uzun vadeli hazine bonoları gibi zaman geçtikçe değer kazanması beklenen, güven, alışkanlık vs. gibi şık laflarla idealize edilen, ancak süresi uzadıkça ruhları törpüleyen ilişki biçimidir. bu ilişki biçiminde kurumsallaşma alametleri, ilişkideki mülkiyet hisselerinin tavan yapmasıyla iyice belirginleşir. uzun vadeli ilişkiler, kısa süreli ilişkilerin aksine "ilişkimizi gözden geçirmemiz lazım, kur artışlarımız beklentinin altına indi, nerede benim niyet mektubum?" gibi temalar üzerinden kurgulanır. yine de statükoculuğu ile doğru orantılı olarak istikrar vaat eden, piyasalarda pardon eş dost arasında saygı gören bir ilişki biçimidir. ana çizgileri itibariyle şablona dönüşmüş kadın erkek ilişkileri çerçevesinde değerlendirilir.
herhangi bir konuda yetenegini ya da deneyimi konusturan bir insani izledikten sonra etrafta havali gorunmek icin soylenilen iddialı cumledir. ne var ki is her zaman o kadar kolay degildir oturdugun yerden konusmak kadar.
misal; cogu insan trt 2 de bob ross amcamizi izledikten sonra pek bir istahlanir. "ne var ki spatulayla biraz kazıyosun, sonra iste biraz krizantem kırmızısı, sonra mutlu bulutlar falan... tamam iste" dedikten sonra ortaya tanımlanamaz bir resmin cikınca yıkılanlar çok olmuştur. toprağı bol olsun bu arada adamcağızın
sunnet olan cocugu kucaginda tutan kisinin toplum nezdinde edindiği statüdür. o gunun en zor isi onundur. igneyi, makasi gorup de "katletmeyin lan cukumu, işerim bak üstünüzeee" diye bagiran cocugu zapt etmek hic kolay degildir. adam vakur ve kararlıdır kirve, prpfesyoneldir. kirve olan kendini süperman sanar o da ayrı bir etkisi sanırım mevzunun.
kime yağmur desem, önce duygular boşalır bardaktan yağarcasına. ince ince yağan 'kar'ı herkes bilmez de, çiseleyip camlara vuran yağmur illaki malümudur herkesin. herkesin sırılsıklam ıslandığı bir yağmurlu gecesi olmuştur.
öyle yağmurlu bir gecede gitmiştir, giden mesela...
ardından bakılıp kalınmıştır ve sıcak gözyaşları soğuk yağmur damlalarına karışmıştır buğulu pencerenin ardından... kimin içinden gelmemiştirki bir yaz yağmurunda yüzünü göğe çevirip saçlarını yağmurda pervane gibi dönerek ıslatmak...
duygularamıza yağsın isteriz, hislerimiz yeşersin diye...
tarlalarımıza yağsın isteriz, aşımız yeşersin diye...
yağmur hayatın iki yüzüdür. mesala severiz yağmuru, ama camların ardından.
bakın yağmurlu gecelerde, bütün evlerin perdeleri çekilmiştir. topyekün bir hüzün hali yaşanır sanki. yağmuru sever gibi severiz birbirimizi de.
yağmuru severiz, ıslanmaktan da korkarız.
aşık olmayı severiz, acı çekmekten de korkarız...
herkesin zihnini karıştıran "neden turk erkegi?" sorusunu cevaplayarak başlayalım. çünkü "doğulu kalamayan batılı olamayan", öyle duygusal kimlik çatışmaları yaşayan bir kültürde, ilişkilerin algılanışındaki çarpıklık diğer dünya erkeklerininkinden farklı hissettirir türk erkeğine terkedilme durumunda.
öncelikli sorun ilişkinin başlama aşamasıdır. genelde kadın güçlü ve kendisini aşkın bir erkek modeliyle topluma karışmak ve böyle bir ilişkinin içinde kendini göstermek ister. erkeğe de bu süreçte kadının izin verdiği bu rolü oynamak ve afedersiniz götünün kalkması kalır.ama bir süre kadın kendi elleriyle verdiği tüm bu hiyerarşik üstünlüğü çekip alınca erkek, "noluyo lan" olmaktan kendini alamaz. nerde yanlış yaptığını düşünüüür, bitti der kadın inanmaaaz, arar arar arar salya sümük falan.
bak aslında olay şu:
lisede okulun en güzel kızlarından birine plotonik aşık olan ve hiç şansı olmadığı düşünülen bir arkadaşımız , üniversite hazırlık yılı geldiğinde kızla aynı dershaneye düştü.kız küstah olduğu kadar da tembelmiş ki sınav listelerinin en altıyla en üstünü bu ikisi çekiyormuş. üstüne kız bir de girdiği ve güzelliğiyle kazanacağını düşündüğü konservatuar sınavlarını başaramayınca arkadaş bunu o dönemki zaaflarından yararlanıp kendine bağlamıştı. bağlamak ki ne bağlamak.
semti şarkı konseptine uydurmak için bakkal esnafının giriştiği promosyon.
-selam... 100 gram japon çekirdeği, bir de tatlı huzur almaya geldim var mı? hahaahaa
-var.
-tatlı huzur?
-evet... yaklaş hele... (adamı yakalar) oğlum ali, git diğer esnaflara de ki: "bizim dükkana bir tane daha komik düştü, dövmek isteyen varsa gelsin"
-abi sen yanlış anladın ben şaka ols...
-sus lan (çotaaa)
bir sığınma evi araması ; ruhunu depresyonlardan alıkoyma girişimidir kişinin... gelgelelim aranan kişiyle "ilişki" denilen sozcuğun içini doldurmaya yetecek bir şey yaşanıp yaşanmadığı önemli bir parametredir ; zira böyle bir ilişkiyse (aranan&dönülen kişi ile ciddiye alınıcak bir şeyler yaşanmış ise) bu arayış&dönüş elbette olumsuz yanıtlanacaktır ; tek bir ihtimal dışında , o da aynı hissiyatta değilse... eğer bu tip ortak-empatik bir durum varsa buluşulup , terkolunan yeni-eski sevgililere küfür edilip , vazgeçilmişliğin psikolojisinden el birliği ile kurtulunup , gece sevişilip ertesi gün ağlanabilir... hayırlısı...
ütopya.
fiziksel şiddetten arındrılımışı evet var belki elimizde.
peki ya sözlü, duygusal, baskısal, eleştirel, şusal, busal olan şiddet.
kızdığımızda, y ada daha kötüsü, kırıldığımızda, yani karşımızdakinin canını da bizimkini yaktığı kadar yakmak istediğimizde hani, sıralayıveriyoruz ya lafları arka arkaya, ağzımızdan çıkanı duymuyor ya hani kulağımız, bazen o çok sevdiğimize bile...
iş hayatında, üst-ast ilişkilerinde, kompleksler konuşuyor ya hani.
inançlarımızda, olduğumuza karşı, olmamız gereken, masanın altından tekmeler atılmak suretiyle kaş-göz yapılarak, tınmazsak ayıplanarak, o da yetmezse aşşağılanmaya çalışılarak, hatırlatılıyor ya hani.
biri, düşeceği komik durumları hesaba katmadan, yaşadıklarınızı, o'na açtığınız kalbinizi, duygusallıklarınızı, sevginizi size karşı kullanmaya kalktığında hani.
en sevdiğimiz arkadaşımıza, can dostumuza bile haksızlık ettiğimizde hani.
ailelerimizin beklentilerini veremediğimizde, ideal anne, beklentileri karşılayan çocuk, süper abla/abi olamadığımızda hani.
komplekslerimiz, adaletsizliğimiz, unutulmak istemeyişlerimiz, kendimizi unutturmamak için çırpınışlarımız, hayal kırıklıklarımız, bencilliklerimiz, kolaycılıklarımız.
insanın gittiği her yere kirli bir bavulla peşinden sürükledikleri yani.
bunlar varken hayatta işte hayatta, var mı sahiden öyle steril ilşkiler?
partilerin birleşme akımının sonrasında biresysel birleşmeler de yaşanmaya başlar.kamuoyunun kafasında değişik sorular şekillenmiştir gayrihtiyarı;
nasıl bir birleşme olacaktır ?
birleşme sonrası isimler, nüfus kağıtlarının renkleri değişecek midir?
amblem ne olacaktır?
üçüncü bir isim olarak yaşar kurt düşünülemez mi?
boşunadır dostum, nafiledir.
sen o papatyayı yolmayı bırak, köküyle yesen de seni sevip sevmediğini anlayamazsın...git sor ulan ne uğraşıyosun sapla samanla
bir umuttur yaşatan insanı söyleminin güzel örneğidir..
-ama ama amaaa ben yaniyoruuum. nasil olur ?
--af buyur ?
-oysa bir kutu ateş düşürücü içtim az önce...
--^^!!!^^^
-hasss.trrr, doğum kontrol hapi getirmişim yaaa, hakretsin yaaaa !
--mal !!
iliklerine kadar sevilen şahsın terk-i diyar eylemesi yahut sizin aynı fiili uygulamnız neticesinde kurulabilecek cümledir. aslolan cümlenin barındırdığı mananın gerçek olmasıdır, kuru kuruya kurulmadıysa cümle aşkolsundur.
suriye kraliçesinin * ardından hollanda kraliçesi beatris in ülkemize yaptığı ziyaret ve maruz kaldığı sevgi seli neticesinde akıllara düşen cümledir...
nedir bu kraliçe severliğimiz anlamış değilim. memleketinden daha el üstünde tutulurlar bizim ülkemizde, onurlarına davetler verilir, geziler düzenlenilir, kalabalıkların tezahuratları hiç eksik olmaz.
en vurucu ritüel de ilkokul çocuklarının ellerine bayrak tutuşturup "hadi ablanızın bacaklarına sarılın sevdirin kendinizi" temalı karşılamadır.köylüler peynir ekmek verir, kimisi evine yemeğe çağırır, kimisi yakalar öper...o derece benimseriz.
nedendir bu sempati, katerinalar için ülke fethetmeyen atalarımızın genlerinden mi yadigardır bize...
not; yabancıların "ana arı" dedikleri arıyı bile "kraliçe arı" yapmışız.
ilahi adaletin tecelli ettiği insanlardır diyeceğim olmıyacak, neme lazım beddua alırız biz de şişeriz sonra..."ama neden bazıları kilolular" derseniz metebolizmayla da illgilidir bazen.
vücutta iki tip yağ dokusu bulunur, bir tanesi bildiğimiz yağ dokusudur; karında kalçada vs bulunur, alınan kalorinin bir kısmını ısıya bir kısmını da ihtiyaca göre kullanılmak üzere atpye çevirir, kullanılmayan kısmı ise vücutta yağ olarak depolanır. diğeri kahverengi yağ dokusudur, sırtta vb bulunur , bu dokuda alınan kaloriler vücut tarafından kullanılacak atp enerji tipi yerine tamamen ısıya çevrilir (bebeklerde daha fazla bulunur bu doku, bu yüzden bebekleri kat kat giydirmek gereksizdir); böylece enerjinin harcanmayan kısmının depolanması önlenmiş olur. bazı insanlarda kahverengi yağ dokusu normalden fazla bulunur, bu insanlar "yiyip yiyip şişmanlamayan" kişileri oluşturup "su içse yarayan" insanları sinir ederler.
satrün ile dünya arasındaki mukayese neticesinde satrüne sokulan laftır...
neptün; şu dünya ne güzel bir gezen yaa...
satrün; dunya delikanli olsaydi yuvarlak olmazdi !!!
neptün; fakat şunu da unutma delikanli gezegen halkali olmaz.
satrün; topsun olum, yuvarlaksın...aha böylesin sen de...
insanların halılarla seviştiği bir reklama sahip halı markası...
vitrindeki cansız mankenlere, kiraladığı atlara tecavüz eden insanlarız ne de olsa...bi halılar kalmıştı, işte erdik muradımıza...
yalan haber sonrasında, testisi alınan çocuğun babasının şiir yoluyla uğur dündar a bu yaptığı için selam etmesidir !
şiir de şöyledir işte;
BiZDEN SELAM OLSUN DÜNDAR'A
Bizden selam olsun Uğur Dündar'a
Olayları abartmadan yazmalı
Kayığa binip de atmasın nara
Dalgaları baratmadan
yazmalı
Röportaj yapıp açık sözlüce
Yazısını yayınlayıp hızlıca
Saman altı su salıp da gizlice
Niyetini debertmeden (açığa vurmadan) yazmalı
Hipokrat yemini vardır
doktorun
Hakikate tabi olmalı yorum
Kılıflı kılıfsız olmaz mı sorun
Yalanını zıbartmadan yazmalı
Hakikat kabuldür olsa da acı
Sineme değse de en keskin ucu
Birileri giyerken şöhreti tacı
Onuruma dert etmeden yazmalı..
yeni yıl arifesinde, "süt istiyorum" sloganıyla beğeni toplayan çocuğa "nasilsa tuttu bir de türkü söylettirelim olsun bitsin" denlerek önümüze gelen salak bir melodiye sahip yeni yıl reklamının başı çektiği reklamlardır. kusturmaktaktadır, mide ağrısı yaratmaktadır.
erkeklerin büyük bölümüne göre kendileri, kadınların çoğuna göre de erkeklerdir. acaba gerçekten de öyle midir?
bu yaklaşımın, teorik kökeni aristoteles denilen ademoğluna dayanır. aristoteles, felsefeye yaptığı kimi önemli katkılar yüzünden takdir edilse dahi, akla gelebilecek her konu ve alanda (tıp, biyoloji, siyaset vs...) yaptığı ipe sapa gelmez yorumlar yüzünden, günümüzde bilim dünyası tarafından müstehzi bir sırıtışla anılır.
aristoteles öyle çok konuda öyle çok şey yazmış ve saçmalamıştır ki, yazdıklarının hiç değilse bir bölümünün doğru olması kaçınılmazdır. misal, büyük boşboğaz, 21 yaşına gelmemiş bir kadın ve erkeğin zinhar sağlıklı çocuk meydana getiremeyeceğini buyurmuş, bizi güldürmüştür. erkeğin cinsel olarak baskın taraf olduğunu vurgulayan, kadını bir tür tarla gibi niteleyen aristoteles'dir. sokrates ve platon'un aksine şiddetli bir kadın düşmanıydı bu amcamız. buradan hareketle cinsel ilişkiye bildik maşist, ilkel ve seksist yaklaşımlarıyla, becermek, düzmek, sikmek vs. isimler veren ataerkil kültüre göre kadın ikincil, güçsüz, zayıf bir yaratıktır. ucube ataerki, insan dışındaki tüm hayvanlarda, erkek cinsinin damızlık olmak dışında bir işlevi olmadığını bile görmezden gelerek, bu irrasyonel ideolojiyi insanlığa dayatır. neyse efendim, iki tarafın da isteği ile girilen cinsel ilişkide beceren-becerilen diye bir şey yoktur. alma ve verme her iki cins için de geçerli olan bir etkileşim biçiminde cereyan eder. fakat becermek fiilinin amiyane söylenişini lugatımızdan çıkaramıyor isek, zannımca şöyle anlamlar yüklemek daha mantıklıdır. becermek, birini isteyerek üzmek, manevi olarak tecavüz etmek, mecazen bilerek canını acıtmak anlamlarında kullanıldığında her iki cinsiyet de bu cürümleri işlemeye muktedirdir. ezcümle kimse kimseyi becermesin, üzmesin, kırmasın şu üç günlük dünyada diyor ve esenlikler diliyoruz.
basitçe duygusal bağ kurma korkusudur. bu korkuyu taşıyan kimselerde, bağ kurulanla olan ilişkinin herhangi bir nedenle sekteye uğrayabileceği endişesi hakimdir. genellikle bu olgu, sadece ikili kadın-erkek ilişkilerine indirgense de aslında çok daha geniş bir çerçevede zuhur edebilir. insan, yaşadığı ülkeyle, kentle hatta mahalleyle, evinde beslediği hayvanla ve elbette dostlarıyla da derin duygusal bağlar kurabilen bir yaratıktır. bu korkunun temelinde, kişinin sevdiği şeylerden kopma, sevdiklerini kaybetme ihtimali üzerine kurduğu senaryolar yatar. fakat kişinin geçmişinde ekseriyetle bu korkuyu tetikleyen bazen de özgüven yitimine neden olan(sevdiklerini kaybetmek, terkedilmek vb.) travmatik bir olay yatmaktadır.
sözkonusu korku, kişinin hayatının gidişatına spesifik olarak da kurduğu ilişkilere, ilişki biçimlerine yön vermekteyse bunun hastalıklı bir durum olduğunu düşünmek yersiz değildir. yine de bu korku son kertede insanidir. zira yarın başına neyin geleceğini bilmemek, geleceğin netameli belirsizliğine mahkum olmak fanilerin yazgısının bir parçasıdır ve insan istese de istemese de bu gerçekle yaşamak zorundadır.
herkes bu dokunaklı gerçekle kendi hayatında farklı biçimlerde yüzleşmektedir. kimleri sırf duygusal bağların, özgür ruhlarına pranga vuracağını düşündüğü için korkar. her ne kadar bağlanma korkusunu negatif biçimde dışa vuranların, aslında duygusallıktan uzak kimseler olduğu sanılsa da bu kimseler genellikle duygularını uçlarda yaşayan, hassasiyetleri tavanda olanlardır.
bağlanma korkusunu bir fobi gibi taşıyan insanların aslında bir anlamda muhafazakar oldukları söylenebilir. kendi dünyalarında ne başkasına, ne de kendi inisiyatifleri dışında gerçekleşebilecek bir değişikliğe tahammülleri yoktur. ruhları her daim huzursuz ve göçebedir ama aynı zamanda aidiyet duygusuna, evcilliğe teslim olmuş kimselerin asla erişemeyeceği bir bilgelikle taçlanan da onlardır. hayatın bu yaman çelişkisini kimse onlardan daha iyi sezemez.
ahmet şahin in köşe yazısının başlığıdır. yazı da şöyledir...
Bazı gazetelerde, deniz otobüslerinde ibadet için ayrılan küçük mescitlerde kılınan namazlar konusunda suç duyurusunda bulunur gibi haberler yayınlandı. Sanki işlenmiş bir suçu ihbar eder gibi heyecanlı ifadelerle 'Deniz otobüslerinde küçük odacıklarda namaz için yer ayrılmış, kıble istikameti de oklarla işaretlenmiş...' denerek, hareket eden vasıtada kıblenin bulunamayacağı yönünde şüpheler meydana getirmeye de çalışıldı...
Böylece otobüs ve gemi gibi vasıtalarda kılınan namazın kıblesi bulunamayacağı yönünde imalarda da bulunuldu...
Önce bir hususa işarette bulunmak isterim. Yolcuların, daha doğrusu tüm Müslümanların kıblesiyle, namazıyla oynamamak gerekir. Çünkü kıble bizim hayatımızda çok köklü ve geniş yeri işgal eder. Kimse bizi kıblemizi bulma konusunda şüpheye düşüremez, kıblesiz namazsız yolculuğa mecbur bırakamaz. Müslümanların hayatlarının her anında, seferde ve hazarda hem kıble vardır, hem de ibadet... Kıbleye yönelmeyenlere kimse bir şey demediği gibi hayatlarını kıblesiz yaşamak istemeyenlere de kimse bir itirazda bulunmamalı, sebepsiz yere bir şüphe ve gerginlik getirmeye çalışmamalıdır...
Müslümanlar ibadetlerinde Mescid-i Haram'a yönelirler. Çünkü Mekke'deki Mescid-i Haram Müslümanların kıblesini temsil ederken, Mescid-i Haram'ın içindeki Kabe de kıblenin kalbini temsil eder. Bizler hem ibadetlerimizde hem de diğer bütün hayırlı işlerimizde hep bu kıble tarafına yöneliriz. Yani kıble istikametli bir hayat yaşarız. Nitekim kurbanımızı kıbleye yönelerek kestiğimiz gibi en sonunda mezarımızı da kıbleye yönelik olarak açar, orada kıble istikametli yatarız... Yani hayatımız da ölümümüz de kıble istikametli geçer.
Kıble anlayışımız deniz otobüsünde bulunamayacak kadar kısa ve dar değildir.
Kıble, Kabe'nin hem altına aşağı inen, hem de üstüne yukarı yükselen bir uzunluğa sahip olduğundan yerin dibine aşağı inen de, göklerin üstüne yukarı yükselen de önünde kıbleyi rahatça bulabilir. Alt-üst derinliği böylesine sonsuz olan kıblenin sağına soluna doğuru da kırk beş derecelik bir genişliği de vardır. Yani kıble bir küçük nokta değildir. Sağına soluna kırk beşer derecelik genişlikte ve yerin altına aşağı, üstüne yukarı uzunlukta bir yöndür. Kur'an'ın ifadesiyle, Mescid-i Haram yönü..
Kıblenin bu kadar derinlik ve genişliğinden dolayıdır ki, bazı evlerde, camilerde, vasıtalarda kıble tartışmasına gerek kalmaz. Bilinen kıble tarafına doğru yönelmek yeterli sayılır, kıblenin zıddına bilgi yoksa kıbleye şüphe ile bakmaya gerek yoktur. Ancak kıblesi hiç bilinmeyen yerlerde sorularak namaza durulur, isabet etmediği sonradan anlaşılsa bile namaz yeniden kılınmaya gerek olmaz. Çünkü sorularak kılınan namaz iadeye gerek kalmaz. Çünkü kıble bilinmediği yerde verilen bilgi yanlış da olsa kılınan namaz sahih olur.
Daha doğrusu, Müslüman'ın kıbleye yönelmesi zor değildir.
Bundan dolayı Müslüman'ın hayatı da ölümü de kıble eksenli geçer, kıbleden kopuk bir devresi olmaz.
Ömer bin Abdulaziz'in hocası büyük âlim Said bin Müseyyeb'in kıble anlayışı Müslümanların kıbleyi nasıl algıladıklarına bir örnek teşkil eder. Bir asra yaklaşan ömrünün son dakikalarında yaşarken bir ara gözlerini yumduğunu görenler hemen yatağının iki ucundan tutup kıbleye doğru çevirirler. Bu sırada gözlerini açan Said bin Müseyyeb sorar:
- Ne yapıyorsunuz? Derler ki:
- Yüzünüzü kıbleye döndürmek için yatağınızı kıbleye çevirdik...
Mecalsiz elini yorganının altından çıkarıp boşlukta sallayarak şöyle söylenir:
- Koskoca bir hayatı geride bırakan Said bin Müseyyeb, şimdiye kadar kıbleye yönelik olarak yaşamamış da son anında kıbleye yöneliyorsa yazık olmuş onun kıblesiz geçen koskoca hayatına!..
Demek istiyorum ki lütfen Müslümanların kıblesiyle, namazıyla uğraşmayın. Bizim en hassas olduğumuz noktalarımıza iğneler batırarak sebepsiz yere ülkede gerginlikler meydana getirmeye çalışmayın. Biz hayatımızın her anında kıble istikametli yaşarız. ideolojik maksatlarınız varsa onu başkaları üzerinden sağlamaya yönelin, kutsallarımızın üzerinden gerginlik meydana getirmeye uğraşmayın...