rakamlar dışında huri gerçeği yadsınmamalıdır. kafa bulunacak bir mevzu da değildir aslında. fakat bu konuda bir derdim var ki bir anektodla açıklamadan duramıycam.
birgün cami kahvesinde cuma namazını beklerken muhtemelen artık penisleri sertleşmeyen iki ihtiyar amca arasında şöyle bir diyalog yaşanmıştı;
- muharrem efendi cennette kırk huriyle nasıl başa çıkıcaz biz yav?
- e oğlum allah da sana ona göre bir kuvvet verecek tabi...
düşünsenize sonsuz bir ereksiyon hali içindesiniz. bu amcalar cennete bir varsınlar allah yarattı demeyecekler belli. baya bir plan yapıyorlar. fizibilite çalışmalarına başlamışlar.
onların bu hallerinden resmen tiksindim.
bu adamlar afrodizyak olarak dut pekmezinden medet uman sinirlendiklerinde ellerindeki bastonu erekte bir penis gibi şaha kaldıran amcalardır. kırk sene islamla yaşayıp işin özünü kavrayamamış zavallı ihtiyarlar. bir çınar ağacının altında huri fantezileriyle avunan heyecandan takma dişleri ağızlarından fırlayan moruklar sürüsü.
be güzel amcacığım yetmiş yaşındasın bembeyaz sakallısın gören de bilge biri sanıp feyz almaya gelir. cennette yiyip içip mala vurucaz şeklinde bir algı yaratmak zihniyetinizde bir sakatlığa işaret ediyor. huri dedikleriniz sizin seks köleleriniz değiller. huriler size yarenlik edecek sevgililerdir. bir huzur ikliminde seyretmeye bile doyamayacağınız estetik harikalar olarak tasavvur etsenize. geçim derdi yok. ölüm riski yok. kanser yok. yoksulluk yok. bir çift güzel göz size bakıyor ne kaprisi var ne dırdırı... tatlı tatlı muhabbet ediyorsunuz hayal etsenize! hayır, çok canın çektiyse seviş tabi "hoop bilader!" diyen olmaz. ama huriyi vajinaya indirgersen asabımı bozarsın. hatta bozdunuz bile. porno film atmosferinde grup seks hayali kurmayın lan allah sizi davul etsin! cennete gelmişsiniz hala düzüşme peşindesiniz. nasıl adamlarsınız lan siz?
kara kışta derin dekolteyle gezen yengedir. kerim boğazlı kazakla geziyor yengemiz memeleri havalandırıyor. hayırsever bir vatandaş su tutsun şunun üzerine.
öğrencilik hayatım boyunca tiksindim pazar gününün öğleden sonralarından. bu kadar zalim bir zaman dilimi olabilir mi? hiç tatil günü gibi davranmadılar bana. akreple yelkovan hep yarın sabah erken kalkacağımı fısıldayıp durdular. sırf bu gerilimi yaşamamak için askerde hiç izin kullanmadım. tatilin son gününden kaçmak için hep çalıştım hiç tatil yapmadım. tatil olmazsa son günü de olmaz diye düşündüm. (nası fikir ama?)
tatilin son günü, bayramın son günü, senelik iznin son günü... topunun allah cezasını versin. tatilin son günü eziyetin ilk günüdür. hatta tatilin son gününün taa mna koyiim ben.
iki halk oturmuş bir emperyalistin ağzının içine bakıyoruz ne diyecek diye. acı olan budur.
"aha soykırım dedi!"
"oleey demedi..."
ermeni diasporası bastırıyor. amerika ona bir göz kırpıyor. tasarı temsilciler meclisi dış ilişkiler komisyonuna geliyor. hatta kabul ediliyor. biz fırlıyoruz ayağa. incirlik mincirlik diyoruz sanki bir bok yiyebilecekmişiz gibi. sam amca bize de bir göz kırpıyor "takma kafana kanki hallederiz" manasında.
ermeni lobisi güçlü. amerika'da lobiler elinden tutmazsa başkanlık hayalmiş öyle diyorlar. o yüzden lobiler değerli sözleri muteber. ama şu işe bakın ki türkiye de en iyi silah müşterileri sıralamasında listebaşı. hem de ortadoğu'da bekleyen sadık bir bekçi. diaspora bir taraftan, silah tüccarları bir taraftan bastırıyorlar. ve en sonunda ne şiş yansın ne kebap bir sonuçla kapatıyor perdelerini temsilciler meclisi. her sene aynı suni gündem aynı orta oyunu.
iki halk oturmuş bu deve güreşini seyrediyoruz yıllardır. birbirimize dönüp konuşmayalım diye sahnede maymun oynatıyorlar. her gösteriyi avuçlarımız patlayana kadar alkışlıyoruz.
nihayet gördüğüm rüyaya alıştım.
hayat bağımlılık yapmış bana farkettim.
aynadaki o yüze alıştım. ağaçların şekline, yağmurun ıslaklığına alıştım. otomobillere, binalara, faturalara, senetlere alıştım. sonra insanların gözlerine alıştım. okumayı öğrendim onları. ellerim günaha alıştı, dilim yalanlara. seslere alıştım. kahkahalara, hıçkırıklara, dost kazıklarına, eşek şakalarına alıştım.
alıştım alışmasına da insan olmak zor işmiş arkadaş, anladım. bu arada binlerce kök salmışım dünyaya, korktum.
dedim ya rüyama alıştım. uyanmaktan korkar oldum.
geri dönmek zor gelmeye başladı,
çok fena canım sıkıldı.
o değil de otuzbeşe yolun yarısı diyen cahit sıtkı da uyandı ya rüyasından, hem de kırkaltı yaşında.
biraz da ona canım sıkılıyor.
bu kadınların çoğu problemli, depresif ve acınası düzeyde yalnızdırlar. evlerine misafirliğe gittiğinizde kedilerden kıçınızı koymaya yer bulamazsınız. koltukların arasında, yastıkların arkasında ve kanepelerin altında kediler vardır. önlenemez bir şekilde kedi toplayıcılığı yaparlar. sokakta kendi halinde dolaşan bir kedinin "hişt baksana bi dakka! beni de evine götürsene!" şeklinde seslendiğini sanırlar. böyle sesler duyarlar. yeryüzündeki bütün kedilerden kendilerinin sorumlu oldukları hezeyanıyla yaşarlar. kedilerin birçok insandan daha iyi dost olduklarına inanırlar. insanlardan kaçıp kedilere sığınırlar. çoğu orta yaşın biraz üzerindedirler. yıldırıcı düzeyde aksi ve agresiftirler ve bir o kadar da alıngan. kedilerine onlar birer kediymiş gibi davranmanız onları çileden çıkarır. minnoş, tıntış, pamuk, yumak, kömür ve daha niceleri... hepsiyle tek tek tanıştırırlar sizi. bu hayvan sevgisi değil saplantılı bir ilişkidir.
orta yaşın üzerinde bayan bir yakınınız bir kedi sahibi olduysa ikinci kediyi edinmesine mutlaka engel olmalısınız. çünkü iki kedi asla iki kedi olarak kalmaz.
kibirden mamül bir zırhın içindedir. oysa bir o kadar kırılgandır içeride. kendince pahalı olmalıdır. asla ucuza gitmemelidir.
ama nedendir bilinmez bahtı o kadar güzel olmayacak, hep güzelliği sevilecek ve hep güzelliği kıskanılacaktır.
bir zamanlar herkes mutluyken, hayat bir parmak bal çaldı ağızlarımıza. baharlar yeşil idi. kışın karlar yağar, avuçlarımız birilerinin avuçlarında ısınırdı.
güzel günlerdi.
hatıralarda yaşamak, bir ömrü ziyan etmektir. belki de ziyan olmuş bir ömre tutunmak.
yalnızca nakaratı güzel olan uzun bir şarkıdır sanki hayat. tekrar tekrar izlenen bir film. ne tuhaf yürek özlemekten yorulmaz. sonraki mutsuz, umutsuz geçen yıllarda beyni uyuşturmaktır. yenik taraf olduğunuz halde maçı ağırdan almak, skora razı olmaktır.
ama suç sizde değil. kiminize hayatın gösterecekleri bu kadardır. çare yok sizin şarkınızın nakaratı "hey gidi günler!" dir.
"o yaz", "sene doksanbeş", "necla hala yaşarken", "ali başka bir şehre taşınmadan önce" ya da siz hala severken hayatı. evvel zaman içinde kalbur saman içindedir. gökten üç elma düşmüş üçü de kaybolmuştur.
ve şimdi sen sar hatıraları bir tütün gibi yak ucundan. dumanlarını seyret. ciğerlerine bir tatlı zehir çek. sana düşen için sökülene kadar öksürmektir bundan sonra ve dudağında bir parça kan gibi taşımak maziyi.
geçmiş olsun...
kimsenin gıdırına almadığı bir ruh halidir.
zira okulda bit salgını vardır. öğretmen bizzat kendi kapıp gelmiştir makineyi. çalışkan tembel demeden sıradan geçirmiştir sınıfı. saçları örgülü selma'ya bile acımamıştır hatta.
annesi geldi sonra. kavga ettiler öğretmenle. ama saçlar gitmişti. selma'ya "osman" şeklinde hitap ederek dalgamızı geçmiştik. şerefsizdik o zaman.
oh olsun bize herşeye müstehakmışız.
bayramlarda ve haftasonlarında yayla gibi ve bomboş bir yolda saatte elli kilometre hızla gitmek verem, kanser gibi bünyede ciddi rahatsızlıklara sebebiyet vermektedir. dolayısıyla gaz pedalını biraz hırpalamaktayız yalan yok. yol kenarında pusuya yatmış polis amcaları farkettiğimizde ise her zaman çok geç oluyor. ve polis amca saklandığı yerden çıkıp "sobee!" diyor. akabinde polis amcalarla aramızda şu tarz bir diyalog başlıyor:
-polis amca kaça bu ceza?
-115 ytl. 15 gün içinde öderseniz %25 indirimi var.
- heyoooo!! yaşasın karayolları! peki kredi kartına taksit var mı?
-daha önce senin hayalarına elektrik veren olmuş muydu?
-...........
sabah sabah 115 ytl hazımsızlık yapınca ben de hırsımdan 4 kere kırmızı ışıkta geçip "üstü kalsın" dedim. sonra mantıklı düşününce şu sonuca vardım:
aslında 115 ytl çok para değil. neden diyeceksiniz. çünkü ben o yoldan aynı hızla daha önce çok sefer geçtiydim ve hiç para ödemediydim. bedava geçtim yani. totalde birim geçiş başına düşen mebla çok önemsiz. bunu düşününce derin bir oohh çektim ve kahvaltı sofrasına oturdum.
hayvanlara eziyet eden çocuklara vicdan sahibi diğer çocuklar tarafından söylenen uyarı cümlesidir.
"öbür dünyada da o kedi senin kuyruğuna teneke bağlayacak ama!"
nası yaa??
branş öğretmeni hiç bulunamadığı için yıllarca "bu sınıfta kimin sesi güzel?", "hadi mahmut bize bir şarkı söylesin." şeklinde geçmiş gitmiştir.
o sebepledir ki sol anahtarıyla ingiliz anahtarı arasındaki farkı öğrenememiş bir nesiliz işte.
müzik dersi ama si bemolmüş fa diyezmiş hak getire.
hayatı boyunca kendi hatalarını başkalarına ihale etme kolaycılığına kaçmış bünyelerin sözlük ortamındaki tezahürleridir.
lisede tembel bir öğrenciydin. ödevlerini yapmaz, derslere vaktinde girmezdin. fizik dersi çok sıkıcıydı. onu kırıp halı saha maça kaçardın. çok kırdın fiziği, kimyayı ve biyolojiyi... affetmediler seni.
hani şu hep gömleği dışarda gezen acemi, bir o kadar de saloş liseli zamparalardandın. sen dururken başka birine takmaları imkansız olan hocaların hakkında "hoca bana taktı abi" demekte gecikmedin.
sonra ordu bir hata yapıp askere aldı seni.
ama orada da içtimalara geç kaldın. traşını günlük olmayıp, botlarını da boyamadın. emir komuta zincirinin bozuk halkası hep sen oldun. sık sık arıza yapan arabalar gibi tekleyerek günlerini geçirmeye çalıştın. ve çok değil bir ay sonra
"bitmez bu askerlik! komutan bana taktı abi!" dedin.
çalışma hayatına başlayınca iş disiplininin içine etmekte de gecikmedin. her zaman her ortamda kaytarmak hayat felsefen olduğu için uzayan sigara molaların, şirket telefonundan hatun kişiyle yaptığın uzun telefon görüşmelerin ve o içinden söküp atamadığın geç gelip erken kaçma içgüdülerin yüzünden patronun da sevemedi seni. ve o cümleler gecikmeden dökülüverdi ağzından
"patron bana taktı abi."
derken günlerden bir gün sözlüğe de girdin. çok geçmeden ona buna çamur atmaya, sözlük formatının .mna koymaya başladın. siktiriboktan başlıklar açıp sol frame nin de içine ettin. ve nihayet birgün kendini sağır ve dilsiz bir çaylak olarak bulunca tamam dedin "ulan siz de mi be?" çaylaklığın biter bitmez yazdığın ilk giride o meşhur tiradını bir kez daha attın;
"moderasyon bana taktı abi!"
ruh hastası amcalardır.
top oynatmayan teyzenin kocasıdır bu aslında.
teyze ilk önce diplomatik yöntemler kullanır "top oynamayın bak karışmam sonra" şeklinde nota verir.
bu uyarıyı sallamayan çocuklara ise silahlı kuvvetler müdahele eder. yani bu amcalar cart diye keserler topu.
hatta bazılar hızlarını alamayıp sınır ötesi operasyona geçerler ve sokakta çocuk kovalarlar.
kırmızı renkte olan herşeydir.
sanki kan, kırmızı rengini domatesten karpuzdan alıyor.
allah büyüklerimize akıl fikir ve fen bilgisi nasip etsin.
çok acılar çektik biz.
k- faruk biz mehmet'le çıkmaya başladık.
faruk- ama nasıl olur ben seni çok güldürüyordum...
k- hahah... ne alakası var yaa!.. bak hala güldürüyorsun beni allah iyiliğini versin e mi!
dönem dönem bir kitap çıkar ve bestseller olur.
okumadıysanız adamdan sayılmaz, kale alınmazsınız. ortamlara akamaz, muhabbetin varoşlarında sürtmeye mahküm olursunuz. zenci muamelesine maruz bırakılırsınız.
neticede mecbur kalır okursunuz "ulan bu mu sizin övüp durduğunuz kitap be!"dersiniz içten içe. ama sanattan bir bok anlamayan adam konumuna düşmemek için kendinize bile itiraf edemezsiniz. "yüreğinin götürdüğü yere git'i okudun mu?"
ah evet hala etkisindeyim...
kitabı okuduğuma göre artık ortamlarda fırtına gibi esip ikinci sınıf vatandaş muamelesinden kurtulacağınızı düşünürken o da ne? siz okuyana kadar gündem değişmiş herkes paulo coelho' nun "simyacı" sından söz etmeye başlamıştır.
korsana düşene kadar bekler sonra alıp azimle onu da okursunuz. geri dönüp tam simyacı'nın final bölümünün ne kadar vurucu olduğundan söz edecekken ortam insanlarının "sofi'nin dünyası" ndan söz ettiklerini işitirsiniz. "sokiim sofi'ye de dünyasına da!" diyemezsiniz. bulup buluşturup onu da okursunuz. artık felsefenin o gizemli koridorlarında dolaşan biri olmuşsunuzdur. "aha şimdi oldum!" deyip geri döndüğünüzde, herkesin elinde "yüzüklerin efendisi" isimli birer kitap bulursunuz. ulan bu ne be! diyemezsiniz "oha!" derler adama "ay yoksa sen okumadın mı?" şeklinde aşağılayıcı bakışlar atarlar.
okursunuz tabi. ama giderek zorlaşmaktadır işiniz ulan kütük gibi üç cilt...
"lan ben masal anlatırken dedemi dinlememişim elin oğlu bin sayfa masalını okuttu bize be!" de diyemezsiniz. bu fantastik öyküye bir ucundan tutunursunuz.
"helal olsun frodo'ya delikanlı çocukmuş!" deyip birinci ciltten konuşacakken, arkadaşlarınızın üçüncü cildi bitirmekte olduğunu farkedip panikler ve finallere çalışır gibi sabahlayarak yetişirsiniz onlara.
böyle kendinizi paralayıp dururken birgün sizin çok sevdiğiniz "suç ve ceza" romanından açılır laf. aaa o da ne? hiçkimse okumamış romanı. tanımıyorlar raskolnikov'u. dostoyevski'nin st. petersburg'u ne kadar güzel tasvir ettiğinden de bihaberler.
işte o zaman harcadığınız zamana acıyıp kendinize kızarsınız. dostoyevski okumamış adamlara yaranmayaçalıştığınız için bir süre affedemezsiniz kendinizi. sonra "insan ne ile yaşar" ın sayfalarına dalarsınız. gonçarov'un oblomov'unu okluyup halinize şükredersiniz.
ne zaman batı'nın üstünlüğü gündeme gelse sivri zekalının biri çıkıp diyor ki "abi ortaçağ'da fransa'da millet boklara basmamak için topuklu ayakkabı giyiyormuş" "parfümü fransızlar keşfetti çünkü bok kokularını bastırmak istiyorlardı."
ortaçağda fransa'yı bok götürüyordu evet. iyi de bundan bize ne ki?
sezerciğe "baban yok mu senin? nee yok mu? piç piç!" diyen o mahalle çocuklarından ne farkı var bunu söyleyen adamın?
ya da güçlü bir rakibinizi "oğlum sen çocukken altına kaçırıyormuşsun hahaha yuh be!" diyerek aşağıladığını sanmaktan ne farkı var?
adamlar o dönem sokaklara sıçtılar. şimdi ağzımıza sıçıyorlar.
bunu anlatsana
adama "boklu" diyeceğine bir otomobilde sen yapsaydın da biz de renault'a citroen'e binmeseydik.
şirkette sizden hızlı yükselen rakibiniz hakkında patronunuza gidip "patron bu adamın anası orospuymuş. ne diyorsunuz hala genel müdür yapmayı düşünüyor musunuz?" deseniz patronunuz hemen vazgeçip sizi mi genel müdür yapacak?
bırakalım artık bu boktan işleri hocam yaa!
buna kuyruğuyla bok atmak denir.
o zaman sokağa sıçıyordu bugün hijyeni icat etti.
her sene en az bir kere bozuk, kokmuş gıdalardan ilkokul çocukları hangi ülkede zehirleniyor?
çeşmelerinden bir bardak su içmeye korktuğumuz şehir hangisi?
gıda denetimlerinde un çuvallarının içinde parti veren fareler hangi ülkede yaşıyor?
kimin denizleri kirleniyor, altın boynuzunu bok götürüyor?
üçyüz yıl sonra sokaklarına sıçmaya başlayan bizler, üçyüz yıl önce yaptıklarından dolayı başka bir milleti aşağılamaya kalkıyoruz.
hep kaybeden olmanın, tembel, üretemeyen, pasaklı insanlar olmanın ezikliğini bu şekilde mi dindireceğiz?
memleketi pislik götürüyor. sen kalkmış fransızın bokunu anlatıyorsun
hadi canım hadi bakiim işimiz gücümüz var.
hayra alamet değildir.
önce emeklemeye başlar makinanmız sonra tay tay durur en sonunda yürür. "aman da aman nasıl da yürürmüş benim makinam!" diyemezsiniz. iyi birşey değildir çünkü bu. paranın yok zamanı bin lira demektir. bu saatten sonra yürümeye başlayan makinanızı bırakın sokağa nereye giderse gitsin. siktirsin gitsin yani.
kontörlü hat kullanan benim gibi garibanları aşağılamak amacıyla kullanıladığına inandığım otomatik sestir.
kontör sayınız 30'un altına düşünce hatunun biri çıkıp diyor ki: "kartınızda yirmidokuz kontörünüz kalmış. telefonunuz bağlanacaktır ancak en yakın zamanda yeni kontör yüklemeniz gerekmektedir."
bak hele yaaa... sanki bize o an için bir kıyak yapıyor da "bu iyiliğimi unutma. hadi bu seferlik böyle olsun bakalım bi daha görmiim" tadında dokunduruyor. bir de "en yakın zamanda" gibi tehditvari bir ifade kullanarak. sanki kontör yüklemezsek turkcell iki takım elbiseli adam gönderip topuğumuza sıktıracak.
"bokunu yiyim abi söz yarın yükleyecem kontörü..."
sahille beşiktaş'la falan alakası olamayan bir arnavutköy var istanbul'da. çarpık kentleşmenin zirve yaptığı, itin kopuğun kol gezdiği yanıbaşındaki ormanından faili meçhul cesetlerinin eksik olmadığı bir semt. gece geç saatlerde arasokaklarında yürümek yürek ister. zira gırtlağınıza bir çakı dayanma ihtimali istatistiksel olarak yüksektir. şehir kültüründen bihaber ve kökten cahil tonla adamın uğrak yeridir.
televizyon dizilerinde istanbul'un hep kızkulesini, galata köprüsünü, boğaza tepeden bakan hisarlarını, emirgan'daki çay bahçelerini falan seyredip, şehre göç ettiğinde ise boktan bir kenar mahallede çamurlu elbiselerini çitilemek zorunda kalanların hayalkırıklıklarının adıdır arnavutköy.
yazının başında da ifade ettiğim gibi
boktan bir yerdir.
askerden gelen adama hayatı öcü gibi göstermek amacıyla büyüklerimiz tarafından mütemadiyen söylenen söz öbeğidir.
-cemal şimdi sen ölüyorsun ama asıl askerlik öte tarafta başlıyor haberin olsun hesap, amel, kiramen katibin falan...
-ya faruk abi bi siktir git ömrümü yedin, gençliğimi çürüttün bırak şurada ağız tadıyla bir gebereyim.
çok hızlı hareketleri algılayamayan cihazlardır. geri vitese takıp gaza hayvan gibi baszarsanız çarptıktan sonra "dıııııt!" yaparlar. bu uzun dııııt tutanak torpidoda levye koltuğun altında anlamındadır. (ne olur ne olmaz)
yavaş yavaş yaklaşırsanız iyidir "dıt, dıt, dıtdıt, dııııııııııt!" yaparlar. (meali; gel, gel, gel abi gel, hooooop! tur.)
bir vakit hakkında şöyle bir anektod okumuştum tanımı da içinde.
yirmi yaşındayken afrika gibidir. henüz keşfedilmemiş yerleri vardır.
otuz yaşındayken hindistan gibidir. her yanı sıcak esrarengiz ve bereketlidir.
kırk yaşındayken amerika gibidir. yani teknik bakımdan mükemmel.
elli yaşında ise sibirya gibidir. herkes nerede olduğunu bilir ama hiçkimse gitmek istemez.
siyasette hiçkimsenin temiz kalamayacağını gözler önüne sermiş olan programdır.
cesaret edip de seyredebildiyseniz kanal b'de yayınlanmış "yerel seçim özel" programının kamera arkasını görmüşsünüzdür. ama birçoğunuzun kulaklarını tıkayıp yüksek sesle şarkılar söylediğinden de eminim. "la la la laaaa! dinlemiyorum kii!" şeklinde. nasıl bir aşksa yürekleriniz hayal kırıklığını kaldıramıyor. kılıçdaroğlu'nun da yanlışları var deyince en sevilmeyen, "kılıçdaroğlu çok kral adamdır hoca!" deyince en sevilensin. formül çok basit.
yok yok siz izlemezsiniz ben kısaca özetliyim; programın sunucusu olan nahit duru reklam arasında coşuyor. puştlar şöyle puştlar böyle diyor. siyasette her türlü "puştluk" (aynen kendi ifadesi) mübah diyor. bizimki de "evet, evet , ohh evet bebeğim devam et!" diyor. sakin güç böyle olsa gerek "hı hı evet" diyorsun sakince. durum şantajın montajın ötesinde. sanki rakı sofrasındalar bir büyüğü yarılamışlar. öyle bir ortamları var. gandhi görse kalp krizi geçirir o derece bir rezillik.
hayır, nasıl bir fanatizmse sayın duru seçimden önce kılıçdaroğlu'nu gözümüze gözümüze sokan doğan grubunu bile beğenmiyor. pasif buluyor ve hakaret ediyor. adamlar daha ne yapsaydı 24 saat "kılçdaroğlu ile ulusa sesleniş" mi yayınlayacaklar?
vallahi içim cız etti seyrederken. demek ki ben bile inanmışım dürüst siyasetçi masalına.
herneyse, siyaset böyledir işte. gandhi olsan kar etmez. budizm de dahil yeryüzündeki hiçbir din karşı koyamadı bu kirlenmişliğe. kanalizasyonda geziyorsan boka dokunmasan bile kokusu siniyor.
peki ne olmalıydı? kişilik sahibi ve gerçekten dürüst bir insan orada o adamı konuşturmazdı.
"yaa bilader ne biçim konuşuyorsun akıllı ol efendi ol yoksa kalkar giderim!" dürüst adamın cümlesi budur. "evet ohh evet!" değildir.
yaa sözlükçüler, aşkınızdan ölseniz de kabul edin bunu. bu girimi de haftanın en sevilmeyeni yapmazsanız platonik aşkınızdan şüphe ederim. hadi bakalım duydunuz zilin sesini yarışma başladı.
çoğu yaşlı insanlardan oluşan canlılardır bunlar.
hergün sarımsak yenir mi? işte bunlar yiyorlar. akabinde sıçtıkları boka kadar sarımsak kokuyorlar. gidip bilhassa koklamışlığım yok ama zaten alıyorsun ister istemez (neyse midem kalktı lan)
geçenlerde bir köyde rastladım bunlardan birine. yazıktır ihtiyar adam yürümesin diyerekten arabama aldım. beynimi sikiyim. "selamunaleyküm" dedi. o dakka yemin ediyorum dünyam karardı. aleykümselam diyemedim. inadına da konuşkanlar. nefesimi tutarken kafa sallıyorum "he he" manasında yine uyanmıyorlar. o sesli harfler burnuma burnuma nasıl çarpıyor... bir an bir hayal geçiyor zihnimden kapıyı açıp bir tekmeyle aşağı atıveriyorum amcayı. ama sonra silkinip kendime geliyorum. bir köyden bir köye takul tukul köy yollarında saatte 150 km hızla gittim. camlara tavuklar köpekler yapışıyor. köyün tabelasını görür görmez silkeledim adamı. camları açtım kış günü araba havalansın diye götüm dondu. ertesi gün torpidoyu açtım orada saklanan bir tutam sarımsak kokusu burnuma saldırmasın mı! eh amca dedim allah cezanı versin. yolda kalp krizi geçirirken görsem yine almam artık arabama sarımsaklı yaşlı.
ilkokul birinci sınıftayken boş zamanlarında beni döven iki tane beşinci sınıf öğrencisiyle hoş bir ilişki yaşamıştım. ders zilini sabırsızlıkla bekler, tenefüslerde gözleri okul bahçesinde beni arardı. ve sonra özlem son bulur en tutkulu sevişmelerde bile rastlanamayacak bir şehvetle döverlerdi beni. onları kızdıracak hiçbirşey yapmamış, onları böylesine tahrik edecek bir işvem, cilvem olmamıştı. bir yıl boyunca her tenefüs düzenli olarak saldırıya uğramak karnımda tekmelerin, suratımda yumrukların izlerine karşı bir bağımlılığa yol açmıştı." kimi kimsesi yok mu bu çocuğun yahu?" derlerdi seyredenlerden bazıları. babam "bir tane de sen vuramadın mı!" der annem çok üzülürdü.
derken benden ümidi kesip bir akrabamı verdiler yanıma sahip çıksın diye. ilk tenefüste belalılarımdan birini görünce nasıl havalandıysam okul bahçesini uçarak geçmişim. beşinci sınıf yere çakılıp kafasını betona vurdu ve kısa süreli bir baygınlık geçirdi. beni korumak için gelen akraba çocuğu şaşkınlıkla olayları izledi. çocuğun öldüğünü sanıp kaçtım.
çocuk ölmedi. ama yaşadığı sürece bana bir daha ilişmedi. ve tabi kankası da. meğer tek ihtiyacım yanımda bir dost. omuzumda bir el imiş. biraz geç de olsa yetişti.
ve sonra eve dönüş yolculuğum yıllarca sürdü. nihayet eve vardığımda arkama dönüp baktım. dayak yiyen o çocuk çok uzaklarda kalmıştı.