Ramazan ayında bir akşam unkapanı'ndan eminönü'ne doğru gidiyorum. Teraviye gitsem mi gitmesem mi diye epey düşündüm. Sonunda haliç metrosuna varmadan unkapanı tarafında kalan camiye girmeye karar verdim. Ezan okundu, ezan duası edildi, sünnet kılındı, üç beş tane cemaat ile namaza durduk...
Camide toplam 5-6 kişiyiz. Kadınlardan teraviye gelen olmamış. Ben biraz şaşkınım. Neyse farzı ve son sünneti kılıp imama uyup teravi namazına durduk. Biz namaz kılarken camiye biri girdi ve kadınlar mahfiline çıktı. Kadınlar mahfili ahşaptan olduğundan secdeye gidince ses çıkıyor. imam selam verdikten sonra döndü, yukarı baktı. 19-20 yaşlarında bir genç. Aşağıya inmesini söyledi. Çoçuk ise teraviyi kılmayacağını, yalnızca yatsı namazını kılıp çıkacağını söyledi. Biz geri durduk namaza. Neyse böyle birkaç defa daha ses yüzünden imam çoçuğa ters ters şeyler söyledi. Allah'ın evi sayılan camiyi kendi malı zanneder gibi konuştu. Genç epey bir süre imamın söylediklerine sessiz kaldı, sonra dayanamayıp "sabrımı taşırma" dedi. Biz araya girdik sükuneti sağladık. Genç namazı bitirip çıktı. Ben bu arada imama içten içe kızıyorum. Çünkü çoçuğa karşı tavrı hiç hoş değildi. Çoçuk iyi sabretti. Neyse biz namazı, tespihatı bitirdik. Kalktık çıkıyoruz. Bir de ne göreyim genç kapıda durmuş imamı bekliyor. Kavga edecek. imamın söyledikleri ağırına gitmiş. Orada o çoçuğun yaşlarında yalnızca ben olduğum için kendime yakın hissettim çoçuğu sakinleştirdim. kolundan tuttum dinleyerek gidiyorum. Çoçuk sitem etmekte haklı ama kavga çıkarması iyi değil. Neyse giderken aramızda geçen diyalog şöyle:
-adın neydi?
+yusuf.
-yusuf anladım da bir şey soracağım sen neden yukarı çıktın?
+abi üstüm başım kirli, Kokuyorum. Şimdi sizin aranıza girsem rahatsız olurdunuz o yüzden yukarı çıktım.
Benim içim öyle bir sızladı ki anlatamam. Birden gözlerim doldu. Yusuf'un keyfinden oraya çıkmadığını tahmin etmiştim ama bu aklıma gelmemişti. Sonra öğrendim ki yusuf sokakta yatıyormuş. Evi barkı yok. Yetiştirme yurdundan bir sene önce çıkmış. Kalacak yeri olup olmadığını sordum "yok" dedi. Evimin boş olduğunu, kendisini misafir etmek istediğimi söyledim. Utana sıkıla kabul etti. Bu arada saat 1'e geliyordu. Metroya binip osmanbey'e gideceğimizi söyledim. Metroya binemeyeceğini söyledi. Yine aynı sebepten olsa gerek.
-abi ben yürürüm. Orası ne kadar ki? havada güzel, gel yürüyelim.
Tamam, deyip yola koyulduk.eminönü'nden osmanbey'e kadar bir buçuk saat filan yürüdük. Yusuf'un ayağında eski bir banyo terliği. Gözleri öyle güzel bakıyordu ki... Yolda bütün hayatını anlattı. Gözlerim dolarak sessizce dinledim. Bana şöyle sordu:
+abi nasıl güvenip beni evine götürüyorsun?
-bilmem...
Gerçekten bilmiyordum. Ama içimden bir ses o çoçuğun kötü biri olmadığını söylüyordu.
Eve varınca içeri girerken yine çekindi. Sabaha kadar oturduk, birlikte sahur yaptık, dertleştik. Duş aldı, kıyafet değiştirdi. Eski arkadaşlarımın kullanmadıkları ayakkabılarını lazım olur diye biriktirdiğimden yusuf'a vermek istedim. Yalnızca bir tanesini aldı. Bir sürü kıyafet vermek istedim onlardan da yalnızca bir tane aldı.
-abi ben yanımda taşıyamam ki, bunlar yeter sağolasın.
Ertesi gün öğleden sonra çıktık. Evde kalamayacağını söyledi. Nereye gideceğini sordum "eyüp'e giderim, orada iftar veriyorlar zaten havada sıcak, bir yerlerde yatarım". Israr etsem de kabul etmedi kalmayı. Yine otobüse binmedi ve unkapanı'na kadar yürüyerek geldik. Orada vedalaştık.
insanların yüzlerine bir aydır daha dikkatli bakıyorum ama yusuf'u hala göremedim. Ocak ayında askere gidecek, eğer olursa paralı asker olarak kalacakmış..
O kadar yaşadığı şeye rağmen inancı sapasağlamdı. Allah'ın rızkını bir yerden göndereceğine imanı tamdı.
Allah, yusuf'a ve yusuf gibilere yardım etsin. O, kimsesizlerin kimsesidir...
"O, seni bir yetim iken barındırmadı mı?
Seni, yol bilmez iken (doğru) yola koymadı mı?
Seni bir yoksul iken zengin etmedi mi?
Öyle ise, sakın yetime kahretme (onu horlama)!
El açıp isteyeni de azarlama!
Fakat Rabbinin nimetini anlat da anlat!"
(Duha suresi)
Burada yolumun üzerinde sürekli gidip geldiğim bir cadde var sözlük. O caddenin tam ortasında en son bir buçuk sene önce gitmiş olduğum bir çiğköfteci dükkanı var. Orada çalışan adamla, dükkanına gittiğim için, iki sene önce merhabalaşmıştım. Adamın adını sanını bilmiyorum. Epey bir süredir o dükkana girmememe rağmen o caddeden ne zaman geçsem dışardan el işaretiyle o adamla selamlaşıyoruz. Belki bu dünya'da en çok selam verdiğim ve en çok selamını aldığım insan o adam. Bu beni öylesine mutlu ediyor ki anlatamam. Bazen caddeden geçerken kafam çok meşgul oluyor ve o adamın orada olduğunu unutuyorum. Sonra başımı çevirip o adamın selam veren mütebessim çehresini görünce birden her şey güzelleşiveriyor, elimi kaldırıp tebessüm ediyorum, selamını alıyorum, içim ferahlıyor, neşeleniyorum..
Selam verelim sözlük. Tebessüm edelim. Böylece bir çok şeyi daha güzel hale getirebiliriz. Hepimizin buna ihtiyacı var.
"Sevelim dedi, Mustafa Kemal, sevelim bir,
Selâm verelim bir, selâm alalım bir,
Halk olmak ne güzel şeydir arkadaşlar,
Şu sabah çayını içelim bir, kardeşçe sıcak.
Yüzümüzü yunalım şu dereden bir,
Sonra kursunlar darağacını kavgamıza,
Asarlarsa assınlar bizi düşlerimizden!"
Lise son sınıfta çok sevdiğim bayan bir edebiyat öğretmenimiz vardı. Okuldaki hemen hemen herkes bu hocayı sevmemesine rağmen ben kendisinden ve dersinden hoşlanıyordum. Çoğu derse yalnızca dinleyici olarak katılmama rağmen bu derste katılımcı olduğum çok oluyordu. Bunun sebebi hocaya karşı birtakım duygular beslemem değildi. Sebebi biraz hocanın sert karakterini sevmem biraz da hocayı kimsenin sevmemesine acımamdı.
Neyse konuyu dağıtmayayım. Bir gün ilçede bir şiir yarışması oldu. Bu hocamızda yarışmaya katılıp dereceye girenlerin sözlüsüne '100' vereceğini açıkladı. Benim de şiirle aramın iyi olduğunu hemen hemen herkes bildiğinden gelip rica etti. Normalde ısmarlama ve konulu şiir yazmam fakat işin ucunda '100' puan ve hocamı mutlu etmek olduğundan "yazmaya çalışacağım" dedim. Neyse aradan bir hafta geçti ve ben hayatımda yazdığım en dandik şiiri hocaya götürdüm. Hoca biraz baktı "tamam gönderelim" dedi. Sonıfta benden başka yarışmayı umursayıp yazan olmamıştı. Neyse aradan birkaç hafta geçti. Bir cuma günü kapanış sırasında adım okundu. "Noluyor lan?" Derken şiir yolladığım yarışmada birinci olduğumu müdür yardımcımız ilan etti. Bana bir plaket verip, bir kitap hediye etmek için kürsüye çağırdılar. Bende çıktım alkışı, kitabı, plaketi alıp geri sırama geçtim.
Ben epey şaşırmıştım. ilçede şiirimi birinci seçen jürinin zerre şiirden anlamayan insanlar olduğunu düşünüyordum. Nasıl bana birincilik verdiklerini çözmeye çalışıyordum. Neyse birkaç gün sonra öğrendim ki şiir yarışmasına katılan tek öğrenci benmişim. Hiçbir rakibim olmadığı için benim şiirimi doğrudan birinci seçmişler.
Her şeye rağmen yine de mutlu olmuştum. O edebiyat öğretmenimi sevindirdiğime epey bir süre sevindim. Aldığım '100' puan da işin sosu olmuştu.
ikinci el kitapların çok uygun fiyata alınabileceği bir ortam. istanbul'un çeşitli semtlerinde belirli gün ve saatlerde yapılıyor. 'Münâdi' denilen kişi kendisine getirilen kitapları açık artırma ile satıyor('müzâyede' zaten 'ziyade' kelimesinin 'müfâale' veznindeki hali, yani 'arttırma'). Mekan satılan kitaplardan yalnızca yüzde on beş komisyon alıyor.
Roman, öykü, şiir, inceleme, ansiklopedi gibi hemen hemen her türden kitaplar çıkabiliyor. Müzayedelerde önemli olan doğru zamanı kollayıp hızlı düşünüp çabuk karar verip hemen fiyat vermek. Yoksa bir bakarsınız almak istediğiniz kitabı çoktan başkası kapıvermiştir.
Kitap kurdu dostlar henüz keşfetmemişse bu müzayedelere gitmelerini şiddetle tavsiye ederim. Beyoğlu'nda gezegen sahafta her cumartesi düzenleniyor(bir ara kanal d'ye çıkmıştı) ayrıca fatih'te at pazarının bir kaç sokak altında bir depoda da pazartesi ve perşembeleri düzenleniyor. Kocamustafapaşa ve anadolu yakasında birkaç yerde daha düzenlendiğini duydum ama bana uzak olduğundan merak edip sormadım...
Kitapların fiyatlarını öğrenmeniz açısından birkaç örnek vermek isiyorum:
Cemal süreya'nın sevda sözlerini 4 liraya, yakup kadri'nin yaban'ını 4 liraya, halide edip'in sinekli bakkal'ını 2 liraya almıştım. Kitaplar korsan filan değildi. Hepsi yalnızca ikinci El orijinal kitaplar.
Kazakistan'da yaşayan türk boyundan olan kimselere verilen isim. Aslında bu boylarda kendi içerisinde ayrılıyor. Bildiğim kadarıyla kazakistan'da türkler arasında soy çok önemli. Hatta cengiz'e yardım eden bir türk boyundan olan kimseler bugün bile diğer boylar tarafından atalarının yaptıkları yüzünden hakarete uğruyormuş.
yanımda üç tane kazak arkadaş var sözlük. iki tanesi ülkelerinden yeni geldiler ve burada olan arkadaşlarına bolca at eti getirmişler. Dün kahvaltıda galiba at etinden yapılmış sucuklu yumurta, akşam ise at etiyle karıştırılmış makarna yediler. Biraz evvel de arkadaş at etini eline almış bana ikram ediyordu. Nazik bir dille reddettim o da nazik bir şekilde yemeye devam etti. ilginç bir kültür gerçekten.
At etinin dışında tanıdığım kadarıyla kazaklar gayet samimi, sıcak kanlı insanlar. Orta asya'daki türk boyları içerisinde belki de rusya üzerinden batı'yı en çok tanıyanlar kazaklar. Sovyetler döneminin etkisiyle rusya'ya karşı büyük bir sempati oluşmuş.
insan büyüdükçe daha çok realist oluyor; fakat geçen onca zamana rağmen hindistan'ın cıvıl cıvıl olduğuna dair düşüncelerimde ve ilgimde azalma olmadı. Rengarenk, neşeli, tuhaf, garip, tehlikeli ve karma karışık olduğunu düşündüğüm bu ülkeye karşı içimde karşı konulmaz bir gitme isteği var.( Bu büyük ihtimal bir hayal olarak kalacak) hindistan'a gidip doğudan batıya seyahat etmek istiyorum. Marakeş'te sokak ortasında olan büyük boya imal yerlerinin bütün bir ülkeye yayılmış olduğunu düşünüyorum da bu gerçekten çok heyecan verici. Ve bu dünya'da en çok merak ettiğim yerlerden birisi de serendip(seylan) adası. Hindistan'ın güneyinden hint okyanusuna açılıp oraya gitmek istiyorum.
Göktürk kitabelerinde geçen çince asıllı bir kelime.
Kelimenin kökeni 'taluy' olup 'büyük deniz' anlamına gelir. Muhtemelen 'Taluy' kelimesinde zamanla ön ses türemesi olmuş ve benzeşerek 'atalay' halini almıştır. Zamanın göktürk hakanının serencamesi şöyledir:
Taluy-ka kiçig tegmedim.
Yani: Büyük denize az gitmedim(geçmedim).
Burada taluy'dan kastedilen bizim bugün anladığımız manada bir deniz olmayıp büyük bir nehir olabilir.
Posta pilotu olan, naif, çoçuksu ve hayalci bir ruha sahip olan exupery bu kitapta anılarından bahsediyor. And dağlarında uçuşu, rif vadisinden geçişi, çöldeki maceraları... kitabı bitirdikten sonra insanın aklına "nasıl posta pilotu olunur acaba?" Diye bir soru düşmüyor değil. Fakat fakat... olmuyor işte.
Kitaptaki bazı kısımlar sarı kafalı küçük prens'imizin gezegenler arası nefis yolculuğunun, enfes anlatımını hatırlatıyor. Özellikle muhammed bin-el hüseyin'in hikayesi ve bir kaza sonucu çölün ortasında teknisyeni olan prevot'la yaşadığı o zor günler. Bu iki anlatı da insanın içini sızlatacak derecede samimi. Özellikle muhammed'in(bark) çoçuklara oyuncak dağıttığı o sahne benim gözlerimin önünden gitmiyor. Evet özgürlük bu olmalı!
Not: öğrendim ki antoine de saint exupery'i de yengeç burcu erkeğiymiş. Evet bunu tahmin ediyordum.
Su kesintileriyle artık beni çileden çıkartan ilçe. insan her sabah kalktığında musluğu kontrol etmek zorunda mı? Nedir bu yahu? 'iski' denen kurum öyle laylaylom çalışıyor ki kafasına göre suyu kesip, kafasına göre su veriyor. 'iski arıza' ise tamamen göstermelik bir site. Kaç defa bu sitede gösterilen saatten çok sonra su verdiler. Yok efendim yok, bıktım gerçekten. Hemen hemen her hafta burada bir gün su kesintisi oluyor. Bazen bu sayı artıyor. istanbulmuş, metropolmüş yalan dolan bunlar. Size yemin ediyorum benim 80-90 yıllık tarihi olan, anadolunun ücra köşesindeki, bozkırın ortasındaki köyümde bile daha az su kesilir. Şişli güya istanbul'un en merkezi yerlerinden biri ama durmadan kesiliyor.
Edit: Şu andaki kesinti iski'nin sitesinde bile yok. Adamlar artık haber vermeye de üşeniyor ağzını kırayım.
Sözlük ben samsun'a gitmek istiyorum. O artık orada değil. Oradan ayrılalı neredeyse iki ay olacak ama ben yine de oraya gitmek istiyorum. Orada sahilde "jasmine" isminde bir gemi vardı-hala orada mıdır bilmem-. Büyük bir yük gemisi. Onun tam karşısında kıyıda 3 tane ağaç vardı. Üzerini sarmaşıkların kapladığı yan yana üç ağaç. O ağacın dallarının arasında serçelerin yuvaları vardı. Onu o sabahın erken saatinde orada bekleyişimi özlüyorum. Yine orada, o ağacın altındaki bankların altında, kalbimi serçelerin küçücük yüreklerine benzeterek onu beklemek istiyorum. O birden çıkıverince ne yapacağımı bilemez halde yine şaşırıp kalmak istiyorum. Elim ayağım birbirine dolaşırken onu tebessümlerle karşılamak istiyorum.
Koşmak istiyorum.
Uçmak istiyorum.
Yüzmek istiyorum.
Sen nerdesin?
insanoğlu ne nankör bir varlık! doğayı betonlaştırıyor, gürültüsüyle, petrolüyle, ayaklarıyla canlıların alanlarını kısıtlıyor, hayat haklarını yok ediyor sonra da sabaha karşı öten martıların sesinden rahatsız oluyor!
Martılar cıyaklamasında ne yapsın! Gözlerimizi oysalar, kafamızı gagalasalar yeridir. onlar bize, bizim onlara olduğumuzdan kat kat saygılı.
Şu an istanbul'a doğru gitmekte olan bir otobüste sapanca gölü'nün yanından geçmekteyim. herkes uyuyor. Şoförün yanındaki mp3 çalardan kulağıma azeri ezgileri geliyor. azeri kadının ne dediğini uzakta olduğum için anlayamıyorum. Ama ezgilere bakılırsa kadın ümitsizce bir vuslatın türküsünü söylüyor...
"başarı"dan kasıt eğer dizinin sanatsal olarak kalitesi filansa bu iddia safsatadan ibarettir. yok eğer "başarı"dan kasıt maddi olarak elde ettikleri kazanç ise belki bir ihtimal doğru olabilir(gerçi burada da aklıma son on yılın ultra lüks saçmalıklarla örülü dizileri geliyor. örnek: binbir gece, kurtlar vadisi filan.. bu diziler de saçmalıkları ile maddi olarak medcezir'den kat be kat fazla prim yapmışlardır).
şu notu da şuraya ekleyelim: reyting denen ne idiğü belirsiz şey hiçbir dizi, film, yarışma ve programı değerli yapmaz. survivor ve türevleri seyirciyi sömürme, insanları saatlerce ekran başına gayesizce bağlama programlarının bu ülkede reytingleri silip süpürmesi durumumuzu özetliyor. medcezir ve onunla birlikte televizyonlarda dönen onlarca dizi de survivor'un dizi versiyonundan başka bir şey değil. Seyirci üzerinden köşe yapma. insanımızo mankurtlaştırma. boş bomBoş hepsi.
bu sene yaşadığım bir olayı anlatayım da dinleyin: senenin başında kaan müjdeci'nin filmi "sivas" venedik'te ödül alarak döndü. benim bu ülkenin evladı olarak onların oradaki başarısı yüzünden göğsüm kabardı. Filmin bizden bir çok şeyi anlattığına dair yığınla eleştiri okudum. Dedim bunu sinemada izleyeyim. Gösterime girdiği haftalarda inanır mısınız 4.levent'ten ta marmara foruma kadar bir çok sinemada gösterimde olan filmlere baktım hiçbirinde "sivas" yoktu. sonra içimden sektöre ve kapitalizme epey küfür savurdum.
'kürt' kelimesinin bir milleti ifade ettiğini bilmeyen birisi şu başlığı görse muhtemelen bu başlıktaki 'kürt' kelimesini verem veya kanser gibi bir hastalık zannedecektir.
Kürt olmak veya türk olmak kimsenin seçimi değildir. yalnızca bu yüzden birilerini aşağılamak kadar aşağılık bir durum var mı bilmiyorum. Kürtlerin içerisinden teröristler çıkması kürt milletini kötü yapmaz. Eğer öyle bir şey olsaydı türkler de kötü olurdu.
insanları kürt türk diye ayırmayı bırakın artık. böyle geri kafalıları görünce tiksiniyorum. iyi ve kötü insan vardır. türklük kürtlük veya papua yeni ginelilik kimseyi kötü yapmaz.
mesela şu sözlükte olupta kürtlere ve türklere hakaret eden bütün kürtler ve türkler benim gözümde ne kürt ne türktür; onlar dangalağın tekidir! Kafamda onları ancak böyle kodlarım.
kendi damak tadıma uygun olarak bu yemeği yapan bazılarına birtakım yapıcı eleştiriler getirmek istiyorum:
Efendim öncelikle bu yemek yapılırken köftenin dış kısmındaki bulgura et koyulmazsa tadı yavan oluyor. bulgurunda gayet iyi seçilmesi lazım. en iyi tutacak dirilikteki bulgurlar kullanılmalı.
sonra köftenin dışına bazıları köfte tutsun diye un koyuyor ki bu gerçekten çok vahim bir tabloyu karşımıza çıkarıyor. Un nedir allah aşkına? Hadi çok az koyulan unu anlarım ama bazıları dolduruyor tutsun diye. Bu olmaz. Köftenin tadı madı kalmaz. Köftenin dışını tutturmak için et ve bulguru iyice birbirine karıştırın ve en az 20 dakika, güçlü kuvvetli birindeb o harcı yoğurmasını rica edin.
Tuz miktarı çok önemli. iyi ayarlayın.
Köftenin içini mümkünse üç beş saat bekletip öyle koyun. Soğan koyulmalı Ve orta büyüklükte doğranmalı. Ne küçük ne büyük. köftenin dışı yoğurulurken koyulan su miktarına dikkat edilmeli. Fazla su koyulursa köfte dağılır, az su ise köftenin tutmamasına sebep olur ve kuru kalır. Her şey kıvamında olmalı.
son olaraksa pişirme kısmına geliyorum. doğudan batıya çeşitli içli köfteleri yemiş biri olarak söylüyorum ki içli köftenin kızartması haşlamasının yanında sönük kalıyor. Kızartılınca köfte ağır oluyor ve içli köfteden çok kızartılmış etli yemek yiyormuşsunuz gibi oluyor. O yüzden kızartmayı tavsiye etmiyorum. en iyi yapılacak şey kaynar suya yavaşça yapılan köfteleti bırakmak ve kısa süre sonra çekip almak.afiyet olsun.
iskenderseverler derneği üyeleri beni taşa tutmasın ama ben bu yemeğin fazla abartılmış olduğunu düşünüyorum. açıkçası iskender bence çok güzel bir proto-döner(antropoloji ile gastronomiyi de kaynaştırdık hadi bakalım) örneği. dönerden farkı farklı kombinasyonlarla sunulması. aslında iskender'in atasının döner olması gerekiyorken dönerin bu kadar yaygınlaşmasının sebebi bence tüketim toplumunun güzel bir örneği. Tüketim toplumu yiyeceğini basite indirgeyip tüketiyor. neyse konumuza dönecek olursak, iskender güzel bir nimettir fakat abartmaya gerek yok. Anadolu'da ki bir çok şehrin yüzyıllardır gelişerek devam eden yemek kültürü iskender'in yanında harikulade kalır. Aksine iddia edenlerin ben de tüketim toplumunun bir parçası olduklarını iddia edeceğim. Hatta etmiyorum öyleler.
1-) Mhp devlet bahçeli'nin tekelinde bir partidir. parti içi demokrasi filan zerrece yoktur. devlet bahçeli ölene kadar büyük ihtimal partisinin liderliğini bırakmayacaktır. O yüzden partiye ismini vermesi güzel olur.
2-) Mhp Türkiye Cumhuriyeti devletinin doğru yanlış her yaptığını destekleyen "devletçi" bir partidir. varlığı bizatihi devletin politikalarının sonucu olduğu için devlete karşı vefalıdır ve sözünden çıkmaz. Devlet işine gelen yerde onu kullanır işine gelen yerde görmezden gelir Mhp'nin de buna sesi çıkmaz. devlet mi millet mi diye bir tercihe mhp'yi mecbur bırakırsanız o gider devleti seçer. ayrıca devleti yönetmeye hak kazanan partiler yanında bonus olarak bazen mhp'yi de alabilir. Bunun örnekleri yıllardır olmaktadır. Bu yüzden mhp'ye bu isim de verilebilir.
bütün olumsuzluklara rağmen yine de cazibesini gözümde kaybetmeyen, kalabalık, bol olaylı, bol ideolojik, tarihî, insanı bazen dumura uğratacak bürokratik saçmalıkların yuvası güzide üniversitemiz.
Kazananlara başarılar dilerim.
Not: Beyazıt ve Laleli civarındaki bölümleri kazanan kimselere kayıt döneminde yardımcı olabilirim. Özellikle şehir dışından kazanıp gelen dostları misafir edebilirim. mesaj kutumu yeşillendirebilirsiniz.
sözel bölümden mezun olmuş biri olarak zamanında şöyle bir muhabbet yaşamıştım:
-'temliha' nereyi kazandın?
+boğaziçi edebiyat.
-hadi ya. Tıp niye yazmadın?
+hı? ben sözelciyim abi. Hem tıp yok orada.
-hukuk filan.
+yok abi.
-allah yardımcın olsun.
durum bundan ibaret. Üniversiteye hazırlanan "bölümdaş" güzel kardeşlerime buradan sesleniyorum: sözelci olduğunuz için sürekli dışlanmayı, iğneleyici laflar yemeyi, küçümsenmeyi göze alın. Bu sizin öyle olduğunuzu katiyen göstermez. eğer para kazanma meraklısı biriyseniz (böyle insanlara saygı duyarım) araştırın, edin, biraz sosyal olmakla bir yuva geçindirecek bir iş bulursunuz. Elinize bir diploma da alırsınız. Para ikinci planda ise de: atamaları, iş imkanlarını düşünmeyip, kendinize güveniyorsanız istediğinizi yazın. Fakat şunu unutmayın: günümüzde türkiye'deki üniversitelerin-özellikle devlet üniversiteleri- tek gayesi geçim derdini Erteleme endeksli bir devlet politikasına dayandığından, her türlü ilmi hayal kırıklığına kapılarınızı, zihninizi açınız. Aradığınız bilgi ve para üniversitede değil Kendi cehd ve gayretinizdedir.
Yan odadaki ev arkadaşım bu sene gitar aldı. Yaklaşık 6 aydır çoğu akşam onun gitar çalışını dinliyorum. bu 6 aylık dönemde gitardan ve müzikten soğumuş bulunuyorum. Kendisi şu anda da sürekli aynı notaları tıngırdatarak (adını unuttum bu terimin mazur görün) şarkı söylediğini zannediyor. aslında defalarca kapısına gidip sinirli bir surat ifadesi ile rahatsızlığımı beyan ettim ama beni dinlemiyor. Bu özgürlük ne menem bir halt anlamadım. Adam kendi özgürlüğü için benim başımı şişiriyor. bazen tepki olarak gecenin bir yarısı konuşup ben de onu rahatsız edeyim diye denedim ama adamın sürekli kulağında kocaman kulaklıkla müzik dinleyerek uyuduğunu farkedince kendi boş boş konuşmamla kaldım. Dertliyim sözlük. Yine gitar çaldığını zannediyor. Gidip çaldığının aylardır bir b*ka benzemediğini söylesem mi?
zalimin ve mazlumun dini, dili, rengi, ırkı kısaca Kimliği farketmez! insanlar "şundan bundan" diye değil; "iyi kötü" diye ayrılırlar. Yani zalim ve mazlum.
insan hayvan değildir. Bu akıl bize bahşedilmişse, iletişim kudreti, beyin, zeka ve en başta bu vicdan bahşedilmişse bunlar acı çeken insanları duyalım, derdini paylaşalım, tepki gösterelim ya da hiç olmazsa buğz edelim diyedir.
Filistin'de israil tarafından tarafından zulme uğrayan insan,
ırak'ta suriye'de işıd denen terör örgütü tarafından öldürülen insan,
Güneydoğu'da şurada burada pkk tarafından baskılara zulme maruz kalan insan,
afrika'da boko haram tarafından kaçırılıp tecavüz edilen masum kadınlar kızlar,
doğu türkistan'da arakan'da özgürlükleri ellerinden alınıp eziyetler çektirilen insanlar,
amerika'nın avrupa'nın "demokrasi götürme" harekatlarında inim inim inleyen insanlar,
Kendi devletimiz tarafından mağdur edilmiş, mazlum insanlar,
Darbelerle, baskılarla, şiddetle, kutuplaştırmayla ölen ve ölmekten beter olan gencecik insanlar, aileleri...
Evet bunlar umurumuzda olmak zorundadır. "bize ne filistin'den" demek "bana gelip istediğinizi yapın" demekten farksızdır. Zulme kayıtsız kalalım demek... yazık.
Ayetle sabittir: "...her kim bir nefsi bir nefis mukabili veya yer yüzünde bir fesadı olmaksızın öldürürse sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur, kim de birisinin hayatını kurtarırsa bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur..."(mâide-32)
Geçen sonbahar mevsiminde bir akşam bir yerde işim vardı. işimi hallettikten sonra buradaki(osmanbey) caddelerin birinden eve doğru gidiyordum. Saat gece yarısını çoktan geçtiğinden otobüse veya metroya binemedim. hava güzel olduğundan taksiye de binmeyip yürümeyi tercih ettim. tam yolu yarılamıştım ki bir tane sağ kaldırımda bir tane de sol kaldırımda "travesti" beklediğini farkettim. niyetim başımı öne eğip hızlıca yolumdan devam etmekti. Neyse adımlarımı hızlandırdım, tam yanına yaklaşmışken kalın bir ses tonuyla:
-beyfendi ateşiniz var mıı?
Diye seslendi. ateşim olmasına rağmen soruyu duymamazlıktan gelip hiç istifimi bozmadan devam ettim. Bunun sebebi korkaklık ve çekingenlik olsa gerek. Tam hizasına gelince soruyu tekrarladı bu sefer "yok" deyip biraz daha hızlandım. Arkamdan "beyfendi beyfendii" diye o kalın sesiyle bağrırken ben kendimi kemal sunal gibi postacı yarışında zannedip koşar gibi yürümeye başlamıştım.
Oradan uzaklaşınca da gözlerim doldu. Daha sonra defalarca bu insanların yanından geçtikten sonra ağladım, ağlayasım geldi... onların hallerine acıdım. Bu muhitte bunu yapan çok fazla insan var. Tarlabaşından şişli'ye kadar her gün bir sürü bu insanlardan görüyorum. Kimbilir ne hikayeleri vardır? Kimbilir nasıl zorluk yaşıyorlar ki kendilerini bu kadar kaybetmişçe bu işe atıyorlar. bazen midem bulanıyor ama ekseriyetle üzülüyorum. Allah yardım etsin...
Marmaray'ı kullanan topluluğun çoğu zaten önceden de toplu taşıma araçlarını kullanan kimselerdi. Öğrenciler, işçiler, memurlar... marmaray ile birlikte trafiği azalan eminönü, kadıköy ve üsküdar vapur iskelelerinden başka neresi olmuştur merak ediyorum?
aylar sonra belki değişmiştir umuduyla heyecanla tekrar gelmiştim. Fakat görünen o ki umduğumun zıddına bir değişim gerçekleşmiş. Gerçekten çok yazık. Kendimi çoğu zaman boş, bomboş bir insan olarak görüyorum fakat sözlüğün sol framesine ve yeni girilen entrylerin çoğuna bakınca hâlime şükredesim geliyor. Küfür ve saygısızlığın bu kadar ileri götürülüşünü anlayamıyorum. Bu kadar pis bir ortamı temizlemeyen sorumluları da (varsa tabi) anlayamıyorum. Onlara da acıyorum. uludağ sözlük artık tiksinti veren bir noktadadır...
Buradan "gerçek yazar" arkadaşlara sesleniyorum: eğer kaliteli saygın bir ortam varsa lütfen bunu daha çok duyurunuz. Niceliğin zerre önemi yok nitelik iyi olursa yeterlidir. Ne yazık ki bu mecra ölmüş durumda. Birisi gelip bu cenazeyi kaldırıp atacaktır. Yazma dürtümüzü harekete geçirebileceğimiz, bize bir şeyler katacak mekan tavsiyelerinize açığım...
bazı şeyleri gerçekten anlamakta zorlanıyorum. Abraham Lincoln'un köleliği kaldırmayı seçimlerde vaat etmesinden sonra ekonomik olarak gerileyebilecek, ekonomisi tarıma dayanan güney eyaletleri birleşip, lincoln başkan seçildikten sonra isyan ediyor. 150 sene önce amerikada köleliğin kaldırılmasını istemeyen eyaletlerin birleşip konfedarasyon oluşturarak kuzeyle savaşa girmesi akıl alır şey değil. Lincoln yalnızca güneydeki konfedarasyon ile mücadele etmiyor. cumhuriyetçilerin içindeki bazı isimler ve muhalif demokratlarla köleliğin kaldırılması için mücade ediyor. Ha bence alttan alta karısı ile de oğluna karşı tutumu üzerinden özgürlüğe dair bir mücadelesi var.
sona doğru lincoln'un karısıyla paylaştığı kudüs'e gitme arzusu samimi bir söz mü, bir eleştiri mi yoksa emperyalist zihniyetin lincoln'un sözlerine yansıması mı pek karar veremedim. Aslında filmi izlememiş olsam doğrudan 'emperyalist zihniyet' cevabını verirdim; ama lincoln'ü sadece bu film ile tanıyan biri olarak emperyalist birisi olarak yargılamam henüz yanlış. Hem zaten lincoln emperyalist değil demokratik ve gayet özgürlükçü birisi olarak gösteriliyor. Demokrat demişken 150 sene sonra bir siyahın(obama) 150 sene önce köleliği şiddetle savunan demokrat partiden başkan adayı olarak çıkmış olması ve başkan seçilmesi hayatın bir cilvesi olsa gerek.
Daniel day- lewis'in oyunculuğu gerçekten güzel. lincoln görmüşlüğüm yok ama uzun boylu olduğunu bildiğimizden kendine has bir yürüyüşü olduğunu tahayyül etmişimdir. Daniel Day Lewis ise bunu bence başarmış. Yürüyüşü veya eğilince oluşan kamburu ona başkan edası veriyor. Tabi o zamanlar başkanın hayatı öyle miydi bilmiyorum ama bana biraz basit gibi geldi. Yani protokol ve formalitelere acaba bilerek mi değinmediler yoksa özgürlükçü ayağına bazı şeyleri görmezden mi geldiler bilmiyorum.
13. Maddenin oylamasından önce başkan ve diğerleri tartışırken başkan şöyle diyor:
-dünya sahnesinin üstüne adım attık artık. Şimdi şimdi! insan saygınlığının kaderi şimdi bizim ellerimizde!
Bakın benim bu laflardan anladığım şudur: Evet kararlı bir başkan var ama köleliği kaldırmak istemesinin sebebi çıkarlar. Büyük resimde abd'nin yükselişi için küçük resimde de savaşı bitirmek için. yani ben şunu merak ediyorum: abd o zaman iç savaş yapmasaydı ve süper güç olsaydı aynı zamanda da kölelik olsaydı onu kaldırır mıydı? Sanmıyorum. Lincoln'ün böyle bir niyeti var mıydı bilmiyorum ama filmi yapanların iliklerine kadar pragmatizm- kapitalizm- emperyalizm işlediğinden kendini gizleyemiyor. yani kölelik işimize yarıyorsa çıkarlarımıza hizmet ediyorsa iyidir; bize zarar veriyorsa/ verecekse kötüdür . O çağda da kölelik devlete yarar sağlamadığından pragmatizmin gereği kaldırıldı. Bizde bunu yuttuk! Zaten pragmatizme kökten bağlılar tanrı'ya bile çıkar için inanıp inanmadığını beyan ederler.
bundan önce de kazak yönetmenin vampir avcısı abraham lincoln filmini izlemiştim. O ise bambaşka bir Suçu başkasına yıkma ve algı düzeltme senaryosundan ibaret. biraz internetten baktım da adamlar iç savaşla alakalı hemen hemen her sene bir şeyler çekiyorlar. Yani en azından tarihlerine sahip çıkmaları bizim gibi hamasette kalmıyor.ha pardon bizim de 'diriliş'imiz 'filinta'mız var. öyle ki reis-i cumhur hazretlerimiz mini minnacık saraycığında (!) diriliş film müziği ile konuklarını karşılıyor. işte büyük türkiye, işte yeni türkiye(!)...