yapılan açıklamaya göre yüz yüze eğitim yazın da yapılmayacak, sınavlar online şekilde veya yüz yüze ortam gerektirmeyecek başka bir şekilde (ör: ödev) yapılacak.
philipe değil doğrusu philippe olacak olan başlık.1906 yılında doğmuş, babasını öldürdüğü şüphesiyle 4 yıl hapis yatıp ardından amerikaya gelmiş fotoğraf sanatçısı. burada fotoğrafla tanışan halsman sürrealizm akımından oldukça etkilenmiş. böylece beraber uzun bir macera yaşayacakları dünyaca ünlü ressam salvador dali ile tanışmış. dali ile beraber birçok projeye imza atmışlar. zamanla olduçka ünlenen halsman bütün sanatçıların birlikte çalışmak isteyeceği biri haline gelmiş. fotoğrafını çektiği herkesten zıplamasını istediği zıplama, yani 'jumpology' projesini hayata geçirmiş. ingiliz kraliyet ailesinden tutun da hollywood yıldızlarına, amerika başkanına kadar birçok ünlüyle bu projede çalışmış. einstein ın meşhur asık suratlı fotoğrafını da yine zamanında halsman çekmiş. 1958 yılında yüzyılın en değerli 10 fotoğrafcısı listesine girmiş. halsmana göre sıradışılığı yakalamanın 3 yolu vardır. 1.alışılmamış teknikler denemek, 2.fotoğrafa alışılmamış objeler, özellikler eklemek, 3.bilinen kavramları yok etmek.
freud le birlikte büyük bir adımı atılmıştır bunun. freud ruhsal yapının ogelerini yapısal kuram(ruhsal yapı) ve topografik kuram (katmanlı bir yerlesim söz konusudur) olarak ikiye ayırmıştır. yapısal kuram kendi içinde id, ego ve superego olarak ayrılır. topografik kuram da kendi içinde bilinç, bilinçaltı ve bilinçdışı olarak ayrılır. bir buzdağı üzerinden örneklendirecek olursak buzdağının görünen yüzü bilinci , denizin hemen altındaki kısmı bilinçaltını, geri kalan dipteki büyük kısmı ise bilinçdışını temsil eder. buna göre bilinçaltı, kişinin belirli bir anda bilincinde ayırt edemediği birçok düşünce ve anıdan bilinçli bir çaba ile bilinç düzeyine cagrilabilenlerdir.
halide edip adıvar'ın romanı. bu ismi aslında yakup kadri karaosmanoğlu kendi romanında kullanacakken halide edip iyimser bir şekilde''sizin ateşten gömleği taşıyanlar benimkilerle aynı ateşten gömlek değil'' diyerek kullanmıştır. kurtuluş savaşı zamanında geçen roman peyami efendi adlı karakterin hikayesini anlatmaktadır. bir kurtuluş savaşı romanı olarak nam salsa da daha çok bir aşk romanı olduğunu düşünüyorum.
robert eggersin yönetmenligini yaptığı ikinci film. bu gidişle ileride adından daha da söz ettireceği şüphesiz. film günümüz sinemasında cesaret isteyen bir işe imza atarak sinema ekraninda kare bir görüntü olusturacak formatta siyah beyaz olarak çekilmiş ve bence bu tercihle çok doğru bir iş yapılmış. zira bu şekilde filmin içine çok daha iyi bir şekilde girebiliyorsunuz. filmde sadece iki adet karakter var. birisi deniz fenerinin kaptanı diğeri de onun yardımcısı. bu iki karakterin küçük bir ada üzerinde baş başa aylarca kalislarini konu ediyor film. bu iki karakterin nasıl günden güne kafayı yiyislerini çok doğal ve etkileyici bir üslupla anlatmayi başarmış yönetmen. koca bir neslin kafasında alacakaranlıkla edward olarak yer etmis robert pattinson ve örümcek adamın yeşil cini william dafoe'nun oyunculuklarinin şaheser niteliğinde olması da anlaşılan yönetmenin işini kolaylastirmis.( robert pattinson uzun zamandır yakasina yapışan alacakaranlık karakterinden kurtulmaya çalışıyordu zaten. bu filmde oynamayi secmesinin en büyük sebeplerinden biri de bu sahsimca)
genel olarak iki erkek arasindaki bir iktidar mücadelesini izlesek de bunun ötesinde bir alana da el atıyor. erkekliklerine dair ne kadar toksik unsur varsa, kah gaz çıkarmak, kah mastürbasyon yapıp sağa sola boşalmak, kah sarhoş olup kusmak, kah böğüre böğüre nutuklar atmak suretiyle yaşadıkları alana/birbirlerine boca eden iki karakterin en büyük derdi bir noktadan sonra feneri ele geçirmek oluyor.
filmin sonunda kafanızda cozulmeyi bekleyen soru işaretleri oluyor. yani film her şeyi bastan sona tüm cevaplariyla anlatmıyor, izleyicinin kendi yorumuna bırakıyor....
"aldanmak yaptığımız her işte şaşmaz yazgısı hepimizin. her sabah parlak işler tasarlar gün boyu budalalık ederim." voltaire
"vicdan güçlüleri korkutmak için düşünülmüş korkakların kullandığı bir sözcükten başka bir şey değildir. bizim vicdanımız güçlü kollarımız, kılıçlarsa yasalarimizdir" shakespeare
"yardımseverlik aç bir köpeğin önüne kemik atmak değildir. en az köpek kadar aç olduğunda kemiğini onunla paylaşmaktır" jack london
"cehenneme giden yollar iyi niyet taşlarıyla döşelidir" karl marx
nuri bilge ceylan ın sanki bir felsefe kitabı okuyormuşcasına izleyeceğiniz diyaloğu bol olan filmi. nasıl romanlar olay ve durum romanı olarak ayrılıyorsa bence filmlerde de böyle bir ayrım yapabiliriz. nuri bilge ceylan ın bu filmi ise diğer filmlerinde olduğu gibi durum filmine iyi bir örnek. nuri bilge ceylan'a has gerçekçi anadolu karakteri tiplemesinin yanında bu filmde aydın kesime ait tiplemelerini de gayet gerçekçi bir şekilde şahit oluyoruz. bunun yanında nuri bilge ceylan filmlerinde alışık olduğumuz diyalogların azlığı bu filmde tam tersine fazla diyaloglarla kendini gösteriyor. anton çehov un hikayelerinden esinlenilmis senaryosu ve schubertli fon müziğiyle film sizlere ayrı bir estetik zevk veriyor. aldığı altın palmiye ile de başarısını herkeslere ispat ediyor....
yoksa neclanin da dediği gibi gerçekten çözüm kötülüğü alikoymamakta midir? peki ya aydinin dediği gibi sıkılmak lüks bir duygu mudur? ismail için var mıdır onurundan daha önemlisi? peki ya gururunu ayaklarinin altına aldiracak sey nedir hamdiye?
nuri bilge ceylan(nbc)ın cannes film festivali büyük ödülüne layık görülmüş flmi. bastan belirtiyim: filmi izlerken büyük bir olay, yoğun diyaloglar, belli bir sonuç beklemeyin. anadolu'nun bozkırında geçen bir cinayet soruşturması konu alınıyor. ama tabii ki de asıl film bu cinayeti cozumlemede görev alan savcı, emniyet amiri, doktor ve diğer karakterler arasında geçiyor. derinlikle analiz edilmis karakterler olmadiklari halde onların yerine geçiyor onlar gibi düşünüyorsunuz. diyaloğun olmadığı o sahnelerde ıssız bozkırın sesinde onların neler düşündüğünü duyuyorsunuz. nuri bilge ceylan in ayni zamanda fotoğraf sanatçısı olmasından kaynaklanacak olmalı ki bozkırın o samimi ve soğuk duygularının iç içe geçtiği manzarayı gayet güzel bir şekilde yansıtıyor. ayrıca belirtmeliyim ki filmde fon müziği kullanılmıyor. bu durum da bence filmin atmosferine girebilmek için daha uygun olmuş. filmin sonunda olaylar belli bir sonuca bağlanmıyor, belli ki izleyenin yorumuna bırakılıyor. pasif bir izleyen olmanız durumunda bu filmin sizi çok etkilemesini beklemeyin. gerçekten filmi yaşamaya çalışmanız onların yerine kendinizi koymaya çalışmanız durumunda anlam kazanacaktır bu film. izlerken gerçekten bir film değil de gerçek hayatmis gibi hissettiğim bir filmdir diyebilirim bu filmin arkasından. nuri bilge ceylan anadolu insanını gerçekten ustaca analiz etmiş olacak ki figuranini, oyuncusunu, kameramanini her şeyi anadolunun havasını verecek şekilde yönetmeyi başarmıştır.
sinema sanatında özgün bir yer edinmis quentin tarantino nun yazıp yönettiği ikinci filmi. film farklı hikayelelerin farklı zamanlarda birbiriyle kesişmesinden oluşuyor. kabaca 4 farklı hikayeden bahsedebiliriz. 1. hikayemizde vincent ve jules adli iki gangsterin cete başı marsellus wallaceın kendilerine verdiği gorevi düzgünce yerine getirmeye çalışıyor , 2. hikayemiz pumpkin ve jody çiftinin bir hamburgerciyi soymaya calismasindan oluşuyor. 3. hikayemizde marsellus wallace la çalışan boksör butch emirlere karşı gelip şike yapmaktan vazgeçiyor ve olanlar oluyor...4. hikayemizde ise vincent, marsellusun eşi mia ya patronunun gorevlendirmesiyle aksam yemeğinde eşlik ediyor. eşsiz replikleri ve sahneleriyle bir kült haline gelmis bu film en iyi özgün senaryo oscari ve altın palmiye odulleriyle başarısını herkeslere kanıtlamıştır. ana bir olay veya konunun olmamasıyla, karakterlerin yaşadıklarını odağına almış bir film olmasıyla, diyalogların doğallığı ve özgünlüğüyle, doğrusal zaman akışının olmamasıyla tarantinovari türünün tipik bir örneğidir. yazdığı karakter tiplemeleriyle nam salmış tarantino'nun bu filmde de ortaya koyduğu karakterler onlara hayat veren oyuncularin usta oyunculuklariyla birleşince ortaya seyir zevki yüksek, tadı damağınızda kalacak bir şaheser çıkmış.
galiba en çok etkilendiğim nuri bilge ceylan filmi. nuri bilge ceylan ın en çok diyalog içeren filmi. film yazar olmak isteyen sinan etrafında yasananlari anlatıyor. bir otobiyografi filmi tarzında daha çok. nuri bilge ceylan dan bahsettiğime göre sanıyorum ki oyunculuklarin dogalligindan, hikayenin gercekciliginden, filmin sanatından bahsetmeme gerek yok. hepsi fazlasıyla yerinde. beni bu kadar etkileyen bu filmin cannesde herhangi bir ödül alamamasina gercekten aklım ermiyor. neticede film festivalde gosterime girip izlendikten sonra 15 dk boyunca ayakta alkislaniyor, ki bu cannes festivalinde eşine az rastlanır bir olay. sinan'ın babasıyla olan ilişkisi gerçekten derin mesajlar içeriyor. yazar süleyman ile sinan'ın tartışması sinan'ın dusuncelerini daha iyi anlamamamiza olanak sağlıyor(buraya ayrı bir parantez acmak isterim. hatırlarsanız sinan süleyman'a bir kişi için çok önemli olan bir şeyi cok iyi başka bir amaç uğruna sahibi izin vermese de feda eder misiniz gibi bir soru sormuştu. yazarsa birkaç şey dedikten sonra şu çok etkilendiğim cümleyi demişti: "vicdaninla halledebiliyorsan her şey mübahtır". filmin sonuna doğru da sinan babasının çok sevdiği köpeği kendi emelleri uğruna satmıştı...).hele o imamlarla olan uzun diyaloglu sahne belki de film boyunca en etkilendiğim sahne(burda da bir parantez açıp sinan'ın özgür irade sahibi olmakla ilgili söylediği cümleyi buraya yazmak istiyorum: "herkesin harcı değil özgür irade. o yüzden o cesareti gosteremeyenler var olmayı değil kul olmayı secmiyorlar mı?") islamin anadolu insanindaki 2 farklı bakış açısını çok güzel bir şekilde betimliyor. bu filmden sonra artık kesin bir şekilde anladım ki nuri bilge ceylan filmlerinde alışık olduğumuz süper kahramanımsı iyilik meleğimsi kahramanlara hiçbir zaman yer verilmiyor. belki de bu yüzden diğer yönetmenlerin ulaşamadığı bir doğallıkta eser çıkarıyor. her insanın zaaflarinin da iyiliklerinin de kotuluklerinin de olduğunu gerçekçi bir şekilde gözler önüne seriyor. filmin sonunda iki farklı son görüyoruz. birincisinde kaderine razı olmayıp sinan kendini asıyor. ikincisinde ise sinan babasıyla olan mücadelesini sonlandırıp eline kazma küreği alarak babasının kaderini yaşamaya başlıyor. ortak olan sey ise bu iki sahnenin de sinan'ın ruhunun ölümünü temsil etmesi.....
yazımı idris in şu cumleleriyle bitirmek istiyorum: "var mi öyle pat diye hayale ulaşmak. neler yaşadım, ne insanlar tanıdım... çoğunu unutmuş olsam da unutmusun bile bir cazibesi var bence. insan biraz da zamanın içinde süzülmeli. iyi ve kötü anıları birbirine karışıp belirsizlesmeli ve silinip gitmeli!...''
yavuz turgul un yazıp yönettiği, şener şen ve uğur yücel in başrol oynadığı, erkan oğurun müziğini bestelediği klasikleşerek hafızalara yer edinmiş 1996 yapımı türk filmidir. eşkiya (baran) zamanında en yakın arkadaşının eşkiyayı onun sevdiceğini elde edebilmek için polise ihbar ettiği ve bunun üzerine 30 yıl hapis yatan bir adamdır. hapisten çıktıktan sonra ilk işi hem kendini hapse attıran eski dostunu hem de sevdicegini bulmak olan eşkiya istanbula gelir. burada yolları kesişen cumali ile başlarından türlü olaylar geçer. filmin geri kalanını izlemeniz burada okumanızdan emin olun daha iyi olacaktır. peki filmi bu kadar güzel yapan nedir? burada siralamamiz gereken çok şey çıkıyor. öncelikle tiplemeler çok orjinal. cumali klâsik bir sokak delikanlısı. sert duruşlu ama sevmesini biliyor, paylaşmasını biliyor, arkadaşlığı biliyor. ayrı bir samimiyeti var. tatlı sert bir adam. eşkiya ya baktigimizda ilkeleri olan, bu ilkelere sıkı sıkıya bağlı, sözünün eri, sevdiğine sonuna kadar bağlı, insanlara değer veren, saf ve babayiğit bir adamı görüyoruz. ikinci şey ise oyunculuklar. öyle bir oynuyorlar ki şener şenin hafızalarimizda yer edindiği o komedi oyunculuklarına, uğur yücel in aslında o sıralar bir stand up yaptığına aklınız ermiyor. üçüncü şey ise hikayesi. evet tema olarak bir aşk söz konusu fakat hikayeyi işleyiş yönüyle özgün bir yeri var. cumali babasının yolundan gidip hayatın ayakları altında ezilmeye karşı çıkmaya çalışsa da kader onu babasının kaderine mahkûm ediyor. eskiya tövbe etmesine rağmen kader onun da yakasını bırakmıyor ve onu tekrar kendi geçmişini yaşamaya sürüklüyor. bu sefer dağlara değil evlerin çatısına kaçıyor ve bir yıldız daha kayıyor en sonunda gökyüzünden.
bunu da yazmadan geçemeyeceğim ki maalesef filmde göze çarpar bir eksiklik var. aslında bu eksiklik sadece bu filme ait değil. neredeyse o zamanlara ait olan tüm türk filmlerinde mevcut olan ve benim de hayli canımı sıkan bir eksiklik : yabancı sinemanin 1960 lardaki teknolojisi ile filmin çekilmis olmasi. biraz film izlemiş herkes anlar ki gerek kamera hareketleri gerek kurgu zamanına göre acemice yapılmış. görüntü kalitesi de aynı şekilde vasat.***spoiler**** örnek vermek gerekirse cumalinin ölüm sahnesinin oradaki atmosferi iyi yansıtmadığını düşünüyorum. ayni zamanda filmin son sahnesindeki havai fiseklerin sonradan montajla eklendigi çok belli oluyor. kurşun yaralarının 1970 yapmımi türk filmlerinden hiçbir farkı yok****. eğer gereken uğraş verilip böyle sahneler daha doğal ve etkileyici bir şekilde tasarlansaydi emin olun dört dörtlük bir film olmuş olurdu. ve emin olun ki o zaman eski türk sinemasına daha da fazla değer veren bir genç nesile sahip olurduk. tabi bu özellik dahi böyle bir filmi kötü yapamayacaktir, bu filmin türk sinemasindaki yerini böyle sebeplerle görmezden gelmek ahmaklık olur.
(biliyor muydunuz? eskiyanin ve keje(eşkiyanın sevdicegi) yi canlandiran şener şen ve sermin hürmeric o film çekildiği sıra evliydiler.)
***spoiler***yazımı eşkiyanın cumalinin ölürken söylediği o efsane repliği ile bitirmek isitiyorum: " korkma sadece toprağa gideceksin, sonra toprak olacaksın, sonra sularla birlikte bir çiçeğin bedenine yürüyeceksin. oradan özüne ulaşacaksın. çiçek özüne bir arı konacak, belki belki o arı ben olacağım."