içinde bulunduğumuz çılgın tüketim çağının sonuçlarından bir tanesi. dört bir yandan pompalanan reklamlarla insanlar üzerinde özellikle yaratılmak istenen bir psikolojik etki.* markanın belirleyici ve/ya ayırıcı bir sosyal statü seviyesi tanımlamak adına kullanılması işin bir boyutu olmakla birlikte; kıyafet konusu üzerinden örneklendirecek olursak, bir markanın, kişinin arayışlarını, üzerinde tam istediği şekilde duran kesimlerle, kullanılan kumaşların kalitesiyle, belki sadeliğiyle veya taşıdığı diğer özellikleriyle bitirmesi neticesinde sürekli aynı yerden alışveriş yapması da madalyonun öbür yüzüdür. sonuçta, her yönüyle memnun kalınan bir markadan tekrar tekrar bir şeyler almanın anlaşılmayacak bir tarafı yok. olay her zaman üzerinde koca koca logolarla, yazılarla gezerek mesaj vermeye çalışmak değildir yani. zaten bu konu sadece kıyafete değil, hayatta paranın satın alabileceği * her şeye uyarlanabilir, tiffany&co'dan azimut'a* kadar yolu var, skala geniş. bu işler biraz da imkan meselesi tabii. konu hakında birkaç bkz'la entry'mizi renklendirelim.
türk kızlarının karakteriyle ilgili içine dahil edildiği tüm kötü tanım ve yorumların sebeplerinden biri. güzelliğin göreceli bir şey olması bir yana, memlekette bu alanda arz kısıtlı, talep fazla olunca ibre 180 vaziyette gözü kapalı herkese cayır cayır yeşillenen bu tipler yüzünden tüm kızlar kendini prenses sanıyor, güzellik ve kültür birikimi olarak potansiyelsiz kızlar bile "vay anasını, yazanın yürüyenin haddi hesabı yok, ben neymişim aslında" gibi bi psikolojiye giriyor.
duyularla biriktirilen hafıza deposunda, unutulması en zor olana, koku hafızasına hitap eden kimyasal sıvı. yeri geldiğinde imza. vaat. karakter ifadesi. bir hayal.
en iyisi tabii ki de bizzat denemek. genel renklerin hepsini bilen birine, yeni bir karışım rengi anlatmaya çalışmak gibi düşünüyorum "kehribar, lavanta, süsen, amber ve vanilyanın muhteşem karışımı" vs ifadeleri. hepsinin kokusunu biliyor olabilirsin ama hangi bileşen hangi oranda, hangi nota baskın, kalıcılığı sende nasıl olacak, o parfüm bir bütün olarak sana ne ifade edecek, bunların hiçbiri bir parfümü sağdaki soldaki yorumlardan okumak gibi olmaz, başka birinin o parfümü tarif etmeye çalışması da benzer etki yaratmaz. evet fikir verir mutlaka bu izlenimler ancak subjektifliğin dip noktalarından bahsediyorum, şişenin içindeki sıvı sana hangi hikayeyi anlatacak, sıktığın koku sana kendini nasıl hissettirecek, hangisi seni daha iyi ifade edecek? en çok satanlar listesinin içinden gözüne kestirdiklerinden iki üç şişe deneyip beğenip sıradanlığın ve ortalama beğeninin peşinden mi gideceksin, "bu, evet." diyene kadar denemekten vazgeçmeyecek misin? bunlar önemlidir.
tene en oturanı ve yakışanı bulduktan sonra kişisel imza gibi olan bişey ayrıca bu. sizden başka kimse o parfümü almayı aklının ucundan bile geçirmez, parfümün kendisi çok güzel olsa bile o kokuya sizi etiketlemiştir beyinler, başkasının üzerinde eğreti durur. arkadaşınızda görüp/duyup bilmem kaç tl verip aldığınız parfüm sizi "aa bu x'in parfümü değil mi?" gibi bir soruyla karşı karşıya bırakacaksa şişenin kalanını tanımadığınız birine bağış yapmanız, o parfümü kullanmaya devam etmekten daha yerinde bir karar olacaktır.
tek şişesi asla yetmez, çünkü parfüm denilen şey zamana, mekana, yaşa, kişiliğe, mevsime, hatta geceye ve gündüze göre bile değişiklik göstermesi gereken bir şeydir. aslında kokusunu çok sevdiğiniz ama ağır bir parfümü cehennem gibi sıcakta sıktığınızda, yine parfümünüzün şişesinin 34567928 tl olması sizi kurtarmayacaktır, çünkü tercih yanlıştır.
her şişede yeni bir dönem geride kalır, sonra arayışlar hiç bitmez. 1-2 kalıcı koku dışında hep yenilerini ister insan. eski parfüme devam ettikçe kafasındaki era'lar karışır, ona belki bir yeri, belki birini, belki bir olayı, anıyı hatırlatan kokunun üzerine yeni hatıralar kaydetmeye kalkınca algı karışır ister istemez. zaten parfüm sadece güzel kokma hevesinden çıkıp bir meraka, hatta bir zaafa dönüştükçe bu arayış bir keyfe dönüşür, her tecrübe ayrı bir haz verir.
türkiye'de bir fetiş metası, class göstergesi olarak bakılan iphone'un, averaj kesimin çaba göstermeden elde edebileceği bir şey olmaması yüzünden oluşan duygu. telefonu alıyosun satış temsilcisi "kasko yapalım mı?" diyo, olm bırak telefonu, araba alıp kaskosuz gezen dünya kadar insan var memlekette ama ömrü 2-3 sene olan bir cihaza kasko yaptırmaktan da geri durmamakta tabii ki necip milletimiz. gerçi asgari ücretin 1400 tl olduğu yerde ordan burdan kısıp, hatta kredi çekip bunu alan adam tabii ki korku yapar. almasın da diyemiyosun, belli ürünlere sahip olmak yoluyla kendini üst sınıfa ait hissetmek diye de bişey var çünkü. parayı kimin nereye nasıl harcayacağına karar verecek merci de ben değilim neticede, ister 4000 tl'ye telefon alır, ister balyayı rulo yapıp g.tüne sokar. s.kimde değil.
kılıf konusu.. adam tasarım konusunda estetiğin doruklarında gezen, minimalizmin kitabını yazıp imza gününe çıkmış dizayn ve teknoloji harikası telefonu şu haliyle alıp,
şimdi bu tip case'ler outdoor spor yapanlar, dağda bayırda gezen adventure meraklıları için telefona zeval gelmesin diye yapılmıştır diye düşünenleriniz olacaktır, eyvallah, biliyoruz, sözüm olmaz. ancak normal şartlar altında şuna benzer bişey kullanılacaksa, inan bana sayın sözlükçü, o telefon 4. kattan aşağı düşsün, ekranı çatlasın, kapağı yamulsun, emin ol yine de bundan daha kötü görünmez. hayvan gibi ar-ge yapıp geliştirilen malzemeye dokunarak kullanmak, kalite hissiyatı, telefonun ağırlığının değişmesi gibi konulara hiç girmedim bak, bunlardan bahsetmiyorum bile. şekilcilik her şeyden önce geldiği için, sadece görüntüsünden bahsettim. sorsak telefonu da ince diye almıştır a.k. sözlükte başlıkların altında "koltuk takımının üstüne kılıf geçirmek", yok efendim "tv'nin üzerine konulan dantel" diye atıp tutmayı da bilir tabi bu arada, görüyoruz hepsini.
telefon dediğimiz şey eşyadır neticede, bu kadar stres yapacak bişey göremiyorum. 1-2 seneye kadar "yeni modelini bekliyorum, çıksın alıcam" tatavanız da başlar zaten. ee, parayı bağlamışsın, tam randımanlı kullanmadıktan sonra ne anlamı var ki? dünyaya bir kere geliyosun kardeşim, seninle mi gömülecek? sen düşer, çizilir diye korktukça o telefonun zaten başına gelmeyen kalmaz emin ol, sakınan göze çöp batar.
neyse. piyasanın bu kadar yükselmesi yüzünden telefonda sevgiliyle kavga ettikten sonra duvarda telefon patlatmak filan da kalmadı artık pek. eski örf, adet ve ananelerimizi kaybettik.
ikisinin de yeri çok başka tabi, zaten sadece saçtan baştan kaştan gözden çok bakımlı olma, temizlik, konuşma şekli, giyim tarzı, vücut yapısı, kültür vs gibi şeylerin birleşimi olan total güzelliğe dikkat eden biriyim, tek başına sarışın, kumral, o bu olmak yetmez güzel olmak için.
seçme hakkım tek ise eğer, "sarışın aptal ederse, esmer iptal eder" şeklinde katılmak istediğim versus.
kendini kısmet açacağı gibi hissetmek yerine, ilişkilerini devam ettirebilmek için eksik olan şeylerin tespitini yapıp bireysel hatalarını bulup düzeltmesi ya da kendisini bi okutup üfletmesi, kurşun vs. döktürmesi gereken kişilerin içinde bulunduğu sendrom.
insanı, kendisinin insan olduğunu hissettiren her türlü eylemden uzak tutan bok çukuru.
iş hayatıymış. hayatını s.keyim. her sabah alarmın çalmasıyla küfür kıyamet uyanıp, 'ölüyorum' dese eskaza şifa olur diye suratına bile tükürülmeyecek zevatla günün 8-9 saati bir arada bulunmak zorunda olan bir insan hangi hayatı ne kadar yaşıyor olabilir ki?
işe girdiğimden beri her sabah sigara içerken gökyüzüne bakıp, karşılığında maaş vermeseler yapmayı aklımın ucundan bile geçirmeyeceğim saçma salak işleri ne için yaptığımı soruyorum kendime. cevap da sorunun içinde ayın on dördü gibi belli ediyo kendini tabi. olm tümdengeliyorum lan her sabah, maddiyatın gerekliliğinden bir giriyorum, varoluşa kadar gidiyorum. hayatı sorguluyorum resmen. üzerine beyaz bir çaput sarıp bütün gün işsiz güçsüz sinir stres yaşamadan gezen antik yunan filozofları tabi söyler bir sürü özlü söz. adamın düşünmeye vakti var, benim gibi 10 dk'ya sığdırmıyo ki düşünmeyi adam. bu bile büyük lüks. bende beyaz çaput yok, takım elbise var ama kafayı toplamak için 10+1 dakikam yok. ee, hani iş hayatı daha iyi yaşam şartları sağlamak için gerekliydi? hangimiz daha iyi yaşıyoruz?
maddiyatın getirdiklerine de karşı değilim gerçi ama kabaca 25-60 yaş arasını baz alarak konuştuğumuzda bir kere gelinebilen şu dünyada efektif olarak geçirilebilecek hepi topu 30-35 senemiz varken, çalışmanın, iş yaşamının, kariyerin falan bu kadar yüceltilmesini anlayabilmem mümkün değil. gezilecek görülecek onca yer, dinlenecek zirilyon tane şarkı, yaşanabilecek zibilyon tane tecrübe varken sen tutmuş bana "haftasonu çalışmıyosun, daha ne istiyosun, günde 346978 saat çalışan insanlar var" diyosun. tamam ben halime şükrederim de, anlatmaya çalıştığım şey o değil, sen beni anlamamışsın.
neyse.
tanım: adama 30 sene boyunca her gün her saat her dakika emeklilik hayalleri kurdurmaya devam edecek gibi duran bişey.
"bir derdim var" butonunu görünce aklıma geldi. başlığı açarken doğru kelimelerle ifade edemedim sanırım ama son 1-2 senedir iyice dikkatimi çeken bir şey bu. yeni neslin iyice iri kıyım olmasıyla alakalı olduğunu düşünüyorum. özellikle erkek kıyafetlerinin bedenlerinde ve kesimlerinde eskiye oranla gözle görülür bir büyüklük farkı mevcut. kızlar için zaten her bedenden, her renkten alternatif var, onlar için problem yok ancak birkaç zaman öncesine kadar s beden giyen ve bunun sıkıntısını çok da fazla hissetmemiş minyon yapılı bir kardeşiniz olan ben, günler geçtikte xs, xxs kıyafetleri kovalamaya başladım, artık üzerime göre bir kıyafet bulamıyorum a.k. giriyorum mağazaya, başlıyorum bakınmaya, atıyorum işte bi gömlek buluyorum mesela, etiket small beden, hatta slim fit, normal şartlar altında üzerime olması gerekli ama gel gör ki sevgili okuyucu, o gömleği denemek için giymemle ağzımı bozmam bir oluyor. ona o "small" etiketini vuranın, küçük beden diye piyasaya sürenin ta kulağına konuşayım, üzerimde çuvaldan farkı yok. eskiden beri alışveriş yaptığım istisnasız tüm markalarda durum böyle. olm kim giyiyo bunları? 2 senede hepiniz mi semirdiniz, benim durumumda olan bir tane adam yok mu aranızda?
aynı şey ayakkabı için de geçerli, ki o konuya hiç girmek istemiyorum. hadi tişörttür gömlektir terziyle onla bunla hallolur ama ayakkabıya napıcaz? "içine kalıp koy, olsun işte, neyin tatavası lan bu piç?" dediğinizi duyar gibiyim. ancak ağzını bozmadan önce bi düşün, ayağında kayık gibi duran ayakkabıyı hangi kalıp saklar sayın sözlükçü?
küçük bedenlerin kesimlerini büyüteceğinize, large bedenin önündeki x'leri arttırın, opsiyon olsun, herkes mutlu mesut yaşasın gitsin. ama yok. illa japonya'ya mı iltica edelim mağazada istediğimiz gibi alışveriş yapmak için?
9700 bold modelini kullandığım süreçte olur olmaz zamanlarda ekranın ortasında beliren küçük piç saat yüzünden* sabır sınırlarını test ettirmesi, telefona en fazla ihtiyaç duyulduğu anlarda durup dururken veya biraz fazla yüklenildiğinde donması, kendi kendine restart atması, açılma süresinin de 4-5 dk'dan aşağı sürede olmaması*, şu meşhur blackberry internet service mevzusu (..ki bu bis olayının ne s.kime derman olduğunu hala anlamış değilim, gerçekten gereksizdi), telefonla görüşürken sesin az gelmesi vs sebeplerle en yakası açılmadık küfürlerin muhatabı olmasına rağmen; yine de fiziksel klavyesinden ve kendine has duruşundan vazgeçemeyip, yeni işletim sistemine tav olarak, kendisiyle olan seviyeli ilişkimi q10'la bir üst mertebeye taşıdığım telefon markası.
önünde nokia gibi bir örnek varken ve netice belliyken, nokia'nın "inadım inat, g.tüm iki kanat" politikasıyla kendini bitirme yolunda attığı adımların izinden yürüyerek şirket olarak kendini düşürdüğü durum üzücüydü evet ama markanın son dönemde (biraz geç de olsa) iyi sayılabilecek seviyede bir geri dönüş yaptığını söylemek yanlış olmaz. (blackberry passport çıktığı ilk 2 günde 200 bin adet sattı örneğin) blackberry 10 vakitlice tanıtılıp piyasaya sürülseydi ortalığın .mına koyabilirdi, en azından eskiden sahip olduğu pazar payını kaybetmezdi ancak tr dahilindeki parlak günlerini biraz arayacak diye düşünüyorum, türkiye'de yaşayan çoğu insan için blackberry'nin ifade ettiği tek anlam artık sadece "böğürtlen". eski nesil modellerle edinilen kötü tecrübelerle birlikte, tamamen touchscreen telefonların yarattığı alışkanlıklardan sonra şu an için bb q10'a 2000 tl, bb passport'a 2500-3000 tl bandında para coşacak bir kitleyi yakalamak zor görünüyor.
bunun yanında, touchscreen telefonların neredeyse bütün piyasayı ele geçirmesine rağmen, modernize edilmiş modellerinin çoğunda fiziksel klavyeden vazgeçmeyerek karakterinden taviz vermemesi takdir edilesi (en azından benim için). şarjının uzun dayanması, blackberry hub, blackberry protect gibi ilk akla gelen bazı olumlu detayları da anmamak olmaz tabi bu noktada. eleştirilecek yönlerinin yanında bazı övgüleri de hak etmiyor değil bu açıdan, yiğidi öldür hakkını yeme.
(okumaya üşenenler için özet: bildirim geldiğinde yanıp sönen kırmızı led'ine kurban, seviyoruz.)
"some of the biggest men in the united states, in the field of commerce and manufacture, are afraid of something. they know that there is a power somewhere so organized, so subtle, so watchful, so interlocked, so complete, so pervasive, that they had better not speak above their breath when they speak in condemnation of it." - woodrow wilson
(abd'de ticaret ve sanayi alanındaki en büyük adamlardan bazıları, bir şeyden korkuyorlar. bir yerlerde öyle örgütlü, öyle belirsiz, öyle bütünleşmiş, öyle tamamlanmış, öyle nüfuzlu bir güç var ki, onun aleyhinde konuşurlarken sesleri fısıltıdan yüksek olmamalı.)
yazar isterse dünyanın en anlamlı entry'sini yazsın, en komik başlığını açsın, istediğini yapsın, dahi anlamındaki de'yi ek olan -de gibi yazıyorsa* eksi oyu basıyorum.
hiç beklenmedik bir anda ambiyansa hakim olan çorap kokusunun ortamdaki herkesin hayat bağlarına makas atması sonucu, kokuya maruz kalan kişilerin yaşadığı kısa süreli bir kilitlenme ve hayatın anlamını sorgulama sürecinin sebep olduğu doğal netice.
* beyler, öncelikle, bu durumu kompleks haline getirdiyseniz bundan kurtulun. bir insan şişmansa kilo verir zayıflar, gözleri bozuksa lazerle çizdirip düzelttirir, kelse gider saç ektirir falan ama kısa boylu olmak değiştirilebilecek bir durum değil, öncelikle bunu kafamıza bi sokalım.
* body building yapmayın. gözlemlerime dayanarak söylüyorum ki, çalışa çalışa şişirilen o vücutlar, zat-ı alilerinizi üçgen krem peynirler gibi göstermekte.
* body yapmayın dediysek göbek de salmayın, mümkün mertebe formunuzu koruyun.
* çok dökümlü şeyler giymeyin. slim fit kesimlerden şaşmayın.*
* dik durun.
* hedef kitleniz kendi boylarınızdaki kızlar olsun. bi 5 cm. civarı farka eyvallah, illa erkek uzun olacak diye bir şey demiyoruz ancak aradaki makas açıldıkça görüntü nahoşlaşıyor, birbirimizi kandırmayalım:
bu arada, sağda solda "kısa erkekle kesinlikle olmaz" pozları kesen o bayır güllerinin boylarının ortalamasını alsak, lig sıralamasında rakibinin 10 sıra üzerinde yer alan evsahibi takımın galibiyetine verilen bahis oranlarından fazla çıkmayacaktır eminim. türk kızlarının boyunu posunu bilmesek "ok" diyelim geçelim tamam ama göz var izan var. * bu başlığın altına tavsiye olarak "soğuk bi köşede yalnız ve kimsesiz şekilde ölün, geberin, kendinizi müsait bi yerden boşluğa bırakın" tadında komik entryler giren renkli kişiliklere de, entrylerinde boylarının 1.85 olduğunu ima edip sözlük kızlarına selam ettikten sonra başka başlıklara ilerleyip burda boşuna vakit öldürmemelerini tavsiye ediyorum.
* özgüven sahibi olun. kişiliğinizi geliştirin, karakterinizi düzeltin, okuyun, konuşun, ağzınız laf yapsın. ortamlarda ezik büzük munis munis takılıp sonra da "boyumuz yok, ondan böyle hep" demeyin. bir sorumlu arıyorsanız aynaya bakın.
* yeterli miktarda para sizi bi 10 cm uzun gösterir unutmayın.* ben demiyorum, piyasa böyle.
dişine kan değen kurt misali, bir kere alışınca bir daha asla iflah olunmayan, 10 senedir manuel vitesli araba kullanan birinin alışmasının takriben 15 dk. sürdüğü, manuel vitesli araba almaya da, kullanmaya da sonsuza kadar tövbe ettiren şanzıman türü.