Biz, kimsenin kimseye ön kabullerle yaklaşmadan her şeyin konuşulup, tartışılabileceği bir dünya hayali kuruyoruz. Bunu hayal etmek, olmayacağını bilmekten daha güzel. hiç sesler*
hiç sesler isimli kitapta rastladığım ilginç cümle.
--spoiler--
Biz, kimsenin kimseye ön kabullerle yaklaşmadan her şeyin konuşulup, tartışılabileceği bir dünya hayali kuruyoruz. Bunu hayal etmek, olmayacağını bilmekten daha güzel.
--spoiler--
dünyayı değiştirecek bir buluş yapma hayali olan benim gibi biri için yazılmış olabilir.
ya da bol keseden seçim vaadi uyduran politikacılar için.
Şanzelize Caddesi veya Şanzelize Bulvarı (Fransızca: Avenue des Champs-Élysées; kısaca Şanzelize, Champs-Élysées), Fransa'nın başkenti Paris'in ünlü bir caddesir. Parisin en güzel caddesi olarak gösterilmektedir ve Fransızlar aralarında dünyanın en güzel bulvarı diye hitap ederler. Adını Yunan mitolojisinde cennet olarak gösterilen Elysion ovalarından almıştır.
kasım ayında paris'te Şanzelize Caddesinde sevdiceğimin ısrarıyla parfüm almak için mağaza dolaşmaya başladım. ay şekerim türkiye'de bu parfümler 150 lira çok para orda ucuzmuş denilerek verilen gazla girdiğim bütün dükkanlarda en ucuz parfümün 75 euro civarında olduğunu gördüm ve bir adet 78 euroluk parfümden aldım. sonra tobacco shopa bir sigara almaya girdim 7 euroya da onu aldım. tam sigarayı yakmıştım ki aklım başıma geldi 7 euro türk parasıyla yaklaşık 21 lira, 78 euro türk parasıyla 225 tl ediyordu. aman tanrım bir paket sigaraya 21, bir küçük parfüm şişesine 225 tl vermiş olamazdım. uyanmak istediğim bir rüyaydı ama maalesef gerçeğin ta kendisiydi. kapitalizm beni süslü vitrinler ve şanzelize caddesi ışıklarıyla kandırmıştı. bütün suç kapitalizmindi.
meclisteki 3 dönemi bitenlerin arkalarına (xa) * kişisini de arkalarına alarak recep tayyip erdoğansız bir ak parti oluşturmak için yaptıkları operasyonun adıdır.
Türkiyenin en iyi dış politika hamlelerinden biridir. Süleyman Şah Saygı Karakolunun Suriyenin kuzeyinde Türkiye sınırında konuşlanan ve başımıza bela olacak PYD (PKK Suriye kolu) kantonunun ortasına taşıyarak muhtemel kürt kantonunu kontrol etmek ve ülkemize olası saldırıların önünü kesmek amacı taşımaktadır. Bu hamle Türkiyenin tampon bölge oluşturma fikrinin batı tarafından destek görmemesi nedeniyle sonradan alınmış ve geçici bir karar da olabilir. Fakat biliyoruz ki: çözüm sürecinin sekteye uğraması sonucu ortaya çıkacak güvenlik açıklarını kapama, PKKnın Türkiyeyi pazarlık masasına çekme ve daha fazla taviz koparma amaçlarını engelleme, PYD tarafından Suriyenin kuzeyinden ülkemize yapılacak saldırıları önleme amacı da taşımaktadır. Şah Fırat Operasyonu ve istihbarat Savaşları!
Türkiye, Süleyman Şah hamlesiyle Suriye'nin kuzeyinde kurulması planlanan Kürt devlet kantonunun tam ortasına karakol dikmiştir. iyi hamledir. Toprak kaybı gibi sığ yorumlar sadece futboldan sıkıldığı için siyasete bulaşanların yapacağı yüzeysel düşüncelerdir.
(bkz: )Şah Fırat Operasyonu ve istihbarat Savaşları!
çok sığ yorumlardır bunlar.
türkiye çok stratejik bir hamle ile suriye'nin kuzeyinde kurulması planlanan kürt kantonunun ortasına karakol dikmiştir.
olan budur ve maalesef hiçbir şey düşünmeyen beyinler bunu toprak kaybı olarak yorumlar.
şahane müzikleri ve senaryosu vardır. Kore sineması özel ilgi alanımdır. Değeri düşmesin diye sağda solda yazmamak ve konuşmamak üzere bir arkadaşımla ant içtim.
Bu tanımın, özgecan aslan olayı üzerinden nerede hata yaptık diye sorgulama yapan medya kuruluşları için kaleme alındığını hatırlatarak başlayalım.
Özellikle dizilerin ve sinemanın son derece yüksek reyting aldığı ülkelerde (Türkiye TV izleme oranlarında dünyada ilk beştedir) medya gücünün toplumsal değişimde ve şiddetin azaltılmasında önemli roller üstleneceği göz ardı edilmemelidir. Sinema ya da dizi deyip geçmemek gerekiyor. Sinemada gördüklerimiz çoğu zaman bize ayna tutar. Çünkü filmler genelde gerçek yaşam öykülerinden çıkmaktadır. Bu nedenle şüphesiz her birimizin yaşamlarından izler taşıdığı için bize bir şeyler söyler. Onlardan etkileniriz. Sanat, sinema ya da medyayı sadece eğlendiren bir araç değil; aynı zamanda bizi üzen, öğreten, özendiren, düşündüren veya sorgulamamıza sebep olan birer ayna olarak da görmeliyiz. Şimdilerde sokaklarda çokça karşılaştığımız insan figürlerine baktığımızda bunu kendi hayatımızda maalesef olumsuz örneklerle hissetmekteyiz. Zira sokaklarımız dizi ve sinema sahnesinde şiddet ve şiddete özendirilmesi nedeniyle kendisini o filmin/dizinin karakteri sanarak rolü gerçek hayatta yaşamaya ve uygulamaya çalışan, maskelerle dolaşan gençlerle dolu.
Bu açıdan bile bakıldığında sektörün toplum üzerinde ne denli etkili olduğunu sanırım uzunca anlatmaya gerek kalmayacaktır. Oysa artık yaka silktiğimiz bu şiddet sarmalından çıkmak için dönüşümü sağlayabileceğine ve toplumu yönlendirme ve bilinçlendirmede etkin olacağını düşündüğümüz en temel sektörlerimizden birisi olan sinemada bile dehşet verici şiddet sahneleri ve bu şiddet sarmalını toplumda yayan bir senaryo anlayışı görmekteyiz.
Son zamanlarda toplumuzda çok tartışılan bir şiddet türü olarak kadına yönelik şiddet konusunda inceleme yapan Ankara Üniversitesi iletişim Fakültesi öğretim görevlisi Nilgün Abisel Yeşilçam Filmlerinde Kadının Temsilinde Kadına Yönelik Şiddet adlı makalesinde çarpıcı bulgulara yer vermektedir.
Buna göre, Abisel incelediği 103 filmin ancak yedisinde (%6,8) şiddet öğesine rastlamamış, buna karşın filmlerin %78,6sında şiddetin yaşamın doğal bir parçası olarak sergilendiği gözlemlemiştir.
Şiddetin nedenleri olarak daha çok kötü bir yapıya sahip erkeğin kadına göz koyması ve hainliği (%43) ve daha sonra kadının kendi bildiği gibi davranması ve uygunsuz davranışları (%37) olarak senaryolaştırılmıştır. Şiddetin türü ise çoğunlukla tokatlama ve dayak (%30,4) cinsel taciz (%12,5), tecavüz (%9,7), iğfal (%8,2) ve tecavüz girişimi (%8,2)izlemektedir.
Daha geniş anlamda 1990 sonrası Türk sinemasında şiddetin kullanımına baktığımızda ise:
Gemide (1998, Serdar Akar) filminde gemideki erkeklerin fahişeye tecavüzü, Düş Gezginleri (1992, Atıf Yılmaz) filminde kadından kadına yönelik şiddet ya da Eşkıya (1996, Yavuz Turgul) filminde kıskançlık, ihanet nedeniyle kadını vuran erkeğin şiddeti gibi içeriklere rastlamaktayız.
Yine Karartma Geceler (1990, Yusuf Kurçenli), Tabutta Rövaşata (1996, Derviş Zaim), Masumiyete (1997, Zeki Demirkubuz), Dokuz (2001, Ümit Ünal), Babam ve Oğlum (2005, Çağan Irmak) filmlerinde kadınla ilgili olmayan, erkeğin maruz kaldığı işkence türünden şiddet örnekleri de bulunur.
Elbette konuya sosyal ve psikolojik açıdan birçok tanımlama getirip kadın hakları, eğitim, erkeğin bilinçlendirilmesi, kadının ekonomik özgürlüğünü kazanması, iş hayatına daha fazla dâhil edilmesi, toplumda temsil yetkisin artırılması, kültürel etkileşim, modernleşme gibi birçok çözüm önerisi sunabiliriz. Lâkin toplumumuzun geleneğini ve kendine has dili olduğu gerçeğini göz ardı etmeden yeni yerli kalıplara ihtiyaç duyduğumuz da kesindir.
Mesela hiçbir sosyolog ya da psikoloğun tanımlayamayacağı, ülkemize has farklı dinamiklerimiz vardır.
Bunlardan en belirgin olanı toplum olarak başkasının aile hayatına burnumuzu sokmamak, ya da başka bir deyişle Kendi çocuğudur, eşidir, döver de sever de. yaklaşımıdır. Sadece Doğulu toplumlara has bir özellik olarak görülen bu olgunun sadece Türkiye de değil, Batıda da var olduğunu bir örnekle açıklayalım.
ABDde aile içi kavgalara toplumun yaklaşımı konusunda yapılan ilginç bir sosyal deney şöyle:
Planın ilk aşaması 15 gencin bir evde toplanıp mahalle sakinlerini rahatsız edecek boyutta taşkınlık yapmak ve yüksek sesle müzik dinlemekten oluşuyor.
ilk testin sonuçları beklenilen gibi: Komşular en yakından başlayarak kapıya gelip rahatsız oldukları uyarısını yapar, taşkınlık devam edince son çare polise ihbar edilir ve evi polis basar. ikinci testin detayları çok daha ilginç: Bir kayıt stüdyosunda sadece karı ve kocanın kavga ettiği izlenimi veren bir kayıt doldurulur. O kayıt yine aynı yöntemle mahalledeki diğer komşuların duyacağı yükseklikte yayın yapılarak tepkilerin ne olacağı beklenir. Fakat bu sefer ne yakın komşulardan, ne polisten rahatsızlık bildiren herhangi bir uyarı gelmez.
Sosyolojik açıdan bu ve benzeri olaylara baktığımızda aile içi olaylar, hem Doğu hem Batı toplumlarında kimsenin burnunu sokmaması gereken mahrem bir alan olarak algılanmaktadır. Bu nedenle toplum bu tür olayları aile içinde halledilmesi gereken bir sorun olarak görmekte ve kenara çekilmektedir. Bu ve benzeri olaylarda karı koca arasındaki kavgada erkeğin daha agresif olmasını Erkekler kadınlara göre daha saldırgan olabilir. bilinçaltıyla desteklerken kadınların şiddet içeren davranışlar sergilemesi, beklenmeyen bir durum olarak algıladığı söylenebilir. Adli vakalarda bile toplum gibi adalet sisteminin de erkek saldırganlığını daha meşru gören bir algıya sahip olması sadece şiddetin değil, şiddet algımızın da boyutlarının ne kadar tehlikeli olduğunu göstermektedir. Öyle ki bu algı hayatı boyunca eşinden en az bir kez fiziksel şiddet görmüş kadınların oranı yüzde 35 olmasına rağmen, bu kadınların yüzde 49unun bile bu durumu normal görmesine ve kimseye söz etmemesine kadar vahim bir istatistiği doğurmuştur.
Sonuçta toplumumuzda kadına yönelik şiddet ve ayrımcılığın; çocuğun cinsiyetinin erkek olması isteği, çeyiz, başlık parası, namus cinayetleri, evlilikte hırpalanma, dayak, tecavüz, ekonomik ve psikolojik baskı, kadın ticareti, fahişeliğe zorlama, kadını evdeki her işi yapma zorunluluğu olan köle gibi gören bir zihniyetten kaynaklandığı söylenebilir.
Fakat sorunun en acı sonucu, aile kurumunun bizzat şiddeti o ortamda yetişerek öğrenen çocuklar üzerinden kuşaktan kuşağa aktaran bulaşıcı bir hastalık haline getiriyor olmasıdır. Şiddet ortamında büyüyen bu çocukların %30u yetişkinliğinde de şiddet kullanırken, aile içi şiddete maruz kalmadan yetişen çocuklarda bu risk sadece %2 civarındadır.
Umarım toplumsal bilinç; önce aile eğitimi, okul eğitimi, maneviyat, medya ve sanatla bu sorunun üstesinden gelebilecek kadar derin bir bilince sahip oluruz.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın, Özgecan cinayetini dans ederek protesto eden ve aralarında CHP Milletvekili Aylin Nazlıaka'nın da bulunduğu kişileri de sert bir dille eleştirirken söylediği cümledir. (bkz: haklıdır) kaynak
Toplumumuzda kadına yönelik şiddet ve ayrımcılığın; çocuğun cinsiyetinin erkek olması isteği; çeyiz, başlık parası, namus cinayetleri; evlilikte hırpalanma, dayak, tecavüz, ekonomik ve psikolojik baskı; kadın ticareti, fahişeliğe zorlama, kadını evdeki her işi yapma zorunluluğu olan köle gibi gören bir zihniyetten kaynaklandığı söylenebilir. Yine de dünya geneline baktığımızda kadına yönelik şiddetin en az yaşandığı ülkelerin başında Türkiyenin geldiğini söylemek yanlış olmaz. Kadına yönelik suç oranlarına baktığımızda Macaristan, Fransa, israil ve komşumuz Yunanistanda ülke genelindeki tüm suçların yüzde 15i; ABD, Almanya, isveç, Portekiz gibi ülkelerde yüzde 20sini kapsamaktadır. Uluslararası araştırmalar Türkiye nüfusunu oranladığında bu payın tüm suçlar içinde sadece yüzde 7 olduğunu ve şiddet konusunda birçok ülkenin gerisinde iyi bir imaja sahip olduğumuzu göstermektedir.
Kısaca Kadınlar:
Afrikada köle, Batıda işçi, Doğuda çocuk yaşta anne!
Ortadoğuda kimsenin umursamadığı, görmezden geldiği değersiz!
Kadınlar en çok bizim toplumumuzda Anne.
Kendimizi gazete manşetlerine, haber bültenlerine kaptırıp toplumsal dokumuzu zedeleyecek duygulara göre değerlendirmemeli; kadına verilen en şerefli anne olmak hediyesini elinden almamalıyız.
Özellikle kadının ekonomik bağımsızlığını kazanması, Medyanın garip bir propaganda yöntemiyle özgürlük temelli yürütülen tartışmalarla aile yapısını zedeleyecek ve sınırları belli olmayan bir özgürlük algısı yalanına inanılmaması gerekiyor.
Bildiğimiz en temel gerçek şu ki kadınlar; Kapitalizmin reklam objesi, Komünizmin seks kölesidir.
Bırakın da islamın cennetin onların ayakları altında olduğu ve toplumuzun onlara verdiği annelik değerini, mertebesini yaşayarak kadın olduklarını hissetsinler.
Ne reklamların pazarlama malzemesi olsunlar, ne meydan okuyacak kadar özgür olsunlar, ne de böyle bir özgürlük anlayışı olması gerekiyormuş palavrasına inansınlar.
Bir kadına verilecek en büyük değer, onun bir erkekten farkı olmadığı gibi saçma bir özgürlük modeline inandırmak değil; onun bir eş, bir anne ve kadın olarak değer açısından herhangi bir insandan zaten hiçbir farkı olmadığını hissettirme erdemidir.
Eski zamanlarda yaşamış kadın, anne olarak kadın ve gelecekteki kadın hep başımızın tacı olsun.
Çünkü mutlu günler hep kadınlarla mümkün.
Allah eksikliklerini göstermesin.
Amerika'nın toplum ve kültürlerini etkilemek için kullandığı en önemli aklama stratejisinin sinema olduğuyla ilgili bir tanımlamadır. ırakta, afganistan'da işgaller yapar, bir milyon insan öldürürsünüz ama sinema yoluyla insanlara bunun ne kadar mantıklı bir işgal olduğuna inandırırsınız. Amerikan sineması ekonomik olarak sürdürdüğü üstünlüğü din, milliyetçilik, özgürlük gibi kavramlar üzerine olan propagandist eğilimli filmleri uygun zamanlarda gösterime sokarak kültür emperyalizmindeki hakimiyetini de sürdürmekte ve kirlenen imajını sinemanın büyülü aynasıyla temizlemektedir.
Bir düşünün!
Özellikle, II. Dünya Savaşından sonra iyice cesamet kazanan Amerikan sineması, kültür emperyalizminin ana gemisi oldu. Binlerce Amerikan filmi seyrettik, hâlâ seyrediyoruz: What a Wonderful Life, Psycho, Star Wars, Godfather, Rocky, Rambo, Back to the Future, Jurassic Park, Avatar
Amerikan dizileri hayatımızda önemli bir yer tuttu: Kaçak başladığında sokaklar ıssızlaşırdı. Dallas yıllarca izlendi, tartışıldı. Kötü adamlara Ceyar denirdi. Kara Şimşek bizi heyecanlandırırdı. Şimdi de Lost, Dexter, House MD izliyoruz.
Moda, müzik, edebiyat hep Batılıların kontrolündeydi.
Yüzlerce büyük markanın [Coca- Cola, Benetton, Marlboro, Mercedes, Nokia, Harley Davidson, Levis, Nutella, Ferrari ], milyonlarca reklamın arasında insanın Batılılaşmaması zordu. Bu koşullar altında Batıyı eleştirmek cidden müşküldü.
Duygusal kabuller, düşünsel itirazları; pratik ise teoriyi gölgeliyordu.
Toplumsal meşruiyeti, itibarı mümkün kılacak öğrenim sistemi de Batıyı idealize ediyordu.
[Hiç abartmıyorum: Çocukluğum boyunca, Almanyada yolların halıyla kaplı olduğunu sandım.]
Ağaç, yaşken Batıya doğru eğilmişti
Ne hikmetse kahramanlar, prensesler, krallar komple Batılıydı.
Zenginlik, özgürlük, zeka, bilgi, sanat, düşünce, felsefe, cesaret, zarafet, şıklık hep Batıdan öğrendiğimiz şeylerdi.
ideolojik olarak Batıya karşı çıksak bile, Elvis ve James Bondda olan muhabbetimiz süreci tıkıyordu.
Ya da Bacha, Kanta ve Van Gogha olan saygımız insan düşününce ansiklopeti yazası geliyor...
sanayi devrimini ıskalamış olmasıdır. kendini dünyanın merkezi sanarak, hiçbir şeyin daha güçlü olamayacağını düşünmesidir. düşmez kalkmaz bir allah atasözünden gerekli dersleri çıkartarak süper güçlüğünü ayakta tutacak; başta sanayi olmak üzere devrimleri yapmamasıdır.
başkalarının yaptığını işgal, kendi yaptığını fetih görmesidir.
devlet yönetiminde kadınların el altından çok söz sahibi olmalarıdır.
devlet bekası için kardeşlerini çocuk yaşta katlederken dökülen gözyaşlarıdır.
belki bir cümleyle olacakları kader diye tanımlayarak işin içinden çıkabileceğini sanmasıdır.
insanın aynaya baktığında kendiyle yüzleşmek için kullanacağı bir tanımlamadır.
ayna içimizdir, maskemizdir, gerçek yüzümüzdür. çocukluğumuz, masumluğumuz, saklanamayan kötülüklerimizi bize haykıran vicdanımızdır.
ayna vicdandır. ayna kimdir?
mevlana ve mevlana sömürüsü. Mevlâna diye pideci, lahmacuncu, etli ekmekçi, otelci, turizmci, şekerci olduk yetmedi; Şemsini pare pare edebiyatımızın edepsizliğine kurban ettik. O aşkın gözyaşlarını akıtırken biz iliklerine kadar duygu sömürdük.
Mevlanâ Sektörü diye ticari bir sermayenin ortağı yaptık, ama yine yetinemedik.
O dünle beraber gitti, düne ait ne varsa bugün yeni şeyler söylemek gerek dedikçe biz yeni kapital kanallar bulup daha fazla nasıl sömürürüz [duyarsızlığını] kuşandık!
Mevlâna bir ilim adamı değil, kapital bir marka artık.
Değeri ilim olan insan, Mevlânayı öldürüp yerine piyasada alınıp satılabilen bir değersize dönüştürdü.
Bir kitabın iç alemini önünüze sermesi gereken giriş cümlelerine verilen genel addır. Kitabın yazarı dışında birinin yazması makbüldür. Mümkünse bunun meşhur bir edebiyatçı olması o kitabı değerli hale getirir. Son zamanlarda okuduğuğum en güzel önsöz yazısı Hiç Sesler isimli kitaba aittir. kitabın önsözü en az kitap kadar okunmaya değerdir.
--spoiler--
Başlangıcı da sonu da belli olmayan bu şölende insanoğlunun ortaya koyabileceği en yüksek çıta yazmaktı. Yazmak, bilmeyi ve anlamayı da kapsadığı için yalnızca karakter transferi değil; hayâliyle, ıstırabıyla, hatasıyla ve doğrusuyla insana ait tüm unsurların yine insana geçmesi için köprü vazifesi görüyordu. Yazmak, aslında bilmenin değerini başkalarına ulaştırmak için ortaya konulmuş ve hiçbir zaman aşılamayacak büyük bir icattı. Yazı olmasaydı belki de hâlâ Âdemi bekliyor olurduk. Varlığa kıymet yüklenilmesi, onun tanımlanmasıyla mümkündü. Kıymeti olmayan bir şeyden de bahsedilmezdi. Âdemden önce ne vardı? Âdem, bir ifadeyle yazının diğeriyle anlamın vücut bulmuş hali miydi? Bu sorular diğerlerini kovaladı. Deniz, içindeki tüm canlılarla denizdi. Balığın suya, suyun da denize ihtiyacı vardı. Peki, Âdemin ihtiyaç duyduğunun neye ihtiyacı vardı? Tren penceresinden rayları izlerken onlarca, yüzlerce yıl önce yaşamış insanların bendeki karşılıklarını düşündüm. Bin yıl önce yaşamış bir adamla aynı düşünceleri paylaşıyorsam, o adamdan ölü olarak bahsedebilir miydim? Belki de havanın soğuk oluşundan sıcak bir düşünceye sığınmak ya da soğuğu unutmak için zihnimi meşgul etmek istiyordum. Yolculuk çok uzundu ve hiç tanımadığım bir vagon dolusu insanla bu yolu geçirmek zorundaydım. Saatin kaç olduğunu bilmiyordum; fakat sanırım sabaha daha çok vardı. Mırıldanmalarınızı duydum dedi genç kadın.
Farkında değildim, kusura bakmayın. Rahatsızlık verdiysem öz
Hayır, hayır. Rahatsızlık vermediniz. Bilakis memnun oldum. Benim de içinden çıkamadığım sorularım var. Bu arada ismim Havva.
Memnun oldum. Ben de Cahit. Cemil Cahit.
Ailece yolculuk yapıyoruz. Babam Müslüm, abim Edip, bunlar da kardeşlerim Turgut ve Cemal. Yan vagonda da komşularımız var. Milena Hanım, Arthur Bey ve oğulları Samuel de buradalar. Onlarla istasyonda tanıştım.
Merhaba, memnun oldum.
Siz hangi insanı yaşadığınızı düşünüyordunuz? Buna benzer bir şey söylemiştiniz az önce.
Müstakil bir kimlikten bahsetmiyorum. insanlar diyorum, insanlar bence ölmüyor. Yüzyıl sonra birileri hislerinize sahipse siz ölmüş olamazsınız. Her şeyi bir bütün olarak görmek gerektiğini düşünüyorum. insanların fiziki özellikleri bile birilerine benziyor. Her çocuk, ailesinin hem fiziksel hem de karakteristik özelliklerine sahip olarak doğuyor. Bunlar bile insandan insana geçerken hissin, hayâlin geçmemesi mümkün mü? Hiçbir şeyin ziyan olmadığı bir yerde, insan ziyan olabilir mi? Şu karanlık ormanda siz varsınız, orman da içinizde aslında. Gördüğünüz, hissettiğiniz, bildiğiniz her şeyde siz varsınız. Her şeyden de sizde var.
Ama hepimiz toprak olacağız.
Bir anlamda doğru; fakat topraktan yine insana karışacağız. Bunlar zincirin halkaları gibi geliyor bana. Şimdiki halka konumundan başka bir halka konumuna geçtiğimizde, hâlâ zincirin parçası olduğumuzu, hatta zincirin ta kendisi olduğumuzu söyleyebiliriz. Meselâ elinizde bir kitap var.
Evet. Eski bir sofistin savunması.
Siz bu kitabın neresindesiniz?
Onca satırın altını çizdiğime göre, sanıyorum her yerindeyim.
işte o sofist yalnızca düşünce alanınıza değil, bu kanalla tüm kimliğinize sirayet etmiş, sizde vücut bulmuş.
Şimdi siz bu kimseyi her şeyiyle ölü olarak nitelendirebilir misiniz?
Sanırım hayır. Söylemek istediğinizi çok iyi anladım.
Konuşurken etrafımdaki insanların söylediklerimi dikkatle takip ettiklerini gördüm. Bir anda başka insanlar da bu konuşmaya dâhil oldu. Behçet, Sıtkı, Sezai, ilhami, Kaan ve Sergey beyler ile Sylvia, Nilgün ve Özge hanımlarla tanışmış oldum. ismini hatırlayamadığım başkaları da vardı. Havva dışında kimse söze girmiyor, bütün vagon bana bakıyordu.
Hepimiz bu tren gibi aynı yöne gidiyor, birbirimizin izleğini takip ediyoruz. Buna rağmen yaşadığımız tüm hayatlar orijinal; fakat başkalarının hayatlarından arındırabileceğimiz bir hayatımız yok. Birey, bütünü oluşturan parçadır. O halde herkesin bütün iddiasında bulunma hakkı vardır.
Havva da susmuştu artık. Hitabetim çok zayıf olmasına rağmen insanların sessizce dinlemelerinden ve kalabalığın her dakika artmasından endişeleniyordum. Gömleğimin üst düğmesini çözüp ceketimi koltuğun arkasına astım.
Şimdi hanginiz, evet hanginiz ayna karşısında gördüğüne ben diyebilir? Hangi hayâlin takıldığı rüzgârsınız? Peki, bu karşımızdaki şey nedir, ayna kimdir?
Herkes üzerime doğru gelmeye başladı ve tek tek kulağıma bir şeyler fısıldayıp Bu sözlerimiz hep sende kalsın, almak isteyen seni bulsun dedi. Ne demek istediklerini pek anlamadım. Yüzümde ise sert ve soğuk bir şey vardı. Bir de uyuşmuşluk hissi.
Uyandırmak zorunda kaldım, kusura bakmayın. Son istasyona gelmek üzereyiz. Camda yüzünüzün izi çıkmış.
Oh! Rüyaymış demek.
Efendim?
He, yok yok size söylemedim. Uyandırdığınız için teşekkür ederim.
Trenden indiğimde hava aydınlanmıştı. Geldiğim yerin neresi olduğunu bilmiyordum. Neden burada olduğum hakkında hiçbir fikrim yoktu. Uzun süre raylara baktım; insan yüzlerine, ışıklara, birilerini bekleyenlere, yolcu edenlere Sonra heybetli bir kapıdan içeri girdim. içeride büyük bir masa kurulmuştu ve az önce rüyamda gördüğüm bütün insanlar masanın etrafında oturuyordu. Dizlerimin bağı çözülmüş, şaşkınlık içinde insanlara bakıyordum. Soframıza buyurmaz mısın? dedi biri. Hiçbir şey söyleyemeden bir sandalyeye oturdum. Az önce rüyamda etrafıma toplanmış insanların yanındaydım ve hiçbiri bana bakmıyordu. Ellerimin titremesi geçmeden beni içeri davet eden kişi geldi yanıma ve O duyduğun iç sesin dedi, belki de hiç sesin.
insan ne okuduğu ne gezdiği ne de yaşadığı kadardır. insan, evrenin önü ve sonu belli olmayan bilmek sularından beslendiği kadardır. Suyun kenarında durmak, o sudan içmek anlamına gelmez; fakat o sudan içmek için illa suyun kenarında olmak gerekir.
Kadim dostum Nurdal Durmuş bir sofra kurmuş, suyu genişletmek adına bir çaba göstermiş ve bu kitabı doymanız için avuçlarınıza bırakmış. Cemil Cahiti sofraya davet ettiği gibi, sizleri de davet etmiş. Bu kitapta kim olduğunu bildiğiniz, bilmediğiniz insanların hikâyeleri var. Hepsinden daha çok hayâlleri var. Ne yaşıyorsanız, birilerinin de aynı duyguyu yaşadığını ya da yaşayacağını unutmayın. Bu aslında sistemin bizlere verdiği ve milyonlarcasının farkında bile olmadığı çok kuvvetli bir iletişimdir. Rüzgâra yaslanın, onu dinleyin, ona konuşun. Bir gün mutlaka cevabını alacaksınız. Kitabın neresinde olduğunuza siz karar verin. Hiç Sesler, herkesin olduğu kadar, hiç kimselerin de hikâyesidir.
--spoiler--
Halk bankası, iran ile Türkiye arasında yapılan para transferlerindeki yetkili tek Türk bankasıdır. iran ile ilgili halk bankası dışında hiçbir banka bu ülkeye para transferi yapamaz. Halk Bankası dışında Türkiyeden irana para transferi yapacak bir diğer kurum iranın merkez bankası Bank Mellattır. Türkiyede birkaç şubesi bulunan iran merkez bankası Bank Mellattan yapılan transfer işlemlerinin uluslararası ambargolar nedeniyle çok sıkı denetlenmesi nedeniyle para transferleinde tercih edilen bir banka değildir. iranın başta enerji ve hammadde olmak üzere tüm ticaret gelirleri Türkiye, Birleşik Arap Emirlikleri, Ermenistan gibi ülkelere gelir. En büyük pay ise para transfer yetkisine sahip olan Halk Bankasına aittir. iranın Halk Bankasında yüklü miktarda bağlı parası vardır. Uluslararası yaptırım altında olan bir ülke parası olması nedeniyle paranın her hareketi takip edilmektedir. Reuters ve Batılı finans çevrelerinin ardı ardına uzun zamandan beri Halk Bankasını konu eden raporlar ve olumsuz haberler yayınlaması ve burada bulunan paranın illegal yollardan irana aktarıldığı iddiaları bir nevi kârlılık oranı yükselen Türkiye kamu bankalarına gözdağı olarak değerlendirilebilir. ABD-iran nükleer mesele konusunda altı aylık bir anlaşmaya varmış olsa da anlaşma öncesinde Türkiye ile iran arasında ambargoyu by-pass eden bir süreç zaten işletilmiş, Halkbank üzerinden iranın mali durumu yumuşatılmıştı.
ikinci konu ise Türkiyenin son dönemde yaptığı bölgesel anlaşmalar ve Irak petrollerinin Türkiye üzerinden Avrupaya satılması anlaşmasıdır. ABD yönetimi bunun olumlu bir adım olduğunu söyleyip destek verse de Irakın petrol gelirlerinin ABD bankalarında toplanıp komisyonunu alındıktan sonra Türkiye üzerinden dağıtılmasında ısrarcı olmuştur. ABD ile Türkiye arasında Kuzey Irak petrolleri üzerinde yapılan büyük anlaşmalar ve para transfer detayları geçtiğimiz haftalarda bilindiği üzere ciddi tartışmalara neden olmuştu. Artık sona gelinen ve imzalanma aşamasında olan petrol anlaşmasına göre petrol gelir paralarının Türkiyede, Halkbankta toplanması kararı alındı. Bu paranın değeri 16 milyar dolar civarındadır. Bu paraya aracılık hizmeti verecek bir kamu bankası elbette hedefte olacaktır. Bu nedenle Halkbank konusunda uluslararası bir müdahale olduğu söylenebilir.
Peki, Halk Bankası ile Reza Zarrabın ne ilgisi vardır?
Halk Bankasında bulunana yüklü miktardaki iran parası çoğu kez özel finans kurumları vasıtasıyla transfer edilir. Reza Zarrabın da iran vatandaşı olması nedeniyle bu işlemleri kolay yürütebileceği aşikârdır. Zaten Reza Zarrabın da bu para transferine aracılık eden bir şirketi vardır. Reza Zarraba ait bu şirketin hem Türkiyede hem de iranda fonları vardır. Örneğin irana para göndereceksiniz parayı ve irandaki hesap bilgilerini bu aracı kuruma veriyorsunuz. Bu kurum paradan belli bir miktar komisyon alıyor ve irandaki şirketinden ilgili hesaba para transferi yapıyor. Böylece tüm dünyadaki bankalar arasında elektronik fon transferi standardı sağlayan bir sistem olan Swift devreye girmediğinden denetime ya da ambargoya tabi tutulamıyor. Kısaca bu para transferinin tanımlaması ülke içinde yapılan bir para transferi gibi gözüktüğünden yaptırımlardan etkilenmiyor. Türkiyede bu işi yapan şirketler elbette var, ama Zarrabın şirketi bu işi yapan firmalar arasındaki en büyük kurum.
iran Devletinin Türkiyedeki tüm parasının sadece Halk Bankasında olduğunu ve alımlarında yapması gereken para transferlerini kimseyi ürkütmeden bir şekilde yapması gerektiğini tekrar vurgulayalım.
Bakan çocukları bu transferlerde karşılaşılabilecek sorunların aşılması konusunda Reza Zarraba siyasi güçlerini kullanarak rüşvet karşılığı yardımcı olmuşlar mıdır bilemiyoruz?
Türkiyede Tayyip Erdoğan sonrası yeni bir iç politika dizaynı mı yapılıyor? Bilemeyiz, ama bildiğimiz bir gerçek var ki geçmişin derin devleti denilen ulusalcılar, Ergenekoncular bugününün gücü olarak bilinen cemaat; Ak Partiye karşı yürütülen bir kampanyanın saç ayakları gibi medya kanalları ve sosyal medya aracılığıyla, bu operasyondan önce zaten bu itibarsızlaştırma kampanyasında birleşmişlerdi.
Sınırları aşan bir müdahale midir ya da bu müdahalenin sonraki aşamaları neler olacaktır bilemeyiz, lâkin bu ülkede hiç kimsenin yolsuzluğu savunamayacağı, yolsuzluğa bulaşanları affetmeyeceği herkesin malumudur. Bu nedenle en kısa sürede bakanların suçlu olsun-olmasın istifa edecekleri ya da görevden alınacakları düşünülebilir.
işadamlarından bakan çocuklarına kadar uzanan bu geniş çaplı operasyonun en şaşırtıcı tarafıysa devlete, içişleri ve hükümete karşı bir operasyon olmasına karşı olaydan kimsenin haberinin olmaması durumudur!
Cumhurbaşkanlığına ait olmasına rağmen, cumhurbaşkanlığı görevi sona ermesine rağmen yeni işgalcisi Abdullah Gül tarafından 6 aydır boşaltılmayan köşk.