çok tırt,
acayip tırt,
en tırt,
tırt işte,
tırt gibi.
evet. günlük yaşantımızda bir ölçü birimidir artık 'tırt'. bir şeyi tam olarak kötülemeden, kendi zevkine uymadığını belirtirken, mütemadiyen anlamını güçlendiren veya zayıflatan kelimelerle kullanılır.
mesela bir film izledikten sonra, arkadaşlarla filmin kritiği yapılır. genel manada filme kötü denemeyecek kadar sevilmiştir, ama güzel demeye de gönül razı gelmez.
misal arkadaşın teki der ki;
-tamam, o sahnesinde şöyle olsa daha iyi olurdu ama...
yalnız dikkat çekerim; joypad değil. eski kara kutu atarilerde kullanılan, amiyane tabiriyle bildiğin "kol".
yaş daha tek haneli rakamlarda.. kardeşin doğıumuyla birlikte hediye gelen o kasetsiz kara kutu atari [ki orijinal ismini hiç öğrenemedim], geceli gündüzlü, baba-oğul parçalarcasına oynanır. garip şekilli uzay gemileri patlatılır, pacman olunup hayaletlerden kaçılır vs. ve tabi onca teknolojiye karşın, halen bi çözümü bulunamayan şu üç-beş sert harekette 'kol'un bozulması olayı da çokça yaşanır. tonlarca 'kol' eskitilir. ama hayat pacman'dir artık...
aradan çok zaman geçmeden micro genius ile tanışılır. joypad'e geçilir. duck hunt'ta kullanılan tabancanın teknolojisi kurcalanır, mario'da uçan balıklara veya nunçuka atan tosbalara küfredilir. artık hayat mario'nun mantarıdır, duck hunt'taki köpeğin gülüşüdür veya goal 3'te muza dönüşen futbol topudur o...
ilkokulun bir haftasonu, mario bittikten veya vuracak kuş kalmadıktan bir zaman sonra, akla o tozlu, abidik şekilli kara atari gelir. o puslu zamanlara dönesi gelir insanın. ödevler yapılır, atarinin yeri sanki çok uzaklardaymışcasına anneyle tartışılır [neymiş, çok derinlerdeymiş şimdi o]. neyse bir şekilde ikna edilir kendisi, ve enteresan eski bir dolabın içinden kara kutu atarimiz çıkartılır, kurulur. kol'unu, fişini takarken bile insan eskilere gider ki sadece birkaç yıl geçmiştir aradan daha... elektronik işlem hallolduktan sonra aletteki metal çubuk aşağı itilir ve ekrana oyun listesi gelir.. iç kıpır kıpır olur, fakat kol çalışmamaktadır. hüzünlenilir. bilindiği kadar küfredilir, ama çocukça bir merhametle de o kadar ana-bacı karıştırılmaz da.
ertesi gün* de sabahtan, atv'deki disney çizgi film kuşağı biter bitmez yollara düşülür. istikamet ise, yıllar yılı bilimum kol, joypad, kaset mühimmatı tedarik edilen minik bir elektro-bilgisayarcıdır[o zamanlar direkt 'bilgisayarcı' nerdee.. ekmek parasını atari kaseti takasından çıkartıyorlardı]. durum anlatılır kendilerine, fakat ellerinde o kol'lardan bulunmadığı gayet sade bir dille açıklanır. başka dükkanlar gezilir fakat sonuç alınamaz.. hatta bi dükkanda kendisiyle alay edilir. "sega mega drive'lar yok satıyo, sen kol diyosun!" -sanane ulan pezevenk!.. neyse!
bir sonraki gün okula gitmeden, baba kişisine numune olarak bozuk kol verilir ve aynından istenir. baba da o gün tahtakale'deki ataricileri turlar fakat bulamaz. ertesi gün kuzen ve çeşitli akrabalar araya sokulur.. kendilerindeki kollar istenir fakat onlar da micro genius'un o büyülü havasına kapılıp, çoktan kara kutularını atmışlardır bile.
belki tamir olur, düzelir diye eldeki tüm kollar açılıp, fütursuzca kurcalanmıştır. günlerce ha oldu, ha olacak derken alet başında uyuyakalınmıştır. ama nafile... artık goal 3'ün basketbol veya buz hokeyi versiyonları bile tat vermez olmuştur insana.. hayat zevk vermez, ödevler can yakmaz, yan sırada oturan elif'in gözleri bile eski pırıltısını yakalayamaz olmuştur.
en sonunda ümit kalmadı elbet... o yırtık, tozlu kutusuna konup, o abidik dolabın içine yerleştirilmişti bile kara kutulu atarim. kollar ise parça parça çöpe gitmişti. hiç bir kuvvet sağlam bir kol bulmaktan alıkoyamazdı beni tabi ama eve fareli, klavyeli kurcalanası bir alet gelmişti o sıralar. o enteresan aleti kuran adam da bi oyun yüklemiş sağolsun içine. başlarda çözmesi biraz zorlasa da; artık hayat jazz jack rabbit idi...
klasiktir! gerek tv dizilerinde, gerekse sinema yapımlarında sıkça kullanılan bir klişedir kendisi. mermin bittiyse o silahı çevirip bir bakacaksın hacı.. tetiğe boşa basarkenki çıkan o "klik klik" seslerinden sonra izleyiciye inandırılmalı o şarjörün bittiği.
pek çaktırılmaz ama çok enteresan da açılımları vardır bu hareketin. filmi belli kalıpları aşmadan da olsa farklı boyutlara çekebilir.
mesela;
-mevzu bahis yapımımız eğer vasat bir action filmi, ve de elemanımız yüzlerce düşman karşısında tek başına ise; mermi biter, klik sesi duyulur, silaha bakılır, bir köşeye fırlatılır ve arkasından sahneye uzak doğu sporlarından enstanteneler girer.
-ekseriyetle savaş filmlerinde; elemanımız geride kalmıştır veya ağır yaralıdır. etrafını saran düşmana gelişine ateş açar ve mermisi biter. [bu sefer o klik sesi, arkadan gelen onca silah sesine rağmen, kulaklarda yankılanır resmen.] silahına umutsuzca bir bakar ve son çare olarak el bombasını çıkartır, pimini çeker ve düşmanın yaklaşmasını bekler.
-teke tek bir kapışmada mermi bittiyse eğer; silaha bakılır, köşem köşem kaçılır. e haliyle normali de budur.
-yine teke tek bir kapışma, fakat bu sefer yapımımız uzak doğu kökenli bir yapım ise çok farklı sonuçlar doğurabilir.
mesela;
++mermisi biten elemanımız kötü adamdır. zaten çatışma sırasında yaralanmıştır, yerde sürünüyordur artık. mermi biter, silaha bakar. diğeri ise ona doğru yürümeye başlar. kötü kişimiz mermi bitimi sonrası silahtan gözünü alabilmeyi başardığında acizlikten yüzü buruşur ve çirkinleşir.. son bir çare olarak bağırıp silahı ayaktakine fırlatır. e haliyle boşadır.
++kapışan iki kişi 'teki iyi, teki kötü olmasına karşın', ikisinin de kendi çapında sahip oldukları bir karizmaları vardır.** iyininki veya kötününki fark etmez; mermi biter silaha bakılır, usulca bir kenara bırakılır ve elden geldiğince onurlu bir şekilde son beklenir. fakat diğer eleman da silahını atar ve yine uzak doğu sporları şeysine geçilir.
gibi...
zaten eğer bir filmde mermi bittiğinde o silaha dönüp bakılmaıyor ise, elemanımız karizmatik bir hareketle şarjör değiştirecek demektir, panik yok.
öss'ye ilk girecek, içleri kıpır kıpır, heyecanlı gençler için bir kaynak niteliği taşımalıdır.
-bilinmelidir ki bu sınav bir son değil, bir başlangıç olacaktır. belki üniversite hayatının, belki de tekrar hazırlanmanın..
-ne aileyi sevindirecek kadar çok, ne de akrabaları sevindirecek kadar az puan yapmadan, ortadan hallice bir puanla idare edilmelidir. herkes mutlu olsun.*
-açıköğretim denen şeyden korkulmamalıdır. 'açıköğretim' olduğu diplomasında belirtilmediği halen söylentiler arasında.
-baktın ki bi bölümden 20 soru yapmışsın, gerisi gelmiyor..* panik yok! hemen olayı minik matematik hesaplarıyla şenlendiriyoruz. bilinmelidir ki; 30 soruluk bölümlerin cevap anahtarlarında tüm şıklardan altışar adet bulunmaktadır.* geri kalan sorular gayet de sayısı altıya tamamlanmayan şıklarla doldurulabilir.. hiçbirisinin tutmama ihtimali olduğu kadar, bolca tutma ihtimali de vardır.
-sınav öncesi panik olacak illaki, şart! ama panik olundu diye de panik olmanın lüzumu yoktur.. hem bak kısa dönem de kalkıyormuş askerlikten.*
-sınav sırasında pek akla gelmediğinden; su filan almaya gerek yoktur.
-onlarca kalem, tonla açılmamış yeni silgiyle girecek kadar garantici olmaya da gerek yoktur.
-hatta sınav mahalline aileyle gitmeye de hiç gerek yoktur..
-sınav sonrası. "çok kolaydı", "2 boşum var" diyen tv böcüklerini kale almamak gerekir. hatta mümkünse tv izlenmemelidir.
-ertesi gün gazetelerin cevap anahtarları incelenmemelidir.
-öss günü gerek aile içinde, gerekse öss'ye girmeyen arkadaş ortamlarında aslansın sen kaplansın, iyi değerlendir.
-*sınavdan önceki cumartesi gecesi, yatmadan önce içilen son sigara; bir ömür boyunca içilebilecek en güzel sigaralarda zirveye oynar.
1. duble; ya bu askerliği harbiden eşitlerler mi?
2. duble; türkiye iyi geçirdi ama dimi? ühoha...
3. duble; çok sevdim be abi.
4. duble; taptım ulan ben.
5. duble; yakışıklı mıymış bari yeni çıktığı?
6. duble; orospusun ulan orospu!
7. dub...
istenmeyen adam ve imitasyonn kişilerinin de desteğiyle 8 mayıs cuma günü gerçekleşmesi beklenen zirve.
kısıtlı süre ve plansız hareket hasebiyle zirvebox'a yetişemeyeceğinden; ilgilenenlerin bir tık yakınlarında olduğumuzu belirtmekten de onur duyarım.
...
yarın lan!
mekan : süleymaniye camii karşısı; erzincanlı ali baba kuru fasulyecisi.
saat : 18,00 ..
monk, er, csi, nip/tuck, 24 gibi dizilerde çok da büyük olmayan rollerde oynamış, fakat ismini; supernatural'ın dördüncü sezonunda diziye dahil olup, şeker mimikleri ve enteresan karizmasıyla hafızalara kazımıştır.
-ikisi de garip bir şekilde çok karmaşıktır. hatta işin felsefi boyutuna bile inilse; ikisinde de acı çekileceği bile bile bu işe girişebilme mevzusu çözülemez.
-kolayına kaçıp acısızlarını tercih edenler olsa da; ikisi de 'tüketilirken' çoğu tüketici var olan acıyı görmez. görmemekle de kalmayıp haz bile duyulur. fakat unutulmamalıdır; ikisi de tümüyle içerde kalmayacaktır ve her şeyin sonunda ikisinin de bir dışa vurumu veya dışarıya çıkışı olacaktır ki asıl acı da odur..
-ikisinde de malzeme, malzeme kalitesi veya eldeki veri hayati önem taşır.
-ikisini de adam gibi becerebilmek için insanüstü bir çaba sarf etmek gerekir. ikisi de o alın terini görmezse veya hissetmezse, arzu edilene ulaşmak imkansızlaşır.
-ne kadar insanüstü de olunsa; gösterilen çabanın sonucunda alınacak tat hiçbir zaman önceden kestirilemez.
-"sevdiceğini serbest bırak. geri dönerse senindir, dönmezse zaten hiç senin olmamıştır." lafından mütevellit; biraz da "aşk" olgusunu "sevdicek" gibi bir somut ile şekillendirip; gidenin veya dönmeyenin de ne kadar değerli olup, peşinden ne kadar koşulduğunu da göz önünde bulundurursak; tavana yapışıp da düşmeyen çiğ köfte ile benzerliğine de deyinmeye gerek kalmayacak sanırım.*
-bir de 'etsiz çiğ köfte' durumu vardır ki; zamane gençliğinin aşk'ı "et ete deyecek hacı" olarak tanımlamasıyla ters orantılı ilişkilendirebiliriz..
ve tabi ağzının tadını bilen için kalbe giden yol mideden geçer. burdan da bir sebep-sonuç ilişkisi çıkarabilir miyiz bilmiyorum ama fazla da zorlamadan; sonuç itibariyle gerçek şudur ki;
ilk kısımdaki "düşmek" kelimesinin o çağrıştırdığı acizliği, akabinde ikinci kısımdaki "dost" kavramıyla pekiştirdiğimizde ne kadar da güçlü, mübarek ve aranıp da bulunamayan bir olgunun oluştuğunu görüyoruz.. sonuçta dost kavramı ile kara gün dostu arasında dağlar kadar fark olduğu aşikar.. ama işte o en sonunda tokat gibi çarpan "olmaz" kelimesi, tüm o yeşeren ümitleri, gözünün yaşına bakmadan alıp götürüyor allahıma..
inişli-çıkışlı, çok enteresan bir atasözümüzdür vesselam.. film gibi yeminlen.*
araçla seyir halindeyken; mütemadiyen ışıklarda yandaki araçtan gelen müzik sesidir.
genellikle o müzikli aracın iki tarafındaki camlar sonuna kadar açıktır. ışıklarda istemsiz olarak sürücüler göz göze gelirler.. mevzu bahis araçta çalan radyoysa ve de beğenilen bir parçaysa, hemen o frekansı bulmaya odaklanılır. ama çalan nefret edilen veya mazisi olan bir şarkıysa, insan nedense kendini gün boyu o parçayı mırıldanmaktan alıkoyamaz.