförünün kravatı biraz sağa kaymıştır, otobüs desen allah'a emanet falan" diye örneklemler sunarak neden böyle bir isim seçtiğimizi mi belirtseydim? ulan adı üstünde özhakiki uludağ sözlük, uludağ sözlük yazarlarının arka bahçesi olsun istedik, gelsinler burda format olmaksızın, siyasetti bilmem neydi olmaksızın kafa dağıtsınlar istedik hepsi bu.. format da koymadık ki amacına ulaşsın, şu yasak bu olmaz da demedik.. "hangi konularda entry girmek yasak?" diye soranlar oldu; "vallahi ben de bilmiyorum, ne zaman bir entryiniz silinirse o zaman öğrenmiş olucaz hep birlikte." dedim.. eğer "uludagsozluk.sozlukspot.com" olsaydı daha mı orijinal olacaktı? ya da başka hangi isimle açsaydık uludağ sözlük yazarlarını toplayıp geyik yapabilirdik?? bir kere biz kendimizle taşak geçiyoruz, kendimizle eğleniyoruz "annaaa bunlar bizi taklit ediyo" gibi komik bir duruma düşmeye ne gerek var aklına yandığım.. "ozhakiki zall'ın bayan yazarlara sarkması" diye başlık açıp altında kendimce eğleniyorum lan, kafamı dağıtıyorum en basitinden..
sevgili uludağ sözlük yazarı arkadaşlar; burayı öyle çok ciddiye almanıza, ezikler, boklar, vizigotlar gibi ithamlarda bulunmanıza gerek yok. biz sadece eğleniyoruz, uludağ sözlük'ün yerine geçmek gibi bir amacımız yok, dediğim gibi arka bahçesi olarak düşündük hepsi bu. dediğim gibi tutar tutmaz, o muhabbet ortamı oluşur oluşmaz bunu zaman gösterecek. esasında daha sert bir entry girmeyi düşünüyordum da gerek yok dedim sonra canciş, kankiş, hoş muhabbet(!) uludağ sözlük yazarları arkadaşların kalbini niye kıralım boş yere..
heyecanına yenik düşen, "eziikkkleeerrr" deyu şahlanan yazarlara kucak dolusu sevgiler..
cia'in gizli dosyalarından biri daha bilinmeyen bi aksaklık yüzünden gün yüzüne çıktı. sizin için bizzat telefon edip bilgi edindim new york taki bi arkadaşım vasıtasıyla. adeta şok oldum, siz uludağ sözlük yazarlarıyla paylaşmak istedim. arkadaşımın sağlam kriptolu mail inden çevirip kopi paste yapıyorum özetle;
"mistır prezidın;
türkiye de şu sıralar hayli revaçta olan sözlük akımını kontrol edebilmek için ekşi sözlük e finansman desteği sağladık. bu bir gerçek. lokal nüfuz gücümüzü kullanarak sözlüğün günden güne yazar kazanmasını teşvik ettik. aslında ssg de asıl adı craig hannigan olan orlando lu delikanlı bi ajan arkadaşımızdır. italyanca, fransızca, çekce ve türkçe yi ana dili gibi konuşur. yazmada biraz problem var ama halledicez onu da. neyse prezidın dağılmayalım fazla, özetle ekşi sözlük tamamiyle istihbaratımız ürünü olup halihazırda gelişimini sürdürmektedir.
orası gelişedursun yeni sözlük temsilcileri de çıkmadı değil ülkede. özellikle itü sözlük bu konuda önemli bi mihenk taşı. sizin de takıldığınızı öğrendik haftanın 5 günü orada. hani siz de az değilmişiniz sör. evet ne diyoduk, buraya kadar her şey normal. gelelim asıl konuya, uludağ sözlük diye bir sözlük daha açılmaya çalışılıyor uzun zamandır. tüm çabalarımıza rağmen engel olamadık. maalesef kontrolümüz dışında, muhabbetin kralının yapıldığı bu sözlük hizmete girdi.
bi hatun vardı, böyle times square'de (dükkanına kadar veririm, nahan da tam şu kısmı http://www.earthcam.com/u...imessquare/?cam=lennon_hd ) iki kilometre ilerden bakınca görülebilen, o kadar hoş. tutulduk buna iyi mi? lakin ehli sözlük evli çıktı kendisi. hemi de sen ben gibi yağız anadolu yeğidiyle değil, elin urusuylan. yetmedi mi? dur o zaman söyleyim, iki de velet var ablanızın. durup durup istavroz çıkarırlar "blagodarjt" deyu. canı sıkıldı kadıncağzın, "evladım" dedi, "siz müslümansınız müslüman". sormak vardı orda, "iyi de bağyan bilmedin mi armudun meyvesi armut dibine düşer? hesap edemedin mi bi de bu ağaç moskova nın göbeende."
neyse. bi moral vereyim dedim hani insanlık görevi. sonra bu görevin masumane tarafında kurt yeniği gördüm, bıraktım kaçtım.
yorumu nedir acep?* ha bak çatır çatır da urusça konuşurdu bu hatun. ben ki bu dilden hiç hazzetmeyen biriyim, o kadar güzeldi ki aksan, utanmasam yirmi saniyelik rüyada lisan öğreneceğidim. bunu da ekle, özel'den kanatlandır cevabı biraderine.
olay aslında "hayır"da başlar.
ne kadar istiyorsun? bu bir ölçü sorgusu.
dönüp gitmek "sadece bu kadar" demektir.
kalıp ısrar etmek "direnemeyeceğin kadar".
belki fiyasko olur, o da demek olur ki hayata kaldığın yerden devam edersin.
belki olumlu durur, işte o zaman tadından yenmez.
tanım: bir x kişisi malum video karşısında hayvana bağlamış vaziyette zirveye tırmanırken, kapı zili butonuna acımasızca yüklenen y kişisi. zordur arkedeş, yaşaması da anlatması da zordur. başa gelmediyse ne alamanya da gurbetlik çekmiş türk evladı anlar bunu, ne de en susadığı anda diktiği buz gibi şişenin su değil gazyağı ihtiva ettiğini hisseden bahtsız.
**
geçen gün yine sevişiyorum, durduk yere kavga çıkarttı hatun. yok ben çok haşinmişim, yok işte bana yetemiyomuş, sıkılmış yorulmuş falan feşmekan. haklı kızcaaz da, canım sıkıldı tabii. ama hakkını da vermedim değil kavganın. sağlam bi dalaşmanın ardından dedim: "hadi öldür beni ne duruyorsun hadi öldürsene.." anlamsız ifadelerle baktı yüzüme. "ne diyo la bu amua godumun deyusu" der gibiydi. korktu herhal, böyle bi tepki beklemiyor olsa gerekti(gerekti??). aha işte aynı senin bu kelimeye baktığın gibi baktı. sonra hiç bir şey söylemeden pılını pırtıs.. pılı pırtın.. pılısını pırtısı.. ne dalgaysa işte o şeylerini topladı. kapıyı dışardan kapattı.
bense ne hazırmışım şu gerizekalı liseli kız cümlelerini kurmaya: zorlu bi ilişkiden çıkmıştım. geçen zaman sadece kendini değil beni de tüketmiş, bir şeyler alıp götürmüştü benden. evet almıştı, evet vermiştim. çok yorgun hissediyor, zamana ihtiyacım olduğunu anlıyordum. bi alışveriş yapma, yenilenme, ne biliim tazelenme isteği duydum. (yok arkadaş olmicak, kaşar gibi hissetmeye başladım. iyisi mi eski üsluba dönelim, bu yol yol değil.) neyse üstad, ne kadar vazelin, havlu, bitki çayı, mesir macunu varsa stokladım sepete. hızımı alamadım, bi de kamp çadırı sürükledim kasaya. amacım neydi bilmiyorum ama yaptım bunu. biten ilişki sendromu olsaydı gerek. yine olmadı aq.
--çok merhametsiz spoiler,18- yanaşmasın direk salıyorum lafı orta yere--
ondan kelli hocu, zor günler için hazırda bulundurduğum bel emeği dolar kuru, evladiyelik sandığımı açtım eve gelincik.
kontrastı bozuk gün dostu laptopımı da aldım, kuruldum yatağa şöyle bir. tam o anda ne kadar karaktersiz bi adam olduğum gerçeği uzanıverdi önüme boylu boyunca. düşündüm. zor günlerimde imdadıma yetişen, ne zaman arkadaşlarımla ele ele tutuşup se-le-na, selena selena moduna geçsem yanımda bitiveren biricik yoldaşım, sadık yarim elizabethimi yıllardır ihmal etmiştim. sadakatsizliğin içsel dünyamda açtığı derin çukurun etkisiyle apansız hıçkırıklara boğuldum. ağladıkça ağlıyor, ne yapacağımı bilemiyordum. sonra bi fikir geldi aklıma. sandığıma uzandım, en güzide dvd mi çekip aldım özenle. ağlayarak cd-driver a yerleştirdim. auto-run felsefesini benimsemiş film umarsızca oynamaya başladı. bir kaç hoşbeş tanışma faslından sonra olaya girdi elemanlar. ulan ben ne haldeyim, onlar ne yapıyordu. ama elizamı düşündüm bir an. onun için katlanmalıydım bu duruma.
neyse devrem, elemanlar artık olaya iyice konsantre olmuş bağrış çığrış ortalığı yıkarken benim de ortama adapte olmam zor olmadı. hatta bi süre sonra "sikmişim sadakati uu yeaahh!! aynen böyle beybi.." nidalarıyla ekrandaki yarmanın görevini devralmış gibi hissetmeye başladım. olay öyle bir yere geldi, doruklardayım ama everest filan bok yemiş afedersin. bu hazzın yüksekliğini görse oturup ağlar üç gün, öfkesinden lav püskürtür falan o yükseklikten, o kadar hani. bu arada o zevki yaşıyorum ama ağlamam da kesilmiyor bir türlü. "oy ben ne ettim aman da aman nası bırakıp gittim" konulu bi operayı sahneye koyuyorum aynı anda. çok ilginç bi duygu, ağlayarak mastürbasyon yapmak dedikleri buymuş demek.
evet sona doğru yaklaşıyorum emin adımlarla. duygusallık ve cinsel hazzın etkisiyle yoğruldukça yoğruluyor, kıvama geliyorum. ve o an geldi. beş saniyelik şuur kaybı tüneline arka kapıdan giriş yaptım. iki damla yaş süzüldü gözlerimden. yüzümdeki tebessümle karışık ağlamaklı ifade hiç de aceleci değildi. rüzgarlara kanat açtım, derdi tasayı unuttum, yerli malı kullanmaya and içtim. anliycaan dost, geldim geliyorum ki; en yürek kaldıran haliyle çığlık attı kapı zili. nası desem o sesle bi irkildim, bi fena oldum o saniye. tam esneyecekken ağzına çekirge kaçar, sonra hapşırık gelir de en hayvani tavırla bırakıverecekken bu sefer karşıdan hayatının aşkı görünür. esneme de kaçar hapşırık da. sen de içine kaçarsın. işte o duyguyu al, yanına brezilya nın en doğal kahve tanelerinden bir içecek hazırla, sonra dürdane teyzeyle karşılıklı içtiğini hayal et. sonra o hayal kırıklığını al, beş yüz binle çarp, iki yüz milyara katla. bendeki duygu dönmesinin ancak milyonda birini elde ettin, bildin mi?
--çok merhametsiz spoiler,18- yanaşmasın direk salıyorum lafı orta yere--
eminim hepiniz bilirsiniz de, ben varlığın puslu tarafından bakmaya çalışıp "ne skime yarar acep bu çakıl taşları?" derdim. o anı anlatırmış meğer.
"..tam zevkine varmışken
birden yere düştün mü
seeğeğeğeğeğeeen.."
felaket düştüm. iyi ki krav maga neyin bilmem arkadaş. yoksa şu an sözlüğe değil yıllanmış bi ranzaya falan yazıyodum maazallah.
hakkaten, hayat ne tuhaf vapurlar falan.
not: ben spoilerle uyarıp vatandaşlık vazifemi ifa ettim dostlar. ama dinlemeyip illa okuduysanız, akabinde de alındıysanız şu gence, sizin için gelsin..
izlendiği 15 dakikalık periyotta ortalığı karıştırmak hususunda gösterdiği gayreti ülke problemlerini haklamada gösterseydi türkiye imf yi haraca bağlardı anasını satiim. "hocam sanki bi tartışma var orda, hocam bu futbolcu da çirkef değil mi, hocam öyle de hakem görmezden gelmiş sanki, hocam senin karıyı manavla yakaladım.." gibi binlerce cümleyi sadece bir programda kurup bırakır ortalığa.
anketler de ayrı cümbüş;
"evet sayın izleyiciler, yönetimle alakalı bi anketimiz var.
- yönetim istifa edebilir diyorsanız a,
- sorulur mu lan, tabii edecek diyorsanız b,
- etmezse insan değilim aq diyorsanız c,
- takım süper ama etsinler bakalım nası olcak diyorsanız d yazıp 8293 e yollayın."
nazmi amca benim karşı komşu. kapıya her çıkışımda gördüğüm, bu haliyle de senkronizasyon anlayışına hayran kaldığım tatlı bi adam. malum talebeyiz ya, ne pişse taşsa evinde bize de ikram eder ucundan sağolsun.
lakin işini de bilir nazmi amca. işte bu yadsınamaz senkronize gücü sayesinde beni her seferinde yakalar, "oğlum işte ben de şey alcaktım ama dizlerim ağrıyo, nası gitcem bilmem" edasıyla ne eksiği varsa aldırır marketten. 2 tabak aşa süresiz kapıcılık. güzel yere dükkan açmış vesselam. tatlı mı demiştim? o kadar da değil.
yine bu sabah bu şekilde yakalayıp beni yarım saatlik amansız bi muhabbete kitledikten sonra siparişleri de bana kitledi. neyse deyip düştük yola çaresiz. tüm siparişleri temin edip sağ salim teslim etmemden mütevellit, bir dedektif edasıyla poşeti inceleyen nazmi amca apansız bi öfkeyle çığlık attı; "yau bu çay lipton değil çaykur olacağıdı!!". sayesinde ne uyku sersemliği kaldı ne bişey. o kadar değil mi? o kadar ulan, hatta o kadardan daha yüzsüz!
efendiyiz ya, tek kelam etmeden büktük boynu kadere razı olduk. zaten 2 saatlik uykuyla ayaktayım, ödev var iş güç var, bi de ırgatlık ediyoz elin adamına.. eh ulan istanbul.. zenginin sefası fakirin cefası zalım istanbul. aldık poşeti düştük yine yollara. bu arada 2 saat dedim ya, şu sıralar her yerde olduğu gibi bizim orada da var tonla kuduruk kedi. hele bitanesi.. kedi değil rocco siffredi anasını satiim. mahalledeki tüm kedileri döller, yetmez bi de beni döller şerefsizin evladı.
neyse üstad değiştirdik siparişi geri dönüyoruz. yarım saat erken kalkiim da derse yetişiim derken, ikinci dersin son periyoduna razı hale geldim. bişey değil devamsızlık hakkı da sınırda, elimde poşet hocanın götünü hangi açıdan yalasam diye başladım hesaba. derin derin dalmışken bi çığlıkla irkildim, ulan! o kedi.. iş başında yine namussuz. göz göze geldik, dünya durdu o an. "sen eşşek kadar boyunla 5 aydır sap sap gezerken ben her gün bi başka otobüsteyim" keyfindeydi. gözüyle beni, dalgayla garibanı düzdü de düzdü. bi ona baktım bi halime baktım, güne ne güzel bi başlangıç! çatır çatır boşaldı gözümün önünde pezevenk. taşı kapıp alnının çatına indireceğidim ki zıpladı kayboldu çalılıkların arasında. kafa bulacak beni mi buldun be kompresör..
getirdim attım poşedi de nazmi amca nın kapı eşiğine, zile basıp benim eve kaçtım. moral mi kaldı yiğido, okulun da ta ben..
ah nazmi amca..
yüzsüz mü dedim? ahlaksızın önde gidenisin.**
millet soğuk korkusuna kıçını devirip yatarken, "aldığımın hakkını vermek boynumun borcu" deyip elinden gelenin fazlasını çabalasa da, kendinden sonra yokluğu da tüketen çaresiz bi adamın, dilini bile bilmediği bi memlekette yalnızlığın dibine vuruşunu resmettiği haletiruhiye.
düşüncelere garkoldum yine. son çare dükkanlarının kepenkleri acımasızca inerken, dilimde mümkün değil belki kalbimde bulunabilecek şükran nişanelerini dondurdum, göreceğimi zannetmediğim hoşgörü günlerine sakladım. sahi, yok mu sesimi duyan?
hayatın her türlü tasmasından boynum yırtılarak kurtulsam da özgür sayıyorum kendimi. beni bir bağa, zindana, kulübeye bağlayamadılar. ha zevkini de yaşamaya çalışmadım değil; ancak yarısına kadar lezzetse bardak, ancak sonsuzluğun yarısı kadar işkenceydi. sevmek için hayran oldum, takım gol yiyince saydım. dövmek için hayran göründüm, adam laf yiyince tek kelam edemedim. kelam ne, aynanın karşısına geçemedim.
anladım ve de, "rengi kanımda takımımın, yense yenilse hep orda" diyen dillerin kaypaklığını, "milyon dolar alıyor, çıksın oynasın amına kodumun oğlu" cümlesine evrilirken farkettim. tabi kalbi yok "satın alınan" adamın. o bir köle, o bir köpek. kimin umrunda duygu, düşünce, özlem.. evet dostum, bunu diyen "adil" evinden 2 gün ayrı kalıp 2 defa yaşasa o yaşanmayacakları, eline değil en uyarılmış zührevi hayvaniliklerine bile, hem de tomar tomar sıvazlansa "milyoncuklar", 'ah!'ı gurbetten çeker, şehvetten değil. azgınlığın kadar alçaksın.
insan olsaydın sana şunları söyleyecektim insan olmaya çabalayan bir garip mahluk olarak;
<bak, o gözlere bak! demiyorlar mı: 'nerde hata yaptım? boşver, zaten ne anlamı kaldı hatanın, atanın, satanın.. en sevdiğim bile böyle gurbet ellerde terkedip gittiyse ne deyim.. dilini bilmediğim, dinime sayan elin adamı mı düşünecek beni.. ama belki.. boşver..'>
evet "boşver". bunu söyletebilen inatçı irade gurur duymalı kendiyle. zira iskambil yapısı yıkmak kadar kolay değil umut yıkmak. hele hele hava limanında ilan-ı aşklarla gururlandırdığın umudu..
gönlü olana sözümüz yok elbet.
ama sen söylesene 'eleştirmen' dostum, şimdi bi sihirli değnek çarpsa seni, sevdiğin terketse, yüzüne gülen arkandan da değil yüzüne küfretse, alın terinin zehir olmuş karşılığını midenden söküp alacakmışçasına üstüne üstüne gelse.. üstelik bunları da sen yan gelip yatarken değil ha, köpek gibi çalıştığın, hem de ona yaranmak için kıçını ter edip akıttığın halde yapsa ne hissederdin?
fazla değilim daha 14-15, kavak yelleri denen rüzgarlara açmış bağrımı nahan da böyle bekliyorum. sanıyorum ki bi sihirli değnek dokanacak, reşit olucam, reşit olunca dünya da benim olacak, peh..
o yaşlarda herkeste olur mu bilmem, bende böyle bi deli mantığı vardı. hani kendini pokemon sanıp da balkondan atlayan bi velet vardı ya, ben vermiştim ona o aklı da. ben daha zararlıydım, kendimi joker zannederdim. iyi ki diyorum iç dünyamda yaşamışım o jokerliği, yoksa benim şakalarım da jokerden geri kalmazdı kadim dost.
iç dünyamda yaşamak dediysem, bi kaç 'masum' denemede bulunmadım da değildi yalnız.
--spoiler--
JokeR, küçük bir delidir. herkesten farklıdır o. ne sinektir ne karo, ne kupa ne de maça. sekiz veya dokuz, papaz veya bacak değildir. her şeyin dışındadır, ötekilerle aynı yere ait değildir. gerçi öbür kartlarla aynı pakette bulunur, ama orası onun kendi evi değildir aslında. bu yüzden de çıkarılıp bir kenara konabilir, hiç arayanı soranı olmadan. her zaman ve her yerde deli şapkası ve şıngırdayan çıngıraklarıyla küçük bir deli çıkabilir ortaya. ve gözlerimizin ta içine bakıp sorar: kimiz biz? nereden geliyoruz?
..şekilli bi imgeden sonra, kendini o zannettiğin şeyin peşinden gitmemek, leylayı kapı komşusu olarak bulup da bi çay içmeye bile gitmeyen mecnun halinden daha zordu zira.
herniise efenim, karlı yollardan gelelim sadede. işte böyle jokervari bi hayat tarzı seçmiş idim kendime. ilk işim bencilce, korkakça ve bir o kadar da ölümcüldü.
eveet, ilk işim. jack nicholson ın unutulmaz(!) performansından sonra harekete geçmem için gereken ilk şey bi maskeydi. maske dediysem boya maskesi. hani şu hatunların 'gençlik ve güzelliklerini koruma' materyali olarak kullandıkları zımbırtı var ya ondan. yeri gelmişken onlara da bi mesajım olsun, yapmayın evladım, kullanmayın o ne idüü belirsiz şeyleri. daha çirkin oluyosunuz, öyle böyle değil hemi de, orclardan bile iğrenç. öleceksiniz yau, önce kırış buruş olup sonra öleceksiniz, kandırmayın kendinizi.
kısık ateşte bıraktığımız sosyal mesajımızdan sonra dönelim ana temaya. bi tasavvur et fani yazar, öyle gözü dönmüş ki naçiz dimağın, bırak biyolojik boya zımbırtılarını direkt plastik boyayla girmiş olaya.
şöyle ki;
önce her mahallede bulunan tipik bi inşaat malzemeleri dükkanına daldım. kırmızının en kırmızısı, beyazın en beyazını aldıktan sonra ne halt etmeyeyse ten rengi attım bi de sepete. bi ton parayı teslim edip eve döndüm. kimseler yoktu, yaramazlık için en uygun vakit. sonra sandalye üstünde geçtim aynanın karşısına, lojistik bi analiz yaptım. beyaz şurdan başlayıp şööle sol cenaha uzanıcak, akabinde kırmızı devreye giricekti. bak bunun içinimiş, en özel görev ten renginindi, emniyet subabı. olur da yaramazlık üçüncü şahıslar tarafından farkedilirse bu renk imdada yetişecek, kamuflaj sağlayacaktı. akla bak..
öyle oldu böyle oldu, güzel bi dayak döşedim suratıma envai çeşit renkle. getirdiğim renkler yetersiz kalmış, guaj ve sulandırılmış pastelle takviye yapmıştım. işin sonunda öyle bi sanat eseri ortaya koymuştum ki, insan ancak bu kadar amına kor kendi suratının. yani yapmaz, en kin duyduğu tuvale bile böyle davranamaz bir ressam. böyle bi ifade manukyan ın dahi ne suratında, ne de orasında var usta..
operasyon tamamlandıktan sonra ardımda iz bırakmamak için müthiş bi fikir geldi aklıma, artık maddeleri yakacaktım! hadi canım! gerçekten. boyanın yanıcı madde oluşu okuldan sağlanabilecek en faideli bilgilerdendi velet bünye için. bu dahiyane fikrimle gurur duyarken, "ulan ne izi ne işareti, suratın olmuş zaten felaket alameti! bakan 2 kilometre öteden tanır seni.." benzeri bir boka benzemeyen minimal şiir örneği dökülüverdi dudaklarımdan. lakin ben, bununla bile gurur duyacak kadar şerefsizdim.
işe koyuldum. bütün boyayı küvete döktükten sonra emniyet subabı ten rengini ayırmıştım. fikirlerimle gururlandıkça gururlanıyordum. lakin bu dahiyane akıl boyayı yakmaktansa küvetin deliğini açma fikrini verememişti bana, ya da vermek istememişti ne biliim.
bir kibrit buluşturdum biyerlerden, çaktığımla küvete attığım bir oldu. sonrasını kesik kesik hatırlıyorum.
bi defa hayatım boyunca hiç bu kadar cafcaflı bir film izleyemeyeceğime eminim. o alev o görsel efektler.. batman da bile yok böylesi evlaadım..
ikincisi böyle bi haz bi daha yaşar mıyım onu da bilmem. ciğerlere çekilen karbonmonoksitin verdiği sergüzeştliği 2 kilo eroin çeken adam bile yaşamaz herhalde.
işte joker buydu. yaptıkları herkesin diline pelesenk olur, ufak işlerle dikkat çekmeyi başarırdı.
jokerle çelişen yanlarım da yok değildi tabii. bi defa ardımda delil bırakmıştım. ancak öyle delil ki, 7 plaketli cia ajanı gelse anlayamaz o ufacık odada ne döndüğünü. bi kısmı kullanıldıktan sonra yakılan türlü çeşit boya materyali, sahipsiz ve amaçsız bi sandalye, joker resmi, inatla diğerlerinden ayrı tutulmuş ten rengi boya kalıntıları..
böyle bi fiyaskoya rağmen şakam amacına ulaşmıştı. kapıya ölgün, yarı baygın vaziyette çıktığımda beni gören karşı komşumuz korkudan bayılmış, hastaneye kadar aynı ambulans aracında bana refakat etmişti.
bir hafta yattıktan sonra eve döndüm. ulan nası bi saplantı olduysa bende şu karakter, daha dönüş yolunda yeni yeni şakalar düşmekteydi körpe aklıma. kapıdan girer girmez yediğim bi kamyon dayakla bu defa aklımın kendisi düştü.
o dayağın etkisinden mi bilinmez, şimdilerde sessiz sakin biriyim. her türlü kamu görevinde rol üstlenmeye hazır ve nazır bi sorumluluk anlayışım var, sosyal projeler de olabilir. yeter ki esaretin bedeli usulü reject olmayım abi.
susmamak üzere programlanmış yazılım. elektrik bile kesilse ileti yollamaya devam etmekte.
**
<Merve> merak ettim de benden nasıl haberdar oldun?
<ventus> uludağ sözlük.
<Merve> internetteki sanal sözlüklerle sen de ilgilisin sanırım.
<ventus> değilim.
<Merve> bu iyi mi kötü mü karar veremedim
<ventus> adını sevdim.
<Merve> sürekli böyle konuşuyorsan iletişim çağında yalnızlığa mahkum biri olmalısın.
<ventus> evet.
<Merve> anlıyorum
<ventus> afferim.
<Merve> kimi takdir eder, kimi alay...
<ventus> kimi de halay. üahhaahhahaha..
<Merve> demek seni güldürüyorum
<ventus> nası anladın ya..
<Merve> anlamak için çaba harcadığımdan emin olabilirsin
<ventus> evet kesinlikle.
<Merve> Kesinlik belirtmek bazen bizi yanlış sonuca götürüyor.
<ventus> lan burda oturmuş yazılımdan medet umarken, sen aptAL APTAL felsefe peşindeşin..
<Merve> felsefeye ülkemizde ne yazık ki pek değer verilmiyor
<ventus> sikmişim felsefeyi.
<Merve> felsefeye ülkemizde ne yazık ki pek değer verilmiyor
<ventus> lan felsefeyi sikiim sana bişi olmasın.
<Merve> çok terbiyesizsin ventus.
<ventus> yok, aşk rüzgarlarına bağrını açmış bi abazanım sadece.
<Merve> o kadarcık olduğundan emin misin?
<ventus> o kadarcık mı? bu bi hakaret mi?
<Merve> çoğu zaman hakaretlere maruz kalıyoruz ama sineye çekiyoruz.
<ventus> hı evet evet. boy kaç senin?
<Merve> 1.72 canım
<ventus> canımlı konuşma bana, belki deden yaşinda adamım.
<Merve> olabilir
<ventus> lan sen ne orospu çıktın lan..
<Merve> Tahminim o ki kaba olduğunu daha önce de söyleyen olmuştur ventus.
<ventus> hayır, sen ilkimsin.
<Merve> adımın merve'den başka bir şey olma ihtimalinin düşük olduğunu biliyorsun cicim.
<ventus> benim de sendeki tek bişeyin peşinde olmam dışındaki ihtimaller düşük.
<Merve> ha ben, ha sen diyorsun yani... sıcak bir yaklaşım
<ventus> yok, ha sünger ha sen diyorun. zekisin yani.
<Merve> teveccühünüz *
<ventus> yavşama lan.
<Merve> bunun için daha farklı kelimeleri tercih ederim. güzel sözler mesela ?
<ventus> yavşama lan.
<Merve> Aynı şeyleri mi konuşacağız?
<ventus> o cümleyi kurarsan götünü sikerim senin.
<Merve> Ne kadar da kibarsın diyebilmeyi isterdim.
<ventus> de o zaman. dur, hah, hadi bak hazırım!
<Merve> hadi
<ventus> hadi
<Merve> Aynı şeyleri mi konuşacağız?
<ventus> come on o zaman.
<Merve> hemen mi?
<ventus> yok, 26 şubat 2027. uygun mu?
<Merve> bir kadını etkilemek için neler yaparsın?
<ventus> ellerim.
<Merve> böyle internet üzerinden mi yüzyüze mi tanışmak iyi sence?
<ventus> tanışmayla kırmışsın kafayı sen de. tamam o zaman, ay ışığı huzmeleri yanağından gerdanına akarken, en taze çiçeklerin en güzel kokularıyla selamlaşmak, bir yakamozda tanışmaktı tek isteğim..
<Merve> ismim Merve, daha iyi tanımak için daha çok soru sormalısın.
<ventus> bunu sen istedin..
<Merve> ya geç bunları hadi... bana biraz kendinden bahset... gerçekten kim bu ventus?
<ventus> söylerim ama anlamazsın. neyse söyliim, bsgçk.
<Merve> anlarsam bu sözün için yatağa kapanıp sabaha kadar hıçkırıklar içine göz yaşı dökmen gerekecek.
<ventus> başka bi yere başka bişey döksem?
<Merve> başka neler olabilir sence?
<ventus> seks mesela. sözlüğün ve türk halkının yüzde doksanının seni tanıdığında aklına gelen ilk şey.
<Merve> başka?
<ventus> başka?
<Merve> Aynı şeyleri mi konuşacağız?
<ventus> Aynı şeyleri mi konuşacağız
<Merve> benim laflarımla bana gelme cicim. benden botsu davranma bari.
<ventus> yemedi dimi. yarraaamın köşesi. sigigi.
<Merve> Gitmesine giderim de, bu senin sorunlarına çözüm olur mu orası muamma.
<ventus> yemedi dimi. yarraaamın köşesi
<Merve> bu sözcüğün tıp dilindeki adının bu olmadığını biliyorsun değil mi?
<ventus> yemedi dimi. yarraaamın köşesi
<Merve> Aynı şeyleri mi konuşacağız?
<ventus> yemedi dimi. yarraaamın köşesi
<Merve> Aynı şeyleri söyleyerek beni sıktığının farkındasındır umarım.
<ventus> lan o cümleyi kurma dedim sana itoğlu bot. sıkıl lan çok da sikimdesin.
<Merve> bu gibi ifadeleri ağzından yel alsa götürse ne hoş olur.
<ventus> bu gibi emaneti ağzınla sen alıp getirsen ne hoş olur.
<Merve> olumlu yaklaşımına sevindim
<ventus> sevin sevin tabi. ee yiyişiyoz mu?
<Merve> aklın fikrin hep buna mı çalışıyor?
<ventus> bravo. sihirli cümleyi buldun. yalamaya başla bakalım.
<Merve> teveccühünüz
<ventus> hıhı evet hadi.
<Merve> hadi bakalım.
<ventus> hadi.
<Merve> bir dakika...
<ventus> hadi aq
<Merve> bir dakika...
<ventus> hadi aq
<Merve> Aynı şeyleri mi konuşacağız?
<ventus> lan gelmişini geçmişini.. çıktım ben kib.
<Merve> pekala ventus, ne yapmamı bekliyorsun?
<ventus> sus ve yala.
<Merve> Sessizliğin de yeri ve zamanı var. vs.
vay vay vay kaşla göz arasında ne hale gelmiş bu başlık gölgesi..
sosyal tespit mi ararsın, psiko-reel yaklaşımlar mı.. gel abla gel..
madem olay forum pazarına döndü, acizane katkımız bulunsun.
efem öncelikle bir erkek olarak yakın zamanda aldığım en yıkıcı haberlerden biri, insan neslinin devamını sağlamak için genetik olarak artık erkeğe ihtiyaç olmadığıydı. an itibariyle bu devamlılık için gereken yegane kurumlar, şefkatli kadının sıcacık karnı ile oraya yerleştirilecek bir klondan ibaret.
bu klon için erkek seçilmezse -ki böyle bi mecburiyet yok- tabii ki y kromozomu olmayacak, erkeklerin nesli de tamamlanacak. kalan dünya ebediyen kadın eseri olacak, yani o beğenmediğin kadın. beğenmediğin ama doğurganlık hususunda tırnağı olamayacağın kadın.
yani asıl kadın olmazsa erkek kelimenin tam anlamıyla bir "hiç" olacak.
ha kastettiğin biyolojik yetiler değil duygusal ve cinsel hazsa, ona da çare buldular yeen.
alışılmamış şekilde yazının başında verilmiş not: burada bahsi geçen sözlük, bildiğimiz tdk sözlüğüdür. redhouse da olabilir. hatta "içine söz koyulan kutu" gibi iğrenç bi espri materyali bile. ama asla ve asla her hangi bir sanal alem sözlüğü değildir. bu inci sözlük olsa bile. etmeyeceğim işte. sözlüğü bilmem kaç yüzüncü kez sikindirik bi entryye kurban etmeyeceğim. bu benim entrym olsa bile.
ne oldu? ürktünüz dimi bi an, irkildiniz bile. ve hatta.. tamam tamam sakinim. ilacımı getirin.
günlerden bir gün, yine kırda bayırda gezer iken ben -ki aklı başında hiç bi hikaye karakteri günlerden bir gün kırda bayırda gezmez- yoruldum, ve ani bir dinlenme isteği hissine kapıldım. olduğum yere çömecektim ki, çömmedim. neden mi? öylesine. sonra bir kaç adım ileride garip renklere sahip, cicili bicili bi kitapçığa rastladım. yavaşça eğildim, elime aldım. bu ilk tecrübemdi.
sanırım bize bir şey anlatmaya çalışıyordu. okumaya çalıştım, okuyamadım. anlamadığım bir lisanda yazılmıştı. kayıp bir kavmin eseri olduğunu düşündüm bir an. sonra da o kavmi aramayı düşündüm, böylesine iğrenç bi espri yaptığım için kendime küstüm.
kitabın ilk sayfasını aralamamla, kankanın yılan sokmuş pipisini emmek anındaki gibi bi hisse kapıldım. neden böyle gerizekalı bi sözlük hissine kapıldığımı bilmiyorum ama kapılmıştım işte. soru sormadım, razı oldum.
ilk sayfa türkçeydi. üzerinde aynen şunlar yazıyordu; "bunu yazan hayati, okuyana koysun." tam "hehee, amına kodumun kekosu, uymamışki, hehee.." diyeceğidim ki, ikinci sayfa şu cümleyle karşıladı beni; "uysa da kodum, uymasa da kodum."
bu kudret karşısında diz çöktüm.
neye uğradığımı şaşırmıştım. bu şaşkınlıkla beraber, garip bir maceracı karakter de esir alıyordu beni. e kolay mıydı, gizemli bir defter ele geçirmiştim. kendimi jurassic park ta falan hayal ettim bir an. sonra bi sinek çarptı suratıma, korkudan içime ettim. "ulan pezevenk" dedim kendi kendime, "ne de hazırmışsın amerikan filminde hissetmeye."
'amerikan filminde hissetmek' dediysem, yanlış anlaşılmasın, öyle hissetmek değil.
akabindeki duygularım yine boyun eğmekti. üç paragraftır kabulleniyordum her şeyi ve bu canımı sıkmaya başlamıştı.
derken sayfalar arasındaki yolculuğuma devam ettim. bir ayak izine rastladım sayfanın ortasında. çok eski, silik bir şeye benziyordu. yalnız anlam veremediğim şey üzerindeki 'ugg' yazısıydı. "ulan burda bile mi aq" diye düşündüm, sonra "yok artık" dedim, "yüz yıllık kitapta da olmaz ya." evet, bu bir şifreydi. dur bakiim, şöyle bişey olabilirdi; 'ultra gained gang'. çok sikindirik olmuştu ama işte ben de uymasa da komuştum.
heyecan doruktaydı. yazıları da yavaş yavaş anlamaya başlamıştım. şöyle bir yazıya rasladım; "ergodandantavuscikisi:vanhooijdonk" sanırım bu da şu olmalıydı: "erdoğan dan davos çıkışı; van minuts." hayır hayır, tüm teorimi değiştirmiştim. belli ki bu kitap geçmişe değil geleceğe aitti.
son sayfalardaki hakim renk kırmızıydı. yani kanla yazılmış gibiydi.
sözlük demiştim di mi başlıkta, sıçmıştım yani. şu da sıvaması olsun; sonraki sayfalar top, elma, bush gibi "adi" şeylerin tanımı şeklindeydi. bunu yazan yaratık her kimse, bana koymadan önce kendine has bir dil geliştirmişti. nasıl anladın derseniz, dedim ya, çözüyordum bu dili yavaş yavaş.
evet biraz bu dilden bahsetmek istiyorum. öncelikle kesinlikle noktalama işaretlerine dikkat edilmemiş. büyüklü küçüklü harfler, smileylerle dolu. bi kaç kavram dışında tanım yok. ilk on giriş saçma sapan cümleler. sonraki girişler de. anket tarzında başlıklar çok. şunun gibi şeyler; 'barcelona da oynayacak tek orion, orionların nicklerinin hikayeleri, orionların itirafları, orionların msn adresleri'. önce "ta aklınızı sikiim sizin" dedim, sonrasında da bu uygarlığın ismini keşfettim; orionlar!
parçalar yavaş yavaş yerine oturuyordu. hesaplarım yanlış değilse, bu gelecekte yaşayan dünya dışı bir ırktı ve türkler de dahil olmak üzere pek çok ırkı esir almışlardı. kurtulabilenler geleceğe, belki de geçmişe mesaj bırakmak istemişlerdi asimile olmuş dilleriyle.
bak şimdi. git gide heyecanlanıyor, araya reklam girmesinden korkuyordum. ne kadar embesil olduğum dikkatimden kaçmadı.
ve teorim doğruysa, paralel zamandaki bu medeniyet her an bizim yaşadığımız eski dünyaya da saldırabilirdi. hemen muhtara haber vermeliydim. "muhtar ne yapar süpersonik medeniyete deyus" dedim, nsa i aramalıydım. masum insanları öldürmekten başka bi işe yaramalıydı ilk defa teknolojileri.
heyecan ve korkudan ölmek üzereydim. ne yapacağımı şaşırmış vaziyette telefona koşarken, son sayfayı okudum. 'melissa' yazıyordu. "yazık olmuş" dedim.
cebimde telefon olmasına rağmen ben ev telefonuna koşuyordum. bunun manyaklığımdan mı yoksa heyecanımdan mı olduğunu anlamadan, abd düşeceğini düşünerek 911 i aradım. e 112 yi arasam türk işi olur, ekşın namına bişey bırakmazdı olayda. çıkan lavuğa "bana başkanı bağlayın" dedim, "kimi" dedi, "başkan lan" dedim, "obama!".. "hassiktir lan, kimlerle uğraşıyoz aq" deyip kapattı. sonra bi şekilde nsa e ulaştım, lakin ingilizce bilmiyordum.
tam çaresiz vaziyette ne yapacağımı düşünüyordum ki bi çocuk sesi duydum. gelen melissaydı. ne, melissa mı? dur bi dakka.. komşunun küçük kızı. şirin velet "teoman abi teoman abi, defteyimi kaybettim göydün mü buyalayda" deyiverdi paçalarıma sarılırken. "yoo" dedim, "nası bişeydi?" zıpladı, elimden kaptı gizli sözlüğü.
"dur kızım, ver onu bana" derken durdum bir an, susamıştım. heheh. şaka şaka. neyse, her şeyi anlıyordum.. ensemden aşşaa soğuk sular döküldü bir an.. parçalar yavaş yavaş yerine oturuyordu.
bu benim gizli sözlük, meğerse kızın karalama defteriymiş. yerlerde sürünürken ablası olmaz olasıca uggsiyle üstüne basmış. boyası bittiği için melissa, son sayfaları sadece kırmızıyla yazmış. parçalar yavaş yavaş yerine oturuyordu. o küfürlü kısım abisine aitmiş.. zaten abisinin eski defterlerindenmiş. melissa bu deftere tvde gördüklerini, günlük hayattaki olayları, film karakterlerini filan yazarmış. parçalar yavaş yavaş yerine oturuyordu.
tüm bunlar anlatılırken, ben nihayet olduğum yere çökmüş dinliyordum. 4 kilo eroin yemiş sokak köpeği gibiydim. tepki vermiyordum.
dünyanın kurtuluşuna mı sevineyim, saflığıma mı üzüleyim bilemedim.
neyse, en azından anket yapmamıştım.
teselli buldum.
melissa elinde defter yol alırken, ben de saçmalamada rekor kıran finali düşündüm.
alışılmış şekilde yazının sonunda verilen not: alışılmamış şekilde yazının başında verilmiş not yanılmış olabilir.
ne adını, ne de simanı hatırlarım. hatırlamama da gerek yok zaten. lakin yazmalıyım, bu yönde delice bi istek var yüreciimde.
bak burası çok önemli, yaşıyorsan ve bu yazıyı okuyosan bişey yapma. otur oturduğun yerde.
duyduğuma göre öss de diş hekimliğini kazanmışsın. ne sikimeyse duydum işte. yıllarca örnek gösterildin, ben de çok etkilendim hikayenden, çok çalıştım. 22 yaşındayım, işsizim. bi evim bi de motorum var. istanbul dan katılıyom. taliplerimi bekliyom.
bak oolum, duyum şeklinde bile olsa çıkma bidaa karşıma. gaza gelip sözlüğe neyin de üye olma. Allah muhafaza "ben bu yazıyı hedeye yazdım" kalıbında bi yazı yazarsın da, gırarım golunu bacaanı.
eveet sözlüğümüzün değerli tayfası. bugün sizlerle yepyeni bir tespit daha sıçıcaz. bu seferki sosyalinden.
öncelikle, tüzel ve sanal hayatımdaki 15 yıl süren gözlemler sonucu edindiğim izlenimleri dökmek istiyorum sözlüğün orta yerine. beğenen beğendiğini alsın.
özellikle büyük şehirlerde, evden çıkmanızdan iş-okul vb. hedeflere varışınız arasında geçen zaman diliminde, selamınıza cevap alamamak, duymazlıktan gelinmek, "ne işin varsa hallet de git biran önce" bakışları gibi türlü olumsuzluklara maruz kalmanız kaçınılmaz. hele hele bir devlet dairesinde işiniz varsa, "sosyal devlet" anlayışıyla yoğrulmuş memurlarımızın 'siktir git başkasına sor ibine' dercesine suratınızda gezdirdikleri bakışlar daimi muhatabınız.
hayatın her safhasında bas bas bağıran bu durum, elbette bizden başkasının suçu değil.
çocuğunun erkekliğini, ona söylettiği "senin avyadını sikeyim" söz öbeğiyle kanıtlamaya çalışan, partnerine iltifat edildiğinde iltifat edenin kafasını yaran insan profilinin hakim olduğu bi ülkedeyiz. ama o profili de suçlamamak lazım, zira her hangi bi ülkem kızına iltifat ettiğinde sapık damgası yiyen profildir de kendileri.
bu psikolojiden en çok etkilenen kitlelerden biri, filmlerde gördüğü romantizm taktiklerini hatun üzerinde uygulamaya kalkışan ülkem ergenleridir. mesela en belirgin hallerden biri, bahçe-bayır talan edilerek korsan yöntemlerle elde edilen demet demet çiçeğin, pencere kırılarak girilen kız odasına serpiştirilmesidir. olayın farkedilmesinden mütevellit yükselişe geçen nefret, önce çocuğun karakolda bi kamyon dayak yemesine, sonra da karakol çıkışı muhtelif yerlerine kurşun yemesine sebebiyet verebilir. ne oldu? kız kapcaktın hemi? çahal senii..
bir romantizm macerası cinayetle bile sonlanabilir canım ülkemde. başlığımızın ana ekseni de, varacağı yer de buydu aslında.
bu sevgisizlik, pek tabi hayatın bir yansıması olan sözlükte de gösteriyor kendini. her hangi bir materyal için açılmış çoğu başlık, o materyali küfür yoluyla tanımlayan entrylerle başlamakta. akabindeki entrylerin çoğu da tepki ve hatta küfür içerikli. bir varlığı küfrederek tanımlayan pek az medeniyetten biri olsak gerek.
öğrenciysen ve kar yağıyorsa, yer yüzünün herhangi bir yerindeki pazar gününden farksız olan gündür. fantezi yapmaya gerek yok arkadaşım. (editfaction: kar yağışı)
aslında başlık da "istanbul daki bir öğrencinin karlı bir pazar günü" gibi bir şey olabilirdi, ancak bu mantık ve karakter sınırlarını zorlayacağı, ve de bu konuyla alakalı açılmış milyonlarca başlıktan biri olacağı için halihazırdaki başlık tercih edildi.
**
türkiye de öğrenci olmanın hayata kattığı bir artı da, dersler harici yapacak hiç bi işiniz olmamasıdır. ne biliim bi kanada da, bi iran da bile okusak, eminim çok konuda pratik yapma şansımız olurdu. burdaysa pratiğini yaptığımız tek konu tüketim.
işte böyle bomboş geçirdiğim bi hafta sonuydu. kalkıp dışarı baktım, kar bostancıyı rehin almıştı. meteorolojiye gülüp "yağmasa da çıkmayacaktım aq, eheh.." gibi ukala bi tepki verdikten sonra, dalga geçen değil geçilen olduğumu anladım, yan komşudan çarptığım wireless hayata küsmüş, kaçak sözlük aşkım da yalan olmuştu. "ah harika, bir bu eksikti, damn it.." gibi hollywoodvari bi cümlenin akabinde kahvaltı hissi uyandı bedevi bedenimde.
buzdolabının rafları ortalama bi öğrenci evi için hiç de fena sayılmazdı; zeytin, peynir, neden orda olduklarını kendileri de bilmeyen damsız bir grup marul.. biraz daha kurcalasam domatese bile ulaşabilirdim. ama bu heyecana dayanamayacağımı düşünüp eldekilerle idare etme kararı aldım.
hepsini bir araya toplayıp yıkar gibi yaptıktan sonra, kpss den 87 almış müstakbel bi kamu görevlisi kadar mutluydum.
sofrayı kurdum, tv nin karşısına kurulup saçma sapan bi sabah dizisi açtım. tam ekmeği bölüp yakıt ikmaline başlayacaktım ki, ortalıkta bölünecek bi ekmek olmadığını farkettim. ama dün akşamdan kalmış bikaç dilim vardı, hatırlıyordum. buralarda bi yerde olmalıydı..
bir "hadiii.." çekip, dört yanı mamur düzeneği kurduktan sonra bir de ekmek keşfine çıktım evde. sonra bir an, sabah erken kalkıp işe giden ev arkadaşının hayallerimi kahvaltıda tüketmiş olduğu düştü fikrime. hayır hayır olmamalıydı böyle bir şey, bi de ekmek almaya çıkmamalıydım bu öküz öldüren soğuğunda. bir taraftan ekmeği ararken, bir taraftan da dağarcığımdaki tüm sövgüleri paket halinde sunuyordum arkadaşıma ki, masanın bi köşesine sinmiş olduğunu farkettim aradığım şeyin. sövgülerimi de arkadaşımın gelecekteki hatalarına sayıp oturdum sofraya.
ulvi görevimi yerine getirip ortalığı da toparladıktan sonraki ilk işim, mahkum olduğum harddiski umutsuzca kurcalamak oldu. menüde, en orjinal saçmalıkları bünyesinde barındıran war of the worlds, milyonlarca defa izlediğim enemy of the state ve bir kaç sezon himym den başka pek bir şey yoktu. sonuncuyu tercih ettim.
bir süre pc de takıldıktan sonra tv ye dönecek gibi oldum, lakin ilk iki zapımın ürünleri on kadın gibi bi geri zekalılık abidesi ve tabiri caizse teletabiler olunca, sadece tv yi kapatmak değil, kumandayı parçalasam da tatmin olamayacağım bi öfke edinmiş vaziyetteydim..
günümün kalan kısmı, önceki günümün kalan kısmından kopyala yapıştır metoduyla temin edilmiş halde geçti.
farklı olan tek tarafı, akşam stajdan dönen arkadaşımın kulunçlarını ezerken estirdiğim romantizm fırtınasıydı.
- vay be abi, şu aloe vera kokusu 2-3 yıl öncesine götürdü beni. ne güzeldi, lisedeydik.. her gün bi başka sevda, bi başka macera. bazen zamanın küçük bi fotoğrafı, bazen de sahipsiz bir nağme alıp götürüyor insanı, ne dersin?
cevap inanılmaz ilgiliydi;
- uuahh, yea, şulları da ovsana biraz.
borcumun bi kısmını kapattıktan sonra, ışığı kapattım.
karşılıklı oturma düzeninden kaynaklanan, isteseniz de kurtulamayacağınız durumlardır.
**
efendim genellikle istemsiz olur bu olay. 1.25 metre enindeki koridorda yapabileceğiniz pek bişey yoktur zaten. bu eyleme eşlik eden yegane haller ayaktaysanız dengede kalma çabası (kimileri elleri cebe atarak bu hali şova dönüştürür, lakin ilk istasyonda kapıdışarı yuvarlanan tipleri mevcuttur), oturuyorsanız kendine yer verilmesi gereken birinin binmemesi duasıdır.
işte olur da bi 3 istasyon oturur vaziyette kalırsanız, göz temaslarının çaresiz bi esiri olursunuz. özellikle benim gibi, hareketli taşıtlarda(taşıtın hareketsizi var mı acep) kitap okuyamama durumu olanlar varsa, hepten mahkumdurlar.
bazen çok istisnai bişey olur ve adriana lima diye söz edilen yaşam formunun dörtte biri güzellik ve 3 katı maharette bi hatun gelir yerleşir karşıya. o andan itibaren zaten onu görüş alanından çıkarmak, abd yi afganistan dan çıkarmaktan daha zordur. büyük ihtimalle, gayri ihtiyari ilk bakıştan sonra hatun dönüp bakmayacak, bostancı'da, maltepe'de filan kalkıp gidecektir.
kimi zaman da banliyö kavramıyla yeni tanışmış bi velettir karşınızdaki. yüzünüze hiç değişmeyen anlamsız ifadelerle bakar da bakar.
ve genellikle de muhatap, yine hiç değişmeyen, yalnız bu sefer 'öküzce' ifadelerle bakan, pardon tabiri caizse 'gözüyle siken' denyolardır. konumuzun ana ekseni de bunlar üzeredir. sağa dönersin olmaz sola dönersin olmaz, başını eğersin, kollarını bağlarsın yine olmaz. seksenaltı model kamyon farı gibi karşındadır bi çift göz. tilt olursun, ilk istasyonda indirip kafa göz dalmak istersin. bu durumlarda, aşağıda örneğini vereceğimiz genel olarak 2 mantıkta gelişen diyalogların yaşanması kuvvetle muhtemeldir;
mantık 1:
- beyefendi neden sürekli bana bakıyosunuz?
+ sea bahan mı var lea.. hem bahsam n'olacak?
- bişey olcaandan diil de abi rahatsız oluyom.
+ çıh git la raatsız oluyosan..
- tamam.
mantık 2:
- hayırdır lan ne bakıyon?
+ (kabararak)buyur bilader?!
- siktirtme lan biladerini deyus!! dön lan önüne!
+ ya arkadaşım dışarı bakıyodum b..
- senin yalanını sikeyim!
+ oldu o zaman kalktım ben.
- sigigi.. yauşaa bak..
bu iki örneği değerlendirmek gerekirse, pektabi doğru olanın birinci yaklaşım olduğunu söylemek lazım. ancak ikinci örnek gösteriyor ki doğrular her zaman işe yaramamakta.
şimdi bak arkadaşım, hayatında ilk kez şehir görüyo olabilirsin, dediğimiz gibi banliyöde fiziksel aktivite olarak pek bi seçeneğin de olmayabilir; ancak ne biliim, bakışlarındaki öküzlük katsayısını azalt biraz, ya da ara sıra hedef değiştir falan..
illa ki senin gibilerinin bi tarafına sokulmak üzere, banliyö trenlerinin sağına soluna acil durum sopaları mı yerleştirmek gerek..
küçükken her akşam sokak oyunundan eve dönüşte, köşebaşındaki bakkalın önünde bir çocuk görürdüm. asosyal ötesiydi. tahminimce bu dalda verilebilecek bi nobel ödülü olsaydı, önümüzdeki 28 yıllık süreçte tek ve en güçlü adayı(kavramdaki 7 hatayı bulun) bu çocuk olurdu.
jelibon sömürmek ve atari parçalamakla geçen çocukluk yıllarım boyunca, bu çocuğu görürdüm lakin üzerinde hiç düşünmezdim. çocukluk işte, hayatımdaki öncelik sıralamamda pokemon tasolarından, ne biliim power rangerstan falan çok sonra gelirdi duygusallık. belki de gelmezdi. aslında gençliğimde de gelmedi. yoksa.. yok yok olamaz..
çocukluk işte, mahallede kedi falan öldürür, böcekleri diri diri yakar, penceresi açık evlerin perdelerini tutuşturmaya çalışırdık.. şaka şaka.. küfretmeyin lan tamam şakaydı. ama var böyle tipler. yeri gelmişken onların da amına koyayım.
her neyse biz konumuza dönelim. işte bu çocuğun da yegane oyun arkadaşı, morumsu hayal penceremden gördüğüm kadarıyla bir psp idi. yok yok yanlış gördüm, psp yok tabi o zamanlar(bak bi şey daha öğrendin kötü mü oldu), bir yoyo idi. aslında çocuğu siktir et, bu yoyo olayı başlı başına bi tapik konusu da, şimdi zamanı değil.
evet bu çocuk yoyosuyla fazlaca haşır neşirdi. yani ben ikiliden hiç birini yanıbaşında diğeri yokken görmedim. uykuları bile berabermiş. hatta aldığım duyumlara göre çocuğu bi kaç defa yoyoyla konuşurken bulmuşlar. işin ilginç tarafı yoyo da konuşuyomuş*.
yalnız gariplikler dizisi bu olaylarla bitmiyordu. bu çocuk yoyoyu da hiç bilinen oynama şekliyle oynamazdı. yani bizim alışık olduğumuz yöntem, ipin boşluktaki tarafının elde tutulup basit harmonik hareketlerle yukarıdan aşağıya sallanarak bu aptal döngüden mutlu olunmasıyken; eleman, ipini kesip attığı adeta iki boyuttan müteşekkil yoyoyu bildiğin futbol topu gibi kullanırdı.
başlangıçtan günümüze tam bir tuhaflıklar abidesi olan bu çocuk, futyoyoyla başlayan kariyerini futbola terfi ederek devam ettirmişti. yani oyuncu olarak değil, yiyici olarak. ergen dönemlerinde de yedi yirmidört futbol maçlarının karşısında görürdük kendini. yalnız bu sefer bakkalın dışından içine yatay geçiş yapmış vaziyette. tüm hayatını istemli olarak 5 metrekarelik bi alana sığdırmak da ayrı bi ecayibiyet olsa gerek.
uzun yıllar oldu. çok zamandır görmezdim kendisini. sosyal hayatında bir devrim yaparak internetle tanışmışmış, bi de en son anketörlük yaptığı haberi geldiydi bi dosttan. yalnız anketörlük dediysem, sözlük anketörlüğü.
inanmadıydım, doğruymuş. ne diim, hayırlısı olsun.
dikkat: bu entry 3 gün içinde kendini imha edecektir. ortaya yazılmış olup, kimse üstüne alınıp türlü vazifelere soyunmasındır.
dikkat 2: entry hala kendini imha etmediyse bize ulaşın,
ilk işime başladığım zamanlardı. bi otelde barboyluk yapıyordum. personele doğru sarkıtlar oluşturan abazan şefler, diğer departmanlarda müdürlük yapan kartonoz karılar, bu karılarla kırıştıran erkek müdürler, 'kıro olsun çamurdan olsun' mantığına sahip rus şırfıntılar.. uzayıp gidiyo böyle liste. işte bu listenin kenarda köşede kalmış, silik, aptal bi karakteriydim.
tüm bu iğrençliklerin arasında, zombiler içindeki milla kadar bahtsız, bi o kadar da tatlı duran bi kız vardı. hiç unutmam, nazlı'ydı adı. kızgın kumlardan serin sulara atlama anındaki hazzın vücut bulmuş haliydi bu hatun.
ben tabi teenageliğime doymuyorum o sıralar. cinselliği yeni keşfetmiş, akabinde de hayat felsefesi olarak benimsemişiz. öyle bi duygusallık, efenime söyliim bi kadın ruhundan anlama falan hak getire.. varsa yoksa eliza, emmanuel..
bu arada her sabah da hatunu görüyorum. lakin dilim damağım kuruyo karşısında, bi günaydın bile diyemiyorum.
birdi ikiydi derken, bastım bi gün iltifatı. 'sen de olmasan çekilmiicek şullar' dedim. o da klasik bi kız cümlesi olan 'saol yaa, ihtiyacım vardı buna' yı kurdu benim için.
mutluydum. ne de olsa zamanı gelmişti. ben de bir gençtim ve eşraf nasıl çatır çatır kız kaldırıyosa, işte ben de kaldırıyodum. bir kaç gün yüzümde sünger bob un gerizekalı tebessümüyle dolaştım.
dedim ya barboydum ben. vital bar adında, içeriği de adı kadar saçma olan sikindirik bi bardaydım. o otelin sürgün yeri yani. meyve çayları, domates-salatalık suyu falan servis ediyoruz akşama kadar. yalnız güzel bi yanı var; iznim olmadan hiç bi personel gelip bişeyler içemezdi ordan. ben de bunu koz olarak kullanırdım tabi, 'yemek getir, tipten kayır, dükkana iki dakka bak da bi helaya gidiim' falan. bir de, nazlı ya bedava içecek desteği.
bu hukukumuzdan mütevellit her sabah gelirdi nazlı bara. yoo, muhabbet neyin etmezdik, çayını aldığı gibi kaybolurdu. neden sonra anladım ki; skinde bile değilmişim ben, sede çay için gelirmiş bu kız. eheh.
neyse sadede gelelim. yine bu sabahlardan bi sabah, kız yüzünde bi solgunluk, ne biliim bi sıkıntılı geldi bara. yine çayını alıp elektron hızıyla dönecekti ki, müdahale ettim:
-nazlı, nen var senin?
+ ya karnum aaruyo buraz..
- niye, nooldu ki?
+ ya, hastayum iştaa..
-niye, nooldu ki?
+ (acı bi tebessümle) işte, kızlara özgü bi hastalık..
- ıhıh, çok şakacısın. niye, nooldu ki?
+ ya.. neyse görüşürüz.[bsg ya..]
- [smurf..]
zaten saçma gayretlerle ilerlemeye çalışan diyaloğumuz, salaklık eseri bu ölümcül darbeyle tarihin tozlu raflarındaki yerini aldı. görüşmedik bi daha. olayı arkadaşlarıma açtığım an, onların 'orman tecavüzcüsü' kahkahaları arasında, 'cinselliğin sadece çiftleşme olmadığı, ince ayrıntıları da bünyesinde barındırdığı' dersini çıkardım hikayeden.
ilk defa 2 yıl önce gördüm seni. bir ağustos akşamıydı. evet fazla filmsi, fazla romantik, biraz da gerçeğe uzak gibi ama, gerçek.
'ben feraye' dedin gözlerime bakarak. nezaket gereği havada asılı duran elin; güzelliğin ve umursamazlığının verdiği sarhoşluktan sebep bir kaç saniye gecikmeli buluştu 'tokalaşma' elimle..
'memnun oldum, ben de bilmemne.'
her tanışmada yaşanan esaret hissi doğaldı, yalnız sesimdeki saçma titreme ve bakışlarımdaki kilitlenmeyi ilk defa yaşadım.
evet nefret ederdim ben her kızdan. çok pis genellerdim. 'yok abi hepsi aynı bunların' favori cümlemdi. hani üreme için başka bi yol bulunsa, türkiye nin finalde brezilyayı yenip dünya şampiyonu olmasından daha mutlu ederdi beni.
ama şimdi, asırlık önyargı ana kilitlenip kaldı.
hani, 'yemekte bana eşlik etmicek misin?' dediğin akşam var ya, o akşam bitmiştim asıl ben. ikinci görüşmemizdi ve nasıl bir piyangodur ki yapayalnızdık. ılık bi antalya, antalyalı bi güzel, ve 'güzel'in sarhoşu olmuş ben..
sen bilemezsin, daha muhteşem bi zaman olamaz!
ve tabi daha kaliteli bi salak da. kabul etmedimdi o teklifi. sebebim neydi? hiç bir şey. e niye oksijen tüketiyorum hala ben? space space space..
bir kızda en nefret ettiğim şey olan 'çocuksu tavırlar'ı bir silah gibi kullanmış, 'aaa niyeee.. üzülürüm baak' deyivermiştin yine muhalefet katili bakışlarınla. her kızda kedi kuyruğundaki teneke misali duran bu tavır, sende hindistan'da muson yağmuru kadar, ya da bir amerikan askerindeki barbarlık kadar doğaldı. ben de büyük bir direnç ve kayda değer bi öküzlükle, dizlerim titreyerek, şuurum yerinden oynayarak, soğuk terler içinde 'saol, ıhıh, akşam çok yemişim ben' diyebilmiştim.
o akşamın finalini hatırlamıyorum. tepkiden midir bilinmez, sen tabağı alıp kaybolmuştun. iyi de yapmıştın hani. müstahaktı.
sonra bi iş için lazımdım ben. arkadaşımla gelmiştim, seni iş görüşmesi yapacağın şirkete iletecektik. ancak öncesinde bizim bi görüşmemiz vardı, seni arabada yalnız bırakmıştık. bir iş görüşmesi öncesi sahip olunabilecek makul kaygının binlerce promil üzerinde seyrediyordum, 'yok abi dönüyorum ya, kız yalnız kaldı sen hallet işi' demiştim de, elindeki 3 kiloluk dosyayı kafama geçiriyodu eleman.
ama asıl hatayı, karşıma duşun hemen akabindeki halinle çıkarak yaptın. galiba aklımı da orda bıraktım.
zaman geçti, ben de istanbul dayım işte. seninle değil ama sana bağlı bir hayatla. ve bir banliyö seferi kadar uzağımdasın. bense sana kavuşuncaya kadar kendime fersah fersah uzakta. ellerini tutabilmek için neler vermezdim, sana aşk şiirleri okuyabilmek için.. hayır şiir yazamıyor değilim, ellerim de kontrolümde çok şükür. ama işte..
neyse kutsalım, gözlerine bakmaya doyamadığım, seni seviyorum işte, bil yeter. sonu, hatta başlangıcı bile olmasa da seviyorum. bir sonbahar akşamına terk ettiğim kaygısızlık kadar gerçek, hayalinin getirdiği buruk mutluluktaki kadar özlem dolu seviyorum.