the enderun
142 (şirin baba)
altıncı nesil yazar 25 takipçi 40.26 ulupuan
entryleri
oylamalar
medya
takip

    hayal kurmak olmayacağını bilmekten daha güzel

    1.
  1. hiç sesler isimli kitapta rastladığım ilginç cümle.

    --spoiler--
    Biz, kimsenin kimseye ön kabullerle yaklaşmadan her şeyin konuşulup, tartışılabileceği bir dünya hayali kuruyoruz. Bunu hayal etmek, olmayacağını bilmekten daha güzel.
    --spoiler--

    dünyayı değiştirecek bir buluş yapma hayali olan benim gibi biri için yazılmış olabilir.
    ya da bol keseden seçim vaadi uyduran politikacılar için.
    0 ...
  2. şanzelize caddesi

    1.
  3. Şanzelize Caddesi veya Şanzelize Bulvarı (Fransızca: Avenue des Champs-Élysées; kısaca Şanzelize, Champs-Élysées), Fransa'nın başkenti Paris'in ünlü bir caddesir. Parisin en güzel caddesi olarak gösterilmektedir ve Fransızlar aralarında dünyanın en güzel bulvarı diye hitap ederler. Adını Yunan mitolojisinde cennet olarak gösterilen Elysion ovalarından almıştır.
    0 ...
  4. bir garibanı özetleyen en iyi üçlü

    1.
  5. medya sinema ve şiddet ilişkisi

    1.
  6. Bu tanımın, özgecan aslan olayı üzerinden nerede hata yaptık diye sorgulama yapan medya kuruluşları için kaleme alındığını hatırlatarak başlayalım.

    Özellikle dizilerin ve sinemanın son derece yüksek reyting aldığı ülkelerde (Türkiye TV izleme oranlarında dünyada ilk beştedir) medya gücünün toplumsal değişimde ve şiddetin azaltılmasında önemli roller üstleneceği göz ardı edilmemelidir. Sinema ya da dizi deyip geçmemek gerekiyor. Sinemada gördüklerimiz çoğu zaman bize ayna tutar. Çünkü filmler genelde gerçek yaşam öykülerinden çıkmaktadır. Bu nedenle şüphesiz her birimizin yaşamlarından izler taşıdığı için bize bir şeyler söyler. Onlardan etkileniriz. Sanat, sinema ya da medyayı sadece eğlendiren bir araç değil; aynı zamanda bizi üzen, öğreten, özendiren, düşündüren veya sorgulamamıza sebep olan birer ayna olarak da görmeliyiz. Şimdilerde sokaklarda çokça karşılaştığımız insan figürlerine baktığımızda bunu kendi hayatımızda maalesef olumsuz örneklerle hissetmekteyiz. Zira sokaklarımız dizi ve sinema sahnesinde şiddet ve şiddete özendirilmesi nedeniyle kendisini o filmin/dizinin karakteri sanarak rolü gerçek hayatta yaşamaya ve uygulamaya çalışan, maskelerle dolaşan gençlerle dolu.
    Bu açıdan bile bakıldığında sektörün toplum üzerinde ne denli etkili olduğunu sanırım uzunca anlatmaya gerek kalmayacaktır. Oysa artık yaka silktiğimiz bu şiddet sarmalından çıkmak için dönüşümü sağlayabileceğine ve toplumu yönlendirme ve bilinçlendirmede etkin olacağını düşündüğümüz en temel sektörlerimizden birisi olan sinemada bile dehşet verici şiddet sahneleri ve bu şiddet sarmalını toplumda yayan bir senaryo anlayışı görmekteyiz.

    Son zamanlarda toplumuzda çok tartışılan bir şiddet türü olarak “kadına yönelik şiddet” konusunda inceleme yapan Ankara Üniversitesi iletişim Fakültesi öğretim görevlisi Nilgün Abisel “Yeşilçam Filmlerinde Kadının Temsilinde Kadına Yönelik Şiddet” adlı makalesinde çarpıcı bulgulara yer vermektedir.
    Buna göre, Abisel incelediği 103 filmin ancak yedisinde (%6,8) şiddet öğesine rastlamamış, buna karşın filmlerin %78,6’sında şiddetin yaşamın doğal bir parçası olarak sergilendiği gözlemlemiştir.
    Şiddetin nedenleri olarak daha çok kötü bir yapıya sahip erkeğin kadına göz koyması ve “hainliği” (%43) ve daha sonra kadının kendi bildiği gibi davranması ve “uygunsuz” davranışları (%37) olarak senaryolaştırılmıştır. Şiddetin türü ise çoğunlukla tokatlama ve dayak (%30,4) cinsel taciz (%12,5), tecavüz (%9,7), iğfal (%8,2) ve tecavüz girişimi (%8,2)izlemektedir.

    Daha geniş anlamda 1990 sonrası Türk sinemasında şiddetin kullanımına baktığımızda ise:
    Gemide (1998, Serdar Akar) filminde gemideki erkeklerin fahişeye tecavüzü, Düş Gezginleri (1992, Atıf Yılmaz) filminde kadından kadına yönelik şiddet ya da Eşkıya (1996, Yavuz Turgul) filminde kıskançlık, ihanet nedeniyle kadını vuran erkeğin şiddeti gibi içeriklere rastlamaktayız.

    Yine Karartma Geceler (1990, Yusuf Kurçenli), Tabutta Rövaşata (1996, Derviş Zaim), Masumiyete (1997, Zeki Demirkubuz), Dokuz (2001, Ümit Ünal), Babam ve Oğlum (2005, Çağan Irmak) filmlerinde kadınla ilgili olmayan, erkeğin maruz kaldığı işkence türünden şiddet örnekleri de bulunur.

    Elbette konuya sosyal ve psikolojik açıdan birçok tanımlama getirip ‘kadın hakları, eğitim, erkeğin bilinçlendirilmesi, kadının ekonomik özgürlüğünü kazanması, iş hayatına daha fazla dâhil edilmesi, toplumda temsil yetkisin artırılması, kültürel etkileşim, modernleşme’ gibi birçok çözüm önerisi sunabiliriz. Lâkin toplumumuzun geleneğini ve kendine has dili olduğu gerçeğini göz ardı etmeden yeni yerli kalıplara ihtiyaç duyduğumuz da kesindir.

    Mesela hiçbir sosyolog ya da psikoloğun tanımlayamayacağı, ülkemize has farklı dinamiklerimiz vardır.
    Bunlardan en belirgin olanı toplum olarak başkasının aile hayatına burnumuzu sokmamak, ya da başka bir deyişle “Kendi çocuğudur, eşidir, döver de sever de.” yaklaşımıdır. Sadece Doğulu toplumlara has bir özellik olarak görülen bu olgunun sadece Türkiye de değil, Batıda da var olduğunu bir örnekle açıklayalım.

    ABD’de aile içi kavgalara toplumun yaklaşımı konusunda yapılan ilginç bir sosyal deney şöyle:

    Planın ilk aşaması 15 gencin bir evde toplanıp mahalle sakinlerini rahatsız edecek boyutta taşkınlık yapmak ve yüksek sesle müzik dinlemekten oluşuyor.
    ilk testin sonuçları beklenilen gibi: Komşular en yakından başlayarak kapıya gelip rahatsız oldukları uyarısını yapar, taşkınlık devam edince son çare polise ihbar edilir ve evi polis basar. ikinci testin detayları çok daha ilginç: Bir kayıt stüdyosunda sadece karı ve kocanın kavga ettiği izlenimi veren bir kayıt doldurulur. O kayıt yine aynı yöntemle mahalledeki diğer komşuların duyacağı yükseklikte yayın yapılarak tepkilerin ne olacağı beklenir. Fakat bu sefer ne yakın komşulardan, ne polisten rahatsızlık bildiren herhangi bir uyarı gelmez.

    Sosyolojik açıdan bu ve benzeri olaylara baktığımızda aile içi olaylar, hem Doğu hem Batı toplumlarında “kimsenin burnunu sokmaması gereken mahrem bir alan” olarak algılanmaktadır. Bu nedenle toplum bu tür olayları aile içinde halledilmesi gereken bir sorun olarak görmekte ve kenara çekilmektedir. Bu ve benzeri olaylarda karı koca arasındaki kavgada erkeğin daha agresif olmasını “Erkekler kadınlara göre daha saldırgan olabilir.” bilinçaltıyla desteklerken kadınların şiddet içeren davranışlar sergilemesi, beklenmeyen bir durum olarak algıladığı söylenebilir. Adli vakalarda bile toplum gibi adalet sisteminin de erkek saldırganlığını daha meşru gören bir algıya sahip olması sadece şiddetin değil, şiddet algımızın da boyutlarının ne kadar tehlikeli olduğunu göstermektedir. Öyle ki bu algı hayatı boyunca eşinden en az bir kez fiziksel şiddet görmüş kadınların oranı yüzde 35 olmasına rağmen, bu kadınların yüzde 49’unun bile bu durumu normal görmesine ve kimseye söz etmemesine kadar vahim bir istatistiği doğurmuştur.

    Sonuçta toplumumuzda kadına yönelik şiddet ve ayrımcılığın; çocuğun cinsiyetinin erkek olması isteği, çeyiz, başlık parası, namus cinayetleri, evlilikte hırpalanma, dayak, tecavüz, ekonomik ve psikolojik baskı, kadın ticareti, fahişeliğe zorlama, kadını evdeki her işi yapma zorunluluğu olan köle gibi gören bir zihniyetten kaynaklandığı söylenebilir.
    Fakat sorunun en acı sonucu, aile kurumunun bizzat şiddeti o ortamda yetişerek öğrenen çocuklar üzerinden kuşaktan kuşağa aktaran bulaşıcı bir hastalık haline getiriyor olmasıdır. Şiddet ortamında büyüyen bu çocukların %30’u yetişkinliğinde de şiddet kullanırken, aile içi şiddete maruz kalmadan yetişen çocuklarda bu risk sadece %2 civarındadır.

    Umarım toplumsal bilinç; önce aile eğitimi, okul eğitimi, maneviyat, medya ve sanatla bu sorunun üstesinden gelebilecek kadar derin bir bilince sahip oluruz.

    kaynak
    0 ...
  7. özgecan için dans edeceğine fatiha oku

    1.
  8. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın, Özgecan cinayetini dans ederek protesto eden ve aralarında CHP Milletvekili Aylin Nazlıaka'nın da bulunduğu kişileri de sert bir dille eleştirirken söylediği cümledir. (bkz: haklıdır)
    kaynak
    13 ...
  9. amerika emperyalizminin en önemli silahı sinemadır

    1.
  10. Amerika'nın toplum ve kültürlerini etkilemek için kullandığı en önemli aklama stratejisinin sinema olduğuyla ilgili bir tanımlamadır. ırakta, afganistan'da işgaller yapar, bir milyon insan öldürürsünüz ama sinema yoluyla insanlara bunun ne kadar mantıklı bir işgal olduğuna inandırırsınız. Amerikan sineması ekonomik olarak sürdürdüğü üstünlüğü din, milliyetçilik, özgürlük gibi kavramlar üzerine olan propagandist eğilimli filmleri uygun zamanlarda gösterime sokarak kültür emperyalizmindeki hakimiyetini de sürdürmekte ve kirlenen imajını sinemanın büyülü aynasıyla temizlemektedir.

    Bir düşünün!
    Özellikle, II. Dünya Savaşı’ndan sonra iyice cesamet kazanan Amerikan sineması, kültür emperyalizminin ana gemisi oldu. Binlerce Amerikan filmi seyrettik, hâlâ seyrediyoruz: What a Wonderful Life, Psycho, Star Wars, Godfather, Rocky, Rambo, Back to the Future, Jurassic Park, Avatar…
    Amerikan dizileri hayatımızda önemli bir yer tuttu: Kaçak başladığında sokaklar ıssızlaşırdı. Dallas yıllarca izlendi, tartışıldı. Kötü adamlara “Ceyar” denirdi. Kara Şimşek bizi heyecanlandırırdı. Şimdi de Lost, Dexter, House MD… izliyoruz.
    Moda, müzik, edebiyat… hep Batılıların kontrolündeydi.
    Yüzlerce büyük markanın [Coca- Cola, Benetton, Marlboro, Mercedes, Nokia, Harley Davidson, Levi’s, Nutella, Ferrari…], milyonlarca reklamın arasında insanın Batılılaşmaması zordu. Bu koşullar altında Batı’yı eleştirmek cidden müşküldü.
    Duygusal kabuller, düşünsel itirazları; pratik ise teoriyi gölgeliyordu.
    Toplumsal meşruiyeti, itibarı mümkün kılacak öğrenim sistemi de Batı’yı idealize ediyordu.
    [Hiç abartmıyorum: Çocukluğum boyunca, Almanya’da yolların halıyla kaplı olduğunu sandım.]
    Ağaç, yaşken Batı’ya doğru eğilmişti…
    Ne hikmetse kahramanlar, prensesler, krallar komple Batılıydı.
    Zenginlik, özgürlük, zeka, bilgi, sanat, düşünce, felsefe, cesaret, zarafet, şıklık… hep Batı’dan öğrendiğimiz şeylerdi.
    ideolojik olarak Batı’ya karşı çıksak bile, Elvis ve James Bond’da olan muhabbetimiz süreci tıkıyordu.
    Ya da Bach’a, Kant’a ve Van Gogh’a olan saygımız… insan düşününce ansiklopeti yazası geliyor...
    2 ...
  11. ayna kimdir

    1.
  12. insanın aynaya baktığında kendiyle yüzleşmek için kullanacağı bir tanımlamadır.
    ayna içimizdir, maskemizdir, gerçek yüzümüzdür. çocukluğumuz, masumluğumuz, saklanamayan kötülüklerimizi bize haykıran vicdanımızdır.
    ayna vicdandır.
    ayna kimdir?
    0 ...
  13. cellat hüseyin

    1.
  14. Doğduğunda bir Çingene çadırına açmıştı gözlerini. Çocukluğu ve gençliği sefalet içinde geçmiş oradan oraya yersiz yurtsuz, bir fırtınanın önünde sürüklenen yaprak gibi savruluyordu. Üstelik Çingene olmayan bir kızı sevmişti. Kız da onu. Bin bir umutla dayanmışlardı kızın babasının evine; Allah’ın emri peygamberin kavliyle istemişlerdi; lâkin “Ben Çingene’ye kız vermem!” sözü bir tokat gibi suratına çarpılıp kalbi darmadağın edilmişti. Çingene derlerdi adlarına, doğuştan talihsiz bir başlangıcın iyi olmayan sonlarıyla karşılaşmaktı. Nereye gitseler yurt tuttukları ellerde hep şüpheyle bakılan ve hiç sevilmeyenlerdi onlar. Yine de aldırmadan bildikleri gibi yaşıyorlardı hayatı. Çingene Hüseyin o sabah kara bir haber daha almıştı. Gönül verdiği kızın babası sevdiceğini köyün tefecisine telli duvaklı gelin etmişti.

    Aynı gün radyodan hayat darbelere yapılan askeri darbe anonsu yayılıyordu.
    “Aziz Türk milleti… işte bu ortam içinde Türk Silahlı Kuvvetleri, iç Hizmet Kanunu’nun verdiği Türkiye Cumhuriyeti’ni kollama ve koruma görevini yüce Türk milleti adına, emir ve komuta zinciri içinde ve emirle yerine getirme kararını almış, ülke yönetimine bütünüyle el koymuştur…”

    12 Eylül 1980 darbesinin haberi, Çingene Ali’nin radyosundan bu cümlelerle duyuluyordu. Fakat bütün bir toplumu derinden etkileyen bu haber Çingene Hüseyin’in hayatını değiştirecek kadar iyi bir haberdi de. Çünkü ihtilal ile birlikte yıllardır tutunamadığı hayata tutunacak yeni bir işi olacaktı. Yeni bir iş bulacaktı: ‘Cellâtlık.’

    Açlığın pençesinden idam sehpasının yanına getirilen Cellât Hüseyin’in ilk kurbanları 12 Eylül döneminde asılan Erdal Eren, Mustafa Pehlivanoğlu, Levon Ekmekçiyan ve Ali Bülent Orhan olacaktı.
    Üstelik her idam başına pazarlık yapıp idam edilecek kişinin durumu ve statüsüne göre ekstradan para talep ettiği bu gün ortaya çıkan idam tutanaklarına bile yansımıştır.
    …
    Bir başka cellâtta 1967 ihtilalından sonra imralı’ya gönderilen Adnan Menderesi idam eden cellâttır ki o cellâdı Mehmet Ali Birand’ın ‘Demir Kırat’ belgeselinde tanıdım. imralı cezaevinin o dönem müdürlüğünü yapan kişi tarafından anlatılan bu hikâye en az idam kadar etkileyici bir trajediydi. Müdürün anlattığına göre 1961’de Adnan Menderes, Hasan Polatkan ve Fatin Rüştü Zorlu idama mahkûm edildiklerinde onları asmak için cellât seçmeleri yapılmış. Asılacak kişilerin mahiyeti de göz önüne alındığında bu seçimlerin titiz yapılması ve görevini hiçbir aksaklık yaşamadan ve duygusal olarak da etkilenmeden başarıyla gerçekleştirecek kişiler olması için aday cellâtlara bir dizi psikolojik test de uygulanmış. Sonuçta bütün bu testlerden başarıyla geçen iki cellât bulunmuş. Bulununca da cezaevi müdürünün odasına getirilmişler. Müdür cellâtları karşısına alarak son bir kez emin olmak için söz konusu idamları başarıyla yapıp yapamayacaklarını sormuş. Cellâtlar ‘Elbette yaparız!’ deyince gerekli belgeler imzalanmış ve cezaevi müdürü depo sorumlusunu çağırarak cellâtlara idam için istedikleri malzemeleri vermesini emretmiş. Depo sorumlusuyla cellâtlar cezaevi müdürünün odasından çıkarken içlerinden biri durmadan geriye doğru yüzü asık bir şekilde müdüre doğru bakıp duruyormuş. Derken kapıya varınca bu cellât durmuş ve sıkıntılı bir şekilde geri dönmüş. Cellâdın yüzündeki ifadeyi gören müdür “Bir şeyin mi var, hayırdır?” diye sorunca, “Var efendim!” diye cevap vermiş cellât. Ardından da imzaladığı belgeleri işaret ederek ismin yanında yazan cellât kelimesine itirazı olduğunu dile getirmiş. Müdür, “Evet, siz cellât değil misiniz, elbette öyle yazacak.” deyince cellât biraz durakladıktan sonra, “iyi de efendim, ben öteki arkadaştan her bakımdan daha kıdemliyim. Sonuçta cellâtlık seçim testlerden başarıyla geçmiş olsa da bu onun ilk cellâtlık görevi olacak. Fakat ben zamanından börekçi Hüseyin’i asmıştım bu nedenle benim adımın yanına “baş cellât” yazmalıdır.” diyerek oradan ayrılmış.

    Buradan okudum
    0 ...
  15. şile fen lisesi

    1.
  16. dr vasıf topçu şile fen lisesi

    1.
  17. --spoiler--
    istanbul – Şile Dr. Vasıf Topçu Fen Lisesi #DVTFL istanbul'da yerleşik altı Fen Lisesinden biridir. Fen ve matematik alanında bilim insanları yetiştirir. istanbul – Şile - Dr. Vasıf Topçu Fen Lisesi #DVTFL istanbul ilinde bulunan 6 fen lisesinden biridir. istanbul Şile Dr. Vasıf TOPÇU Fen Lisesi, 2009 yılında Fen Lisesi olarak işadamı Dr. Vasıf TOPÇU tarafından kurulmuştur. Okul kampüsü ve yurt binası istanbul'un Şile ilçesinin Kızılcaköy mevkiindedir. Okulumuz her yıl MEB tarafından düzenlenen ve kısa adı TEOG olan Temel Öğretimden Orta Öğretime Geçiş Sınavı ile öğrenci almaktadır. Okulun öğrenci alımında yüzdelik dilimi %0-2 aralığındadır.
    EğitimDr. Vasıf TOPÇU Fen Lisesinde ana eğitim tam gün ve Türkçe dilinde yapılmaktadır. Zorunlu yabancı dil olarak çift dilli eğitim uygulanmakta, ingilizce ve almanca eğitim verilmektedir. ingilizce eğitim liseden mezun olan öğrencilerin TOEFL seviyesinde dil öğrenerek mezun olmalarını amaçlamaktadır. Dr. Vasıf Topçu Fen Lisesi matematik ve fen alanında zeka seviyeleri yüksek öğrencilerin bilim dünyasına kazandırılmasına ve bilim adamları yetiştirilmesine öncülük eder. Öğrencilerin, bilim ve teknoloji alanındaki gelişmelerle ilgilenmesini ve yeni buluşların öncüsü olmalarını amaçlar. Dr. Vasıf Topçu Fen Lisesinden mezun olan öğrenciler Tıp, Mühendislik, Matematik, Astronomigibi bölümlerde öğrenimine devam edebilirler. Dr. Vasıf Topçu Fen lisesinde dersler uygulamalı ve kavramların yabancı dil kökenleri de öğretilerek yapılır. Dersler özel olarak hazırlanmış tam donanımlı sınıflarda deneyerek, gözlemlenerek öğretilir. Dr. Vasıf Topçu Fen Lisesi MEB Fatih Projesi kapsamında tablet bilgisayar ve akıllı tahta uygulaması ile eğitim vermektedir. Okul ilk mezunlarını 2013 yılında vermiş tıp, mühendislik alanları başta olmak üzere Lisans Yerleştirme Sınavında Türkiye’nin en başarılı liseleri arasında yer almıştır. Dr. Vasıf TOPÇU Fen öğrenciler 24 kişilik sınıflarda uygulamalı olarak ders görmektedir. Okulda 16 adet ana derslik, tam donanımlı 6 adet fen laboratuarı, 2 adet atölye, 1 bilişim teknolojileri sınıfı, 200 öğrenci kapasiteli yurt binası, yemekhane, konferans salonu, kantin, spor salonu ve kütüphane bulunmaktadır. Bunların yanında öğrencilerin olimpiyat hazırlıkları için oluşturulan internet bağlantılı, bilgisayar donanımlı teknolojik sınıflar mevcuttur.
    --spoiler--

    Facebook
    Twitter
    Web Sitesi
    0 ...
  18. welcome to new turkey

    1.
  19. sedyeler kirlensin

    1.
  20. Yüzü karalar bağlamış, yaralı madenci; kalbi karalar bağlamış insanlığa yüzünü dönerek şöyle sesleniyordu:

    "Ayakkabılarımı çıkarayım mı sedye kirlenmesin!"

    Boşver kardeşim kirlensin sedye.

    Kefenin de sedyenin de maliyet hesabımı olurmuş!

    Boşver!

    sedyeler kirlensin
    0 ...
  21. artvin belediyesi

    1.
  22. belediye başkanlığını kazanan ak partili Mehmet Kocatepe ilk icraat olarak su faturalarında %50 indirim yapmış.
    şöyle bir web sitesi vardı.
    http://www.artvin.bel.tr/
    1 ...
  23. hayal değil ütopya

    1.
  24. arda akın

    1.
  25. hakan fidanın ifadeye çağrıldığı haberini yapmıştı. (bkz: mit)in haberi bile yokken onun haberi olmuştu.
    oda tv bugüne kadar yaptığı haberleri ve çıkardığı sonuçları yazmış.
    sonuç: cemaatin hürriyet içinde ki gazetecisi.
    oda tv haberi
    0 ...
  26. kardan adamların hikayesi

    1.
  27. Kardan adamların donmuş yüzlerine bakabildiniz mi?

    Hep mutsuzlardır.

    Bir havuç, bir atkı, bir süpürgeyle mutlu olmazlar.

    Sadece kar yağdığında umursanan olmalarıyla, kendi hayatınız arasında bir ilişki kurma cesareti gösterebildiniz mi?

    Kardan adamları bile menfaat üzere önemseyen bir toplumun beyazla bu kadar yakın bağ kurmasının size de ilginç gelen yanları var mı?

    Farkında mısınız?

    Kardan adamların en mutlu olduğu an güneşle buluşup, su olup toprağa karışmalarıdır.

    Ya biz…

    Biz toprağa nasıl kavuşacağız diye kendinizi sorguladınız mı?

    Değersiz bir insan olarak çürümüş bir ceset gibi mi, kardan bir adam olarak berrak bir su gibi mi?

    alıntı
    2 ...
  28. hiç sesler

    1.
  29. bir nurdal durmuş kitabı.
    “Yazmak, aslında bilmenin değerini başkalarına ulaştırmak için ortaya konulmuş ve hiçbir zaman aşılamayacak büyük bir icattı.” önsözüyle başlıyor.

    “Nuh son anda bileğimi kavrıyor:
    — Çok dünya yutmuşsun! Ama oldu işte. Kurtuldun!” diyerek devam ediyor.
    yıldızlı bir gökyüzü gibi cümleler var kitapta.

    Belki de deneme türünün tüm nankörlüğü; insanı bir kış günü, hızlı akan bir ırmağa hem susuzken hem de üşürken sokması… Nurdal Durmuş, ikinci kitabı olan “Hiç Sesler” ile aslında sesini gayet yükselterek ruhumuzu titretmeye kaldığı yerden devam ediyor. Tanıklığına, rahatsızlığına, mutluluk ve endişesine kendi yansımamızdan şahit ediyor bizi.

    ilk kitabı “Hayata Başlık Atamadım” ile başlayan yazma-okuma serüveni, dünyayı gezdikçe ve aslında dünyadan geçtikçe artarak öyle hiçleşiyor ki -sanırım- bütün seslerin intiharına dönüşüyor. Hakikat karşısındaki suskunluğumuza gönderme mi yoksa dedirtiyor bize misal “Her şeyden önce insandım, unuttum” diyerek…

    “Geçen sadece zamanmış meğer geçmeyen her şey” derken yaralarımıza doğru gidiyor parmaklarımız.
    https://www.youtube.com/watch?v=rJf9U5y6Uw0

    internet üzerinden ve tüm kitapçılarda
    Yayın Yılı: 2013
    Kitap Kağıdı
    176 sayfa
    13,5x21 cm
    Karton Kapak
    ISBN:6054812110
    Dili: TÜRKÇE
    0 ...
  30. en iyi 10 kitap

    1.
  31. Benim roman/hikaye listem budur.

    Yabancı Yazarlar;

    1- don kişot : cervantes
    2- anna karenina : tolstoy
    3- suç ve ceza : dostoyevski
    4-karamazof kardeşler : dostoyevski
    5-ulysses : james joyce
    6- yüzyıllık yalnızlık : gabriel garcia marquez
    7-kayıp zamanın izinde : marcel proust
    8-niteliksiz adam : robert musil
    9-savaş ve barış : tolstoy
    10-madame bovary : gustave flaubert
    11-1984: george orwel

    Türkçe yazar
    1-tutunamayanlar- oğuz atay
    2-huzur - ahmet hamdi tanpınar
    3-kara kitap - orhan pamuk
    4-tehlikeli oyunlar - oğuz atay
    5-saatleri ayarlama enstitüsü - ahmet hamdi tanpınar
    6- hiç sesler - nurdal durmuş
    7-puslu kıtalar atlası -ihsan oktay anar
    8-aylak adam - yusuf atılgan
    9-bir düğün gecesi- adalet ağaoğlu
    10-kürk mantolu madonna- sabahattin ali
    10 ...
  32. nurdal durmuş gezi yazıları

    1.
  33. birçok ülkeyi gezip seyahat notları tutan iki gezginin yaşadıklarına şahitlik edebileceğiniz ilginç yazılardır.
    Bir şehri ya da bölgeyi gezerken herkes tarafından bilinen, ağırlıklı olarak turistik diye anılan yerleri gezmeniz size gittiğiniz yer hakkında oldukça kısıtlı bilgiler sunar. Buralarda gördüğünüz şeyler genelde sahte bir algıya sahip olmanızı sağlar. Gittiğiniz yerin merkezinden ne kadar uzaklaşırsanız, bölge hakkında o kadar gözlem yapma imkânınız olur. Bir şehri tanımanın en kolay yolu, o şehirde kaybolmaktır. Herhangi bir beklentiye kapılmadan çıkılacak olan yolculuklar, her şeyden önce kendi iç dünyanızda keşifler yapmanıza olanak sağlar. Bu durum aslında gideceğiniz yerin sizi şekillendirmesini değil, sizin biraz daha tamamlanmanız için eksik parçalarınızı bulmanıza yardımcı olur. Elbette bu dolaşımı “dünya gözüyle görme”nin ötesinde bir düşünceyle gerçekleştiremeyenler, kendisine gösterilenden daha fazlasını göremeyecektir der...

    buradan gezi yazıları takip edilebilir
    7 ...
  34. gezi notları

    1.
  35. mısır hakkında doğru bilinen yanlışlar

    1.
  36. mısır hakkında türk kamuoyunda bilinenin aksine neler olup bittiğini sorgulamaktır.
    oku
    0 ...
  37. muhalefet için iktidar olma rehberi

    1.
  38. Bir toplumun beklenti temelini anlamanın ve nabzına ulaşmanın çeşitli yöntemleri vardır. Bu yöntemleri bilimsel, kent-kırsal kıyaslaması, modernleşme, ekonomik gelir düzeyi, beklentiler ve değerler, din ve gelenek üzerinden toplum tanımı yapmak vs gibi çeşitli şekillerde tanımlayabiliriz. Genel hatlarıyla siyaset bilimi ve siyasetini ürettiği hizmet; toplum bilimi denilen süreçlerin tamamında kullanılan ortak dili kavrama ve toplumu oluşturan bireylerin beklentileri doğrultusunda şekillenen politikaların tümüne denir.

    Bugünkü siyaset meselemiz ise son günlerin tartışmalı konularından biri olan Ak Parti iktidarının aldığı oylar… Ak Parti’ye kimin, neden oy verdiği yönünde sol ya da muhalefet kanadında yapılan açıklamalar ve yanlışlıklar konusunda ‘bir çobanın bile anlayabileceği basitlikte’ tanımlamalar yapmaktır.

    Nedenlerini bilimsel bir zemine yayıp çok toplumdan kopuk bir dil kullanmadan bireyin düşünme ve algılama biçimine göre şekillenen politika biçimleriyle izah etmeye çalışalım.

    Yapılan araştırmalara bakıldığında Ak Parti’nin oy oranının artışı ve oy verenlerin büyük çoğunluğunun 32 yaş ve üzeri bireylerden oluştuğu gözlenmektedir. Bunun basite indirgenerek izah edilmesi mümkün ve pek çok anlaşılabilir nedeni varken işi dallandırıp budaklandırmanın anlamı olmadığı kanaatindeyim. Kısaca Ak Parti’nin 32 yaş üzeri insanlardan daha fazla oy almasını, geçmişte yaşanılan ama bugün olmayan sorunlara ve bu sorunların düzeltilmesine şahitlik olarak yorumlamak mümkündür. 30 ve daha altı yaş grubunun daha az oy vermesini veya başka bir beklenti içinde olmasını ise geçmişe göre çok daha iyi olan bir sistemin içine doğmak ve kötü günlerin bilinmediği bir yaşamda daha iyisini istemek olarak yorumlamalıdır. Oy oranının artmasını ve bu seviyeye ulaşmasını ise önyargılı yaklaşan kesimlerin halk için yapılanlara bakarak bir muhalefet boşluğunu iktidar desteğiyle doldurma hamlesi olarak görmek mümkün.

    Bir toplumu; felsefe ve sosyolojinin halktan kopuk yorumuyla anlamanın, politikanın gerçeküstü ve bireyden kopuk dayatmalarıyla biçimlendirmenin ve bu yöntemle o topluma hükmetmenin zor olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü toplumun çekirdeğini oluşturan aile ile ulusu oluşturan toplulukların, köyden kente beklentileri çok farklıdır ve tek bir kalıba göre genel bir politika üretmek yerine, yerel politikalar geliştirilerek siyaset yapma biçiminin her kesimi kucaklaması bakımından daha gerçekçidir.

    Örnekleyecek olursak:

    Artvin’in dağ köyünde yaşayan annem için en önemli politika yazın çocukları köye gelirken rahat, sorunsuz, güvenli bir şekilde ulaşım sağlanması, su sorunu yaşamaması, kapısının önünde su akmasıdır. Bir köylü için devlet demek yol, su, elektrik demektir. Bunu kendine sunan, işine-gücüne karışmayan ve tarlasını, merasını yaylasını gasp edecek kişilere karşı hakkını koruyan bir yapıya teslim olmaktır. O insan için devlet demek, hiçbir politik figüre bağımlı olmadan kendisine bunları sunana teslim olmak anlamını taşır.

    Türkiye genelinde etkin olan politikalara bakıldığında ise; uçağın zenginden herkese indirgenen bir araç olması; SGK kuyruklarından, uzun ve zahmetli sağlık hizmetinin kolay, eşit ve ulaşılabilir bir zemine indirgenmesi; devlet memuruna yapmakta mecbur olduğu işi bile rüşvetle -üstelik rica minnet- yaptırmaya uğraşan bir insanın aşağılanmaktan kurtulması ve özgüven kazanması; bireyin kendini bu toplumda bir role sahip insan olarak algılaması; halkın devlet için değil, devletin halk için halk için olduğunu hissetmesi; üniversitelerin bütün illere yaygınlaştırılması; ulaşım araçlarında çeşitliliğin ve bu çeşitlilikle birlikte sadece bir kesimin değil, bütün kesimlerin istifadesine sunulması, teknoloji ve internetin ülkenin her tarafına yaygınlaştırılması… Her insanın kutsalının değerli olduğunu hissettirecek yaklaşımlarla ötekileştirilmeden ve kısıtlanmadan yaşayabileceklerine ikna olmaları olarak özetlemek mümkündür.

    Kısaca bu ülkenin halkı, kendi sofrasına oturan bir yönetici hayali kurar. Devlet dairesinde önünü iliklemeden, işini zahmetsiz yaptırabileceği, itelenip ötelenmediği, ürkütülmediği bir yönetim biçimini seçer.

    Sadece devlet yönetim biçimi olarak değil, Ak Parti iktidarının Türkiye’ye belediyeciliği öğreten Saadet Partisi ve Necmettin Erbakan ekolünden geldiği de unutmamak gerekir. Zira Boğaz Köprüsü’nü geçince Haliç’in kokusunu duymamak için burnunu tıkayan bir insanın Merter’de burnunu açtığı, haftada sadece bir kere ve çamurlu su akan günleri; tek bir evde bile doğalgaz olmadığı ve şehrin nefes alınamaz bir halde geldiği, çöplerin günlerce sokaklarda kaldığı ve toplanmadığı günleri bilmeyen yeni kuşağın Ak Parti politikalarını benimsemesi gayet normaldir. Ama bu günleri yaşayan insanların da Ak Parti’ye alternatif olamayan muhalefet yüzünden iktidara oy vermeleri de yadırganmamalıdır. Bugüne kadar iktidara gelenlerin, ekonomik olarak ülkeyi (halk gözünden bakıldığında) nasıl bir kaosa sürüklediğini, yönetim biçimini sadece bir azınlığın menfaatleri için kullandığını, üniversite kapılarından inançlı insanları nasıl kovulduğunu, ülkenin silahlı kuvvetlerinin işi gücü bırakıp bu ülkenin mütedeyyin kesimiyle ve kutsalla uğraşmasını işin içine dâhil etmeyelim bile…

    Bütün bu hafızaya baktığımızda ve bugünle kıyasladığımızda 32 yaş ve üstünün bu sorunlardan kendilerini kurtardıklarına inandıkları insanlara neden oy verdiklerini de anlamak çok kolaydır.

    Bu duruma şahit olmayan ve bu iyileşmiş yapı içerisine doğan gençlerimizin neden oy vermeyip daha iyi bir düzen için meydanlara çıktılarını anlamak da çok kolaydır.

    Bu ülke toplumsal hafızasını kaybetse, geçmişini çabuk unutsa bile çaresizliğini unutmayan bir toplumdur.

    Ve bu toplum ülkenin nabzını yakalayamayan, yerel düşünüp küresel ölçekte projeler geliştiremeyen, sorumluluk almaksızın, çaba harcamaksızın, hiçbir şey yapmadan, yalnızca slogan atan bir muhalefeti iktidara getirmeyeceği çok açıktır.

    Şimdi birileri bu yazının altına, Ak Parti savunuculuğu yaptığımı düşünüp “ama çalıp çırptıklarından hiç bahsetmemişsin, ülkeyi nasıl sattığını hiç anlatmamışsın” şeklinde yorumlar yapacak. “Bor madenlerini, Telekom’u nasıl sattılar” gibi söylemlerle saldıracaklar, ama benim meselem Ak Parti’ye insanların oy verme nedenleri üzerine, muhalefetin yapamadığı bir gözlemle bakmak ve yol göstermektir.

    Düğün salonu doldurunca birinci parti olduklarını sanan insanların, Tayyip Erdoğan’ın doldurduğu meydanlardaki milyonlarca insanı nasıl kazanmaları gerektiğine kafa yormalarını söylemektir. Sloganla ve ideolojik körlükle iktidar olunamayacağını göstermektir. Bir ülkenin baştan sona her ilçesinde, hatta köyünde “insanlar ne ister” sorusunu kendisine sorup bulduğu cevaplar üzerine politikalar geliştiren bir liderin projelerini ve insan etkileme kabiliyetini sloganla değil, daha büyük bir proje ve toplum istekleri gerçekliğiyle alt edebilirsiniz. Büyük projelerin karşısına, ‘ama çalıp çırpıyor’ gibi küçük sloganlarla çıkarsanız millet kazandıklarının yanında, bu bağrışın cılız bir ses olduğunu görecektir.

    Bu toplumda Yılmaz Büyükerşen gibi Eskişehir’i ideal kent haline getiren ve her kesimini oyunu alan belediye başkanı örneği varken, “neden diğer belediye başkanlarımız Büyükerşen gibi sevilmiyor, neden bizim liderimiz Tayyip Erdoğan kadar değer görmüyor” diye sorup cevap bulamadığınız sürece elinizde sadece ‘şu satıldı, kömür dağıtıldı, seçimde hile yapıldı’ gibi basit savunma sloganları kalır ki bunlar öncelik alanından uzak yankısı anlık ve duyulduğu an tükenen cılız sloseslerdir. Bu düşünme biçimiyle bu ülkede bir iktidar değişikliği hayali kurmak 100 sene daha ertelenecek bir hayalin peşinden gitmek anlamını taşır.

    En kötüsü de geçmişe göre; iyilik günlerinin ortasına doğan bu gençleri bile gelecek hayalinin de kendisi olduğuna ikna edecek bir iktidara kaptırıp hayal kırıklığına uğratacaksınız. nurdal durmuş
    1 ...
  39. büyük tahammülsüzlüğümüz

    1.
  40. Bu toplumun, üzerinde tam mutabakat sağlayacağı çok az şey vardır. Çünkü çeşitlilik adı altında isteyen istediği atı koşturabileceğini, kendi düşüncesinin en iyi olduğunu, diğer düşüncelerin yaşam hakkı olmadığını benimsemiştir. Bu durumda samimiyet ve hoşgörü maalesef akla gelmemektedir. Hemen her konuda dinlemek, empati kurmak ve anlamak yerine savunmak ve saldırmak üzerine kurulu bir söylem zemini oluşmuştur. Halk kimdir? Eline bayrak, diline marş alan herkes “Benim dediğim olacak, halk benim.” dediği müddetçe halktan bahsetmek gerçekçi olmayacaktır. Özgürlük nedir? Sınırsızlığın veya başkalarının alanlarına müdahale etmenin adına “Gerçek özgürlük bu.” denildiği sürece bu kavram da havada kalmaya mecburdur. Canımızı sıkan yaşadığımız kaotik ortamdan daha çok, bu ortamların süreklilik arz edecek ve ülkemizi derin kuyulara sürükleyecek günler görme endişesidir. Bunun için dışarıda olduğu kadar içeride de ellerini ovuşturan, birileri ölse, bir yerler yakılsa diye tetikte bekleyen insanlar vardır. ideolojik bataklıklarımızdan, sabit fikirlerimizden, önyargılarımızdan, bizim gibi düşünmeyenleri yok saymamızdan; dili, dini, mezhebi, düşüncesi, takımı ve partisine göre insanları değerlendirmemizden kurtulmadığımız sürece ne üzerimizde plan yapanlar bitecek ne de mutlu olacağız. Bu bataklıklardan kurtulmak için yerli olmaktan, birbirimize saygı duymak ve değer vermekten başka kurtuluş yolu yoktur. Ancak yeni bir dil ile bu noktaya ulaşırız. Kokuşmuş, eskimiş, yalan, dolan söylemlerle varılacak nokta girdaptır. Maalesef medya girdabın oluşması için zeminler hazırlamaktadır. Bu işin bayraktarlığını yapan medya platformlarının en önemli ayağını sosyal medya oluşturmuştur. Çünkü yukarıda fotoğrafını çekmeye çalıştığımız halk için gerçeğin önemi yoktur. Duymak ya da görmek istediği şeyin dillendirilmesi inanması için yeterli sebeptir. Sorgulamak ya da araştırmak aklına gelmez; çünkü düşüncesini besleyecek, nefretini/sevgisini artıracak olan şeyin yalan mı doğru mu olduğu önemli değildir. insanların birbirine saygı duyduğu ve sadece diğer tüm kimliklerini kenara bırakıp insan olduğu için kıymet verdiği bir toplum olmak, inanıyoruz ki şu anki durumumuzdan daha kolay erişebileceğimiz bir mertebedir. Buna ulaşmak için çok farklı yollar vardır ama özellikle eğitim sisteminde köklü değişikliklere gidilmelidir. Öncelikli olarak “eğitim” kavramının düzeltilmesine gerek vardır; çünkü insan eğitilmekten ziyade öğrenime ihtiyaç duyar. Okullarda tepeden tırnağa ezberci sistem yerine mantık, tartışma, farklı düşünme ve empati kurma gibi derslere ihtiyaç vardır.

    okunması gereken bir analiz
    0 ...
  41. x y z kuşakları

    1.
  42. taksim gezi parkında olan kuşaktır.
    politik ya da geleneksel eğilimlerden çok yeni dünya algısıyla özgürlük isterler. bir düşmanları yoktur.
    taksim gezi parkında yaptıkları ilginçtir.

    Gezi Parkı eğlenceli duvar yazılarıyla dünyanın en güzel açık grafiti müzesi, zekâ ürünü renkli ve farklı temalarıyla en güzel parkı olmaya aday. Evet, sahiden bu kadar orijinal fikirler taşıyan, bu kadar birbirini tanımayan insanın bir arada uyum içinde çıkar savaşı yapmadan yaşadığı; varoş ile eliti, akademisyen ile okuldan kaçan liseliyi, kravatlı ile ameleyi bir yerde buluşturan ve aralarında hiçbir fark olmadan yaşayacakları tek yer olarak doğallığıyla turizme açılması gereken bir alana dönüştü.

    Devrim Market, çadırlar, duvar yazıları, yakılmış otobüsler ve tuğla sütunlarından yapılmış kütüphaneler; gezi anneleri diye bir grubunun bedava pasta ve kek yaparak orada bulunan gençlere ikram etmeleri… Her şeyin hemen hemen bedava olduğu bir alandan bahsediyoruz.

    Üstelik polisin çekilmesiyle birlikte çok kalabalık olmasına rağmen hiçbir adli vakanın yaşanmadığı ve sürecin hassaslığından dolayı kimsenin ideolojik olarak birbiriyle sürtüşmediği bir özgürlük parkı haline geldi. Namaz kılanları solcuların koruduğu; solcu eylemlerinde Kapitalizme karşı omuz omuzu yürüyen tuhaf bir birlik anlayışı.

    Yılbaşından daha kalabalık geceler yaşamasına ve alınmış hiçbir tedbir olmamasına rağmen ne taciz, ne hırsızlık, ne yağmalama, ne de başka bir olumsuz durumun yaşanmadığı ilginç bir alan.

    ilk defa bilgisayar başından kalkıp sokağa çıktınız. Şu ana kadar yaşanan süreçle bu ülkede kibir sahibi olanların aklını başına da getirdiniz. Sizi fark ettiler. Evet, sizin ne istediğinizi ve aslında sizin meselenizin de bir ağaç meselesi değil, bir özgürlük kaygısı olduğunu fark ettiler. Bu gün Türkiye’nin yeni gençliğini tanıması açısından bir dönüm noktası da oldu. Ama artık sokaklardan çekilme vakti.

    Çoğunuz politika nedir bilmiyorsunuz bile; kendinizi ileri demokrasi diye tanımladığınız sınırsız özgürlük paranoyalarının ya da yönlendirmelerinin palavralarına kaptırıyorsunuz. Ama böyle bir dünya yok gençler! Oynadığınız oyun bir bilgisayar oyunu değil. Orada bile her zaman kazanan olmadınız.

    Çünkü bu olay artık sizin bu samimi taleplerinizin çok ötesine taşındı. Artık bu oyun sizin kontrol edebileceğiniz bir klavye tuşu değil. Sizin dahi adını duymadığınız bir sürü planın parçaları olarak büyük resmi ıskalarsanız, bir ağaç adına yaptığınız bu işgali, ülkeniz için büyük bir kaybedişe sürüklersiniz.

    Sonuç olarak;

    Bazen özgür olmak için daha büyük meydan olan aklı işgal etmek ve düşünmek gerekir!

    x y z kuşakları
    0 ...
  43. moda ve tesettür

    ?.
  44. Yan yana şık durmayan iki kelimedir.

    Türkiye’de değişen ve gelişen hayat şartları ve ihraç edilen yeni kültür kodları da moda ve tesettür, para ve islam gibi kavramları yan yana getirebilecek ve vicdanları rahatsız etmeyecek bir yöntemle yeni ambalajlı satış teknikleri üzerine çalışmaktadır.
    Oysa hepimizin bildiği ama kendimize itiraf edemediğimiz gerçek şudur ki genç kuşakta tesettür algısı artık bir güzellik ve moda trendi olarak algılanmakta ve parasal bir kavrama dönüşmüştür.
    Bu yüzleşme sorunu en çok tesettürün ruhuna zarar vermiş ve tesettür adı altında yeni bir moda ve Kapitalizm furyası başlamıştır.

    alıntı
    1 ...
  45. öküz oğlum yerine tosun oğlum demek

    1.
  46. Bir hocamız iletişimin zarif dilini tanımlarken şöyle bir örnek vermişti:
    Anadolu’da babalar oğullarına “tosunum” diye hitap ederler. Kent burjuvasının “aslanım” demesiyle de aynı anlamı taşır bu. Yürekli, gözü pek, delikanlı ve gurur duyulan anlamını taşıyan bu benzetmeler çocuğun kendine olan güvenini tazeler ve cesaret kazanmasını sağlar.
    Siz hiç çocuğunu “öküz oğlum” diyerek seven bir babaya rastladınız mı?
    Tam aksine bir çocuğu “öküz oğlum” demek aşağılamak, beceriksizlik ima etmek için kullanılır ve çocuğun fikren, zihnen ve kalben kırılmasına, ailesinden uzaklaşmasına neden olur.
    Hâlbuki öz itibariyle baktığınızda ‘tosun’ ve ‘öküz’ aynı anlamı taşır.
    Bu yüzden nezaketin dili “öküz oğlum” demek değil, hep “tosun oğlum” demeyi tercih etmektir.

    siyasetçilere duyurulur
    0 ...
  47. kitapsız entelektüellik

    ?.
  48. “Ben” kavramının ağırlığını artırıp bilginin içini boşalttıkça adı “modern iletişim” yöntemleri olan bu yeni alanlar hepimize yeni kimlik tanımları kazandırıyor. Sohbetlerimizin konusunu bile Twitter‘da yazdıklarımız,Facebook‘da paylaştıklarımız, Last.fm‘de dinlediğimiz müzikler oluşturuyor.
    Sosyal medyada bıraktığımız her iz bir “ben“ olarak makineleşiyor ve adı sosyal denilen bu alan da sosyallikle bütün bağlarımızı kesen bir katile dönüşüyor.
    Adı sosyal olan bu iletişim metodu hiç kitap okumamışların entelektüel mekânına dönüşüyor. Mesnevi okumamışların Mevlana-perest, sufi oldukları alanlara. Tutunamayanlar’ın anasını ağlatanların ben merkezine. ‘Masumiyet Müzesi’nde ‘Aşk’ isimli bir komedi oynayanların sahnesine dönüşüyor. Gözlerini sımsıkı kapatıp Orhan Veli’leri katledenlerin arenasına.
    Hayatında bir kere olsun şiir kitabı almamış insanların kız tavlamak için Edip Cansever’den, Cemal Süreya’dan, Nazım Hikmet’ten mısralar arakladıkları cambazlığa dönüşüyor.
    Her yazarın kendi cümlesi altında hırsızının adını görebileceği; herhangi bir yazarın cümleleriyle yazarlık taslayan yalancılar kütüphanesine dönüşüyor.

    kitapsız entelektüellik
    1 ...
  49. kadın meydan mı okuyor

    ?.
  50. Davranış Bilimlerine Giriş dersinin sınavlarında “Türkiye’deki boşanma nedenlerinin en önemlisi aşağıdakilerden hangisidir?” gibi bir soru sorulur. Boşanma nedenleri arasında sayılan kültür çatışması, kadının eğitim seviyesinin yükselmesi, köyden kente göç, teknolojinin ve görsel iletişim kanalları (TV, gazete, Twitter, Facebook…) seçeneğinin yanında doğru cevap olarak kadının ekonomik özgürlüğünü kazanması şıkkı da gösterilir.

    Kadının ekonomik özgülüğünü kazanması sonucunda oluşan tablo ise genel hatlarıyla şu tezlere dayandırılır: Kadın gücü ya da ekonomik özgürlüğünü ele alınca ve ayakları üzerinde durduğunu düşündüğü an meydan okur. Toplumun tanımıyla “ikimizde çalışıyoruz ev işlerini neden ben yapayım” der. Daha basit düşünürsek “Bulaşığı yıkamak, yemeği yapmak zorunda olan kişi neden hep benim! Ütüyü kendin yap, yemeği kendin yap, çamaşırı kendin yıka!” diyen bir kadın modelinden bahsedilir.

    Aslında mesele kadının böyle düşünmesi değil, böyle düşünmeye zorlanmasıdır. Bütün sorun yukarıda kısaca tanımlamaya çalıştığımız gibi Avrupa gelenekleriyle harmanlanan, üstelik tahrif edilmiş Hristiyanlık inancının öngördüğü Batılı bir yaşam modelini; Doğulu, üstelik gelenekleri çok katı kurallarla şekillenmiş ve inancı annelik-babalık, kadınlık-erkeklik vasıflarını ve rollerini tamamen ayırmış bir topluma dayatılmasından kaynaklanmaktadır. Dini, geleneksel ve toplumsal ritüeller bu toplumda babalık ve annelik rollerini Batılı bir zihniyetle yaşamaya, anlamlandırmaya ve sosyal hayata geçirmeye izin vermez.
    Elbette ki bu dayatma veya bu dayatmaya teslim oluş, toplumumuzun kadın ve erkek cephesinde mutlak bir çatışmaya yol açacaktır.

    Kadın meydan mı okuyor?
    1 ...
  51. mevlana sömürüsü

    ?.
  52. Ne olursan ol gel demedi aslında “Her şeyden önce insan ol, öyle gel” dedi, ama anlayamadık.
    Öylece destursuz girdik dergâhına.
    “Hamdım, piştim, yandım” dedi ‘kamışlıktan koparılmış ney’in hikâyesini anlattı yine anlayamadık.
    Eline eteğine yapıştık, postuna dergâhına yapıştık.
    O elimize ilim tutuşturdu, biz paraları kapıştık.
    Mevlâna diye ‘pideci, lahmacuncu, etli ekmekçi, otelci, turizmci, şekerci’ olduk yetmedi; Şems’ini pare pare edebiyatımızın edepsizliğine kurban ettik. O aşkın gözyaşlarını akıtırken eserlerimizde iliklerine kadar sömürdük.
    O’nu kendi adını taşıyan Mevlanâ Sektörü diye ticari bir sermayenin ortağı yaptık, ama yine yetinemedik.
    O dünle beraber gitti, düne ait ne varsa ‘bugün yeni şeyler söylemek gerek’ dedikçe biz yeni kapital kanallar bulup daha fazla nasıl sömürürüz [duyarsızlığını] kuşandık!
    Mevlâna bir ilim adamı değil, kapital bir marka artık
    1 ...
  53. bir futbol hikayesi

    ?.
  54. Sokakta oynarken topumuz kesilmiş, okulda okurken ufkumuz daraltılmış, delikanlılıkta yolumuz kesilmiş, büyüdükçe özgüvenimiz yıkılmış…
    Sonra sorgulama, karşı gelme, direnme, tepki verme, itiraz etme, yanlışı düzeltme yetilerimizi kaybetmişiz.
    …
    Öyle garip bir memleket ki bir futbol takımına verilen ceza nedeniyle kadın ve çocuklar ödüllendirilerek stadyumlarda ücretsiz maç izleyebiliyor.
    Ceza ve ödül aynı cümle içerisinde kurgulanıp üzerine “kadın ve çocuk” serpiştirilerek servis ediliyor ve kimse ‘bu ne perhiz bu ne lahana turşusu’ diyemiyor.
    Bir futbol takımına 8 sene hizmet etmiş birisi bizim mahallenin futbol takımında bile yaşanmayacak düzeysizliklerle takımdan ayrılmak zorunda bırakılabiliyor. Basın önünde koca koca adamlar ‘benim babam senin babanı döver’ düzeysizliğinde birbirlerinin zor zamanlarını, iyi kötü anlarını unutup dağ kadar büyük kibir cümleleri kurguluyabiliyor.
    devamı
    0 ...
  55. daha fazla entry yükleniyor...
    © 2025 uludağ sözlük