Bursa Fatih Sultan Mehmet Bulvarında bulunan, bulvarın en dolu, dolu olmasına rağmen müşterileriyle en ilgili mekanı. Menüsünde bulunan 175 çeşit * ürünü ile göz dolduruyor. Sıkı müşterilerinden olmamla birlikte, her gün kendini yenilediğini, hızlı geliştiğini, ürün lezzetini ve hizmet anlayışını günden güne mükemmelleştirdiğini söyleyebilirim. Bursa'nın ve Bursalının gözünde sosyal nokta! olmayı başarmış bir işletme, aldığımız duyumlara göre menüsündeki bir çok ürünün patentini almış ve 2. hatta 3. şubeleri çok yakıdaymış. Bilin istedim.
dale carnegie'nin dost kazanma kitabında ise bu fikir akımı şöyle pekiştirilir;
-yapacağın şeyi severek tam manasıyla inanmak
-içimizdeki heyecanı sürekli telkin etmek
-heyecanlı insanlarla ilişki kurmak
-kafamızdaki kyvvet ve heyecan düşünceleri yaratmak.
bu 4 maddenin belkide anahtarı sayılabilecek son madde klişe mesajlardan lügatımıza giren; kendini değiştirmek istiyorsan, fikirlerinden başlamalısın mantığıyla birebir özdeşleşir gibime geliyor an ve an itibariyle. yalnız burada parmak basılan ya da basıldığına inandığım kavram heyecanın yaşama olan katkısıdır. işin daha özü; yaşayıp yaşatmak isteniliyorsa mutlaka heyecana inanılmalı, içindeki ilahi kuvveti ayyuka çıkarmalıdır kimse...
avrupa'da enthousiasme olarak bilinen şevk ve heyecan duygularının analizini yunancası theos içimizdeki ilahi kuvvetle bütünleştirerek ortaya çıkan fikir akımı diyebiliriz sanırım. bir yazar müsfettesinin kaynaklarına göre ilk olarak doğu ile batıyı ayıran roma uygarlığında benimsenen bu düşünce, günden güne avrupayı olduğu gibi içine alarak, doğu ile ayrılmasının en büyük sebebi olmuştur, niye mi ?
şöyleki; insanoğlu enerjisinin onda biri dahi kullanılamayan en büyük kaynaktır ki bu kaynağıda çıkarmak için sadece heyecan denilen vasfın tüm bünyeyi kapsamış, hegemonyasına almış olması gerekir. yer ve zaman faktörü olmaksızın bir şeyler yapabilme isteğini sınırlamayan insanlar, heyecanına bariyer çekmemiş, öğrenilmiş çaresizliklerinin gölgesini üzerine düşürmemiş kimselerdir. yani uzun lafın kısası amaçları yaşamak ve yaşatmaktır.
özünde bu felsefe birey ve devlet yahut birey ve millet arasındaki bağı empoze edecek şekilde gösterilebilir, ancak ikili ilişkilerinde hemen hemen temelini oluşturur, hele hele kapitalist bir dünyada, tamamen geçerliliğini korumakla beraber neredeyse tüm ilişkileri tasvir eder. hatta bunu artniyetli olarak düşünürsek çıkar ilişkisi olarak kabaca tarifini bile yapabiliriz.
buraya kadar işin birçok okuyana göre sıkıcı kısmı idi. şimdi biraz ilgi çekecek kısmına gelelim. "hımm" nasıl çekebiliriz o ilgiyi düşünürken her ne hikmetse aklım uçkuruma gidiverdi. evet, buldum! sanırım "one night stand" ilişkiler birebir ve olayı en basite indirgemiş örnekleridir bu felsefenin. düşününki, güzeller güzeli bir hatun. tüm amacı sizi baştan çıkarmak. siz ise ona çoktan abayı yakmış ve ilişkinizin devamını onu kelepçeldiğiniz bir yatakta hayal etmekle meşgulsünüz. bu durumda onunla tanıştığınız yere göre biraz kendinizi kullandırttıktan sonra, ne bileyim birkaç yanardöner meyve, bir iki şişe şampanya bilemedin bir chivas iş görür ölçülerdir. tüm bunları hali hazırda sağlayıp yaşattıktan sonra sıra bir boş eve geçmeye gelirki, yaşattıklarınızından sıra yaşamanız gerekene geçsin...
etik olarak yukarıda örnek kulağa hoşgelmesede fikrin temel prensipleri arasındadır. bu konuyu üç aşağı beş yukarı çekerek farklı örneklendirmelerle vatana millete faydalı olabilecek karşılıklı "mutualist" bir ilişkiye sokulup sonunda tebessümle ayrılınabilir.
ve son olarak yaşa ve yaşat akımı mı desem felsefesi mi desem yoksa fikri mi desem, ben bilemedim siz karar verin, yaşama sanatı ile bağdaştırılıp daha özgün fikirler sentezlenebilir.
tanım: yaşayarak yaşatma üstüne kurulu bir felsefi akımdır.
ps: yazar müsfettesi ibaresiyle yazar kendine iltifat etmiştir, çok görmeyin.
başlarken net olarak söyleyebilirim ki kıymeti ya iş işten geçtikten sonra anlanan ya da çok geç farkına varılan bir duygudur. hatta duygudan da öte, evladı evlat, babayı baba yapan en değerli kavramdır.
bir şeylerin arkasına saklanmayı marifet sananların uydurma bir kuşak farkı teorisiyle büyüdü 90'ların çocukları. neymiş arada 20 ila 30 yaş olunca iletişim eksikliği oluyormuş, biz bilgisayarın efendileri onlar radyonun sultanlarıymış. şimdilerde ise gülüyorum, nasıl doğru olabileceğine ihtimal vermişim zamanında idrak edemiyorum, nasıl benim iyiliğimi istedi diye ona basitçe ve bir o kadar adice "ya, sen bunlardan ne anlarsınki, farklıyız biz" dediğime. çocukluk işte... yumurta dayanınca kapıya mumla arayacağımı bilseydim mahalledeki çocuklarla dokuz aylık oynayıp hamile kalacağıma, tasolarımın hepsini üttüreceğime ah diyorum, vuruyorum kafamı duvarlara. ha, geç mi, geç kalınmış mı, allah bilir...
oysa ne hayalleri vardı kim bilir yorgun argın biten her haftanın sonunda evladıyla bakın eşini bir kenara bıraktım sadece evlatlarıyla bir şeyler yapabilmek belkide o hafta işlerindeki tüm çıkan aksaklıkların üstünü örtebilecek tek yorgan idi. hadi o zaman ufaktık, fırlamalık mevsiminde savrulan bir yapraktık. ya ergenleşince ? o zaman akıllandık mı? lanet olsun yine hayır. bu seferde sinemaya gidip ilk aşkının elini nasıl tutabilirim diye yollu düşünceler sardı beyinlerimizin içine. ama o zaman daha anlayışlıydı babam. hani sünnette olmuşuz ya. erkek adamın erkek oğlu olur hesabı. yine ses çıkarmıyordu. ama ya içindekiler. ya içinden geçirdikleri ? işte onu anlıyorum simdilerde. ben hep hatalarımı 20li yaşlarda yaptım sanırdım. asıl hatalarımı çocukluğuma inince gördüm. takılmışız lanet olası kuşak kavramı, baba anlamaz, arkadaş iyidir ayağına. şimdi bakıyorum da, facebook olmasa acaba kaç tanesinin sesini duymayı bırakın resmini görebilirdik. ha baba ? o hala yanımda, hatta içeride beni bekliyor. hergele mars olmak istiyormuş, alıcam ifadesini. neyse dağıtmayalım konuyu. heh ne diyorduk. babayla vakit geçirmek. evet. şöyle bir düşünün ki mastercardınızın bile alamayacağı tek sevgiyi. sizi gönülden sevebilen hiçbir amacı olmadan. (bu arada türkiye'de ekonomik problemler yüzünden her yıl kaç çift boşanıyor biliyor musunuz?) işte öyle bir varlıkla vakit geçirmektir. kaç yaşında olursan ol hiç ama hiç farketmez ki. hala onun prensi, hala onun prensesindir. seninle bir dakika geçirmek ya da onunla bir dakika geçirmek değer biçilemeyendir. niye mi? çünkü hayatındaki tüm terini sizin için döken bir insan düşünün. gerisinide boşverin...
yolun başındayken, henüz sevda yeni yetme bir çocuk, duygular karmakarışık iken; mantık ile beyin arasındaki nöronların hallaç pamuğu gibi karmakarışık ve bir o kadar kabarık olduğu bir andayken dökülüverir kelimeler, oluşturuverir bu cümleyi.
zamanını bozuk para gibi harcarken ansızın alabildiğini geçer olmuş bir zamandan. kim bilir belki evvel zaman, kalbur saman. belki garip bir aşk hikayesi, belki birkaç mısra, kötü bir lise şiiriyle geçiştirilebilecek gündelik bir aşk. ama hepsinin başlangıcı aynı değil mi sonuçta. bir iki kelam arkasından gülen belki masum, belki masum görünen gözler. çoğu zaman benzetmede hata olmaz klişesiyle benzetir sevenler; engin denizlere, yemyeşil kırlara sevdiceklerinin gözlerini. ancak cicim aylarının geçmesidir mühim olan. sonra yavaş yavaş gerçek yüzler çıkarken ortaya; alışmanın getireceği bastırılmış duygular çıkarlar yırtık dondan. ikilem arasında kalmamak mümkün değildir. bazen istenilmeyen bir değişme, bazen sıcaklığını yitirmiş gözler bazense kıymeti bilinmeyen yaşlar sembolize farkındalaşmanın. evet, evet farkına varıyorsundur içinde kaybolacağın ve çıkışı oldukça güç bulunacak bitsede ileride bir gün mutlaka tebessüm yaratacak bu hikayenin. belki uğruna yıllarını verecek, kim bilir öğrendiğin her şeyin yalan dolandan ibaret olacak, belki aldatılmış, belkide parçalanmış bir kalp kalacak ve düşüncelerini geç reflekslerini dahi kontrol edecek gücün kalmayacak, nefes almanın zorluğuna varacaksındır. ve yine kim bilir? pembe panjurlu evinde şömine başında ufaklığın mavi patiklerini koklayacaksındır. dedik ya labirent bu? sezgilerin ve iç benliğini aklın tarafından kullanabilirsen ne mutludur sana aksi taktirde vay anam.
aktif ziyaretçi sayısını an itibariyle 2123 olarak görmemle şoke olduğum sözlüktür, teknik açıdan sorun olmadığına dair şahitlerim var abi, durduramıyoruz, toparlanıyor.
aşk ile alışkanlık arasında gel-gitler ile sıkı bir mekik dokumuş bünyenin, kimi zaman gözü gibi baktığı, sevdiceğinin parmağına batan bir kıymığın kalbine saplanan bir hançere eş koşmuş zatların, zaman zaman depremden bile koruyamam mantığıyla 5.dereceden deprem kuşağına yaptırdığı sözüm ona pembe panjurlu evinden kafasını çıkarıp dışarı samanyolunu izlerken ansızın farkına varır. onla yaşamak mı güzeldir, onu yaşamak mı güzeldir farkına varamaz, ve içine atarak patlayacağı güne kadar biriktirirsin usulca. henüz desibelleri keşfedilememiş çığlıklar, bir türlü doldurulamamış ve dolduralamayacak ukdeler kaplar içini. öyle ki koruma iç güdüsü öyle bir hal içine girmiştirki; kıskançlığa dönüşmüştür. nefes almadan önce dahi sana haber vermesini beklersin, salaklık işte sanki bilebileceksin havanın o anda içindeki virüsleri, ama gel görelimki söz geçiremezsindir yüreğine. ne de olsa hayat bozuktur, düzen kötüdür. herkes potansiyel katildir ona yaklaşan yahut sapık. zarar vermesinler istersin çünkü gözbebeğindir. ancak bir gün dank eder kafana; hep koruyayım derken, gözlerindeki gülüşe dahi zarar vereceğini düşündüğünden olsa gerek gülen gözlerin sıcaklığını yaşamayı unutmuşsundur. yüzündeki eşsiz tebessümü yaratan sanki sımsıcak dudaklar senin sevdiceğinin değildir. ulan sanki kor yakacak seni dersin. pişman olursun, ha faidesi olur mu? çoğu zaman iş işten geçmiştir, bir beyaz mendil kalır elinde sana ya salya sümük sileceksindir, ya da uğurlar olsun diyip güneşe doğru sallarken ipek olduğunu farkedeceksindir.
edit: başlık 50 karakter sınırına toslamış olup orjinali işbu şekildedir,
(bkz: sana zarar vermeyeyim derken seni yaşamayı unutmuşum ben)
sevgili pek muhterem dindar aborjin kardeşlerim; sözlerime başlamadan önce müsadenizle ajdar dayıma ve nihat amcama selam etmek isterim der ve ukalalığı bırakırım. şimdi efendiler; sözlük oluşumlarında ne yazık ki öyle kendini bilmezler, öyle densizler vardır ki; uzun entry girerek gözlerimizin bozulmasına yol açtığı gibi boşu boşuna okumaya uğraştırırlar adama. hadi okumasan olmaz, adamın yanlışlıklarını düzeltmen lazımdır filan falan. kısacası çok lüzumsuzdur, özelliklede uzun entry girdikten sonra kendisini edebiyat profesörü olarak görüp, omuzlarında birkaç santim kayma saptanan bu kasıntı belirirki bu tipitiplerde hiç sormayınız.işin daha da özüne indiğimizde eziklik ve büzüklüklerini uzun entry girerek kapatmaya çalıştıkları gözlenebilir; böylelerini aslında taksim de asmak gerekir, vatana milleti arkadan bıçaklarlar ne mi lazım.
peşin edit; ne aborjinin ne demek olduğunu ne dindarın ne işe yaradığını bilir gözlerinizden öperim.*
özellikle genç kuşak olarak tabir edilen 20 ila 40 yaşlar arası kesimin, toplumun çarklarına çomak sokacak hareketleriyle paralel olarak kamuya açık alanlarda göreceğimiz riyakarlıklar ile başgösteren işbu sebeplede insanı korkutan ve şüpheye sürükleyen, kendi olma, amaç uğruna yaşama fikrinin günden güne çürümesidir.
evvel zaman kalbur saman içinde var olan dedelerimizden duymuştuk biz en son idealizmi. teker teker seçilmişti vekillerim yurdumun dört bir yanından. meclisi kurup; turgut özakman'ın güzel üslubunda anlattığı çılgın türkler'deki gibi kaderimizi çizeceklerdi baştan. oralarda kalmıştı boyun eğmezliğimiz. gizlice yapılan antlaşmalarda lehimizi olmasına rağmen kabul etmemeyi öğrenmiş idik biz. ne ziya gökalpler korktu istanbul'a rağmen ankaraya gelmeye ne halide edip hanımlar.
şimdilerde ise kafaların her kaldırıldığını türlü dolambaçları görüyoruz, kültürparklara kurulu olmuş hayatımız dönme dolap misali. yok efendiler yok. idealizm artık yok. çok net giriş oldu aslında sonda söyleyecektim ben bunu ama dayamadım...
okullarda, hastanelerde en kutsal meslek olarak tabir ettiğimiz öğretmenlerimiz doktorlarımız bile gencecik fidanlar eğitecekken yahut hayat kurtaracakken bile parayı seçer olmuş. hangi firma hangi kitabı seç der komisyon verilirse o yardımcı kaynak seçilir, hangi ilaç firması promosyonlu ilaç verip, komisyonunu arttırırsa o hastaya verilir olmuş. kısacası etik davranışlara hançer misali saplanır olmuş bünyelerdeki para hırsı.
peki ya nedenler ? başlıca idealizmi eriten kaptilazimdir ey ahali. yeşilin rengi namusun şerefin yerini çoktan ele geçirmiş; miras uğruna anaları evlatları ayırır olmuş. polisimin içindeki çatlak yumurtular hırsız liderlerinin sus paylarıyla kapamış çenelerini, askerimin içine dahi bölücüler girmiş iken, idealizmden bihaber yetişen üniversite gençliğiyle boğuşurken elbet nedenleri bilsekte elimizden bir şey gelmiyor diyeceğimi düşünsenizde yanılgıya varacaksınız. zira biz öyle bir tembel toplum olmaya alışmışız ki her şeye bahane bulup, x elden gidiyor derken, bizi anlayacak yok derken daha da bir kabuğumuza çekilip meydanı boş bıraktığımızdan bu nedenlere köstek yerine destek olmaktayız.
ancak bir titreyip kendimize gelsek, özümüze dönsek, ah işte o zaman avrupa birliği, asya birliği ne olaki. biz bize yeter artarız bile.
bir nevi başarının anahtarı sayılabilecek bu ilke, kişinin yapacağı işe konsantresini dolayısıyla verimini yükseltir. bunun için öncelikli olarak kişinin nefsi ile iyi geçinmesi akabinde gücün kendisinde olduğunu anlamasıdır. örneğin ders çalışmak yahut kitap okumakla bu işin antremanları yapıldığı gibi ilgi duyulan bir şey üzerinde de denemeler sonuç vermektedir. çevre faktörü göz önüne alınıp farz-ı misal cep telefonunun sesi kısılmalıdır.
kimi zaman kuşluk vaktinde aynaya baktığında çoğu kez bir şeyler görmek istemişimdir. ancak genellikle karşıma bir iki göz torbası kalmıştır elde. alabildiğince uykuya muhtaç bir o kadar da uykular ona haram. işte böyle vakitte düşüncelerle kenetlenip bir vücut olmuşken insan; yüreğine saplanır..
saplanan bir o kadar güzel ve bir o kadar derinden etkileyen ve duyguların her ne kadar aya düşsede en asil olanı, en doyulmazıdır. sevdadır, sevgidir. üzerine ne yiğitler dünyalarından olmuş ne hatunlar sırma saçlarıyla yalnızlığa hapsolmuşlardır. tüm bunları düşününce ürkmemek her ne kadar elde olmasada, ya bismillah.
bazen bir bakış başlangıcı olur, bazen sıcak bir tebessüm. heyecanı farklıdır genel tabiriyle cicim aylarıdır, bir sevdanın olmazsa olmazı. her şey o kadar güzeldir, iki tarafta yenilikten olsa gerek birbirine saygı sevgi ve önemlisi heyecanlarını koruyarak yaklaşır. yeri gelir göz kaçırmalar bile hoşnutluk verir bünyede. ama ansızın ve tadına doyamadan geçer zaman. alışkanlık ile sevgi arasındaki ince çizgiyi iyi çizilmemiş olmasından kaynaklansa gerek yahut, insan vucudunun tüm biyolojik zorluklara 40 günde alışabilmesi gerçeğiyle düz mantıkla hareket ederek vardığım beyninde alışma probleminde olsa çabuk biter. yerini kavgalara, heyecansız süprizlere, on dakika sonra atılacak mesajı tahmin etmelere kadar götürür. işbu sebeple ilişkinin tüm renkleri yavaş yavaş siyahlaşmaya bir o kadar da sıradanlaşmaya başlar. işte burada başlar yeniden sevmeyi sevebilmeyi öğrenmek. burada aslolan karşı taraftaki kişideki ortak noktaları gün yüzüne çıkartmak ve biraz daha kendinden bir şeyler bulabilmektedir. kimsenin inkar etmesine gerek olmayan kişisel egolar vardır her insanın hayatında ve mutlak suretle dürtülmesi gerekir. her ne kadar benim egolarım yok derse kişi o kadar çamura batmış ve bir o kadar da kendini kandırır olmuştur. egoyla bunun ne alakası var diyecek olursanız, ortak nokta bulma aşamasında kendi tarafında ağır basan duyguları buldukça, karşı tarafın ellerinde yetiştiğini görecek ve "ona yaşamayı dahi ben öğrettim" şeklindeki mecazi kavramlarla tatmin olacak ve bunun getirdiği daha çok bağlanma ile şevk ile dolacaksınız.
aslında lafı fazlada dallandırıp budaklandırmaya gerek yoktur. ufak çaplı gerek fiziksel gerek fikirsel değişimler reksizleşen ilişkiyi canlandırıp her geçen gün aynı kişiye tekrar aşık olma gibi bir muhteşem duyguyu sizlere hediye edeceklerdir. ha ben fiziksel değişimden ziyade fikirsel gelişime daha çok önem veriyorum dersem bunu diyen herkes gibi yalan söylemiş olur muyum ? sonuna kadar... ortasını bulup, kıvamını tutturmalısınız.
zorunlu tanım; ilişkisinin boyutu alışkanlık düzeyine gelmiş kimsenin sevdiğine tekrar aşık olması ve bu durumu keşfedip gün içinde yeniden filizlenen sevgi damlacıklarını ilan etmesidir.
günümüzde sözlükçülük kavramını karıştıran bir takım genç yahut heyecanlı beyin fırtınalarında yelkenlerini çekemeyen vatandaşlar tarafından ne kadar kolaydır sultan of the uludağ'lılar. bir bakmışsın o bitmiş, gitmiş. oh onu da bitirdik şunu da bitirdik, ne güzel abicim evet devam et. peki ya eline geçenler. sanal ortamı bukadar mı reele indirgemiş bir topluluğuz ki; her olayı ciddiye alıyor sürekli birilerine ayar verme bir şeyleri parçalama yok etme gayesi içine giriyoruz, anlayabilmiş daha doğrusu sizin diyeceği gibi kafam basmamıştır.
şimdi gelelim fasulyenin faydalarına dostlar. nedir sözlük? sözlük dediğin alt tarafı fikirlerini masumane kurallar çerçevesinde paylaşıma açmak onların bir kaç kişi tarafından okunduğunu bilip hoş sohbetlere girmektir efendiler. ne amacımız kavga ne de ne güzel laf soktum "nihahah" demek değildir. böyle olunca ben kişinin insanlara saygısından şüphe ederim (yeri gelmişken kahrolsun hümanizm). ama olaylar ve bu gerek "klon" gerek "oluşum" furyası öyle bir hal kazandı ki, herkes taraflara çekilip çepheleşti. görende üçüncü dünya savaşını çıkaracaklar sanacak. azıcık efendi olup, sevmediğin yahut sevemediğin kişi için bir çok insanın yazdığı oluşuma "yok o kaka, yok bunu sevmiyorum, teması kötü, şuyu var" demek etik açıdan şahsımca yanlıştır. çünkü senin tanımadığın bilmediğin insanlar orada öyle ya da böyle yazıyor ve emek sarfediyordur, ve yapılan düpedüz emek hırsızlığıdır.
işin daha da özüne inecek olursak ütopyalı arkadaşlarla; şahısları sevmeyebilirsin ancak tanımadığın şahıslara karşı önyargılı davranmak ve arkadan konuşmak eril ya da dişil kişinin karakter sorunuyla alakalı olup komik düşmektir. sevmiyorsan sevmezsin, zaten kimsede tapmıyordur sana vay o beni sevmiyor ama idolümdü demez ama bunu belirli bir saygı çerçevesinde yaparsınki o zaman sözlükçülük oyununa kaldığın yerden seviyeli şekilde devam edebilirsin.
sonuç olarak net sözlükte; fikir ve görüşleri ne olursa olsun birçok kesimden birçok kaliteli insan vardır ve olmaya devam edecektir aynı isterse 5 yazarı olan sözlükler gibi. çünkü unutulan en önemli şey niceliğin nitelikten daha önemli olduğudur. ve dışarıdan kimselerin tiye alması sebebiyle değil yazarları için tekrar açılmıştır, kısacası emekler göz önünde bulundurulmuş ve zaten harcayanın az olduğu ülkemde emekleri hiçe saymama kararı alınmıştır. vatana millete hayırlı uğurlu olsun...
birçok oluşumda nickine rastladığım ve buralarda yaptığım ufak incelemeler sonucunda ekşi sözlükte yaklaşık 5 6 tane yazar hesabı olduğunu düşündüğüm yazar *. zira birçok entrysinde kaynak göstermeden alıntı yapan yazar. burada da biraz baktım şimdilik bir iki tane gözüme ilişti sayın seyirciler.
bilen bilir efsanesi vardır, türlü türlü rivayetleri satranç ve tavlayla ilgili. akılda kalan bir kubleyi paylaşasım var sevgili ütopyalılar ile. şimdi efenim iki padişah var göz koymuşlar birbirlerinin topraklarına, ama ortada racon var şimdiki gibi değil işler, mesajlar filan gitmeli, laflar kondurulmalı, herkes haddini bilmeli. işbu doğrultuda x ülkesinin şanlı padişahı toplar etrafına tüm alimlerini bilginlerini ve buyurur. ey yaverler bana öyle bir oyun yapacaksınızki işgal edeceğim hergeleye gönderdiğimde ona hayatı ve geleceğini anlatıp, topraklarının benim olacağını bildireceğim der. yoksa kafanız tez vurula. tabi ortada kafa vardır. düşünülür edilir. hayatın düşünme neticesinde doğru hamle yapma ve şahla oyunu bitirmesiyle sonuca ulaşan santrancı keşfederler. mesaj güzeldir yerine ulaşır. gel gelelim bizim y hükümdarı kalır mı altta, ordusu daha güçlü, şanı daha büyüktür. o da buyurur buna karşılık öyle bir oyun yapın ki şans faktörünü unutan beylerbeyinin aklı başına gelsin der. ve tavlayı yaptırır, ki burada tavlamızda şansla gelen doğru zar ve doğru hamleyi birleştirir ve başarıya götürür...
şimdi gelelim şu saatte kafaya mıh gibi çakılan zarlı santrança ikisi aslında öz olarak, anlam olarak birleşse hayattır bana göre. hemde hayatın tüm gerçekleri. gerçeklerinden öte başarısının sırrı. düşünelim hele nelerde gizli ; santrançtan gelen doğru düşünme yetisi tavladan (zardan) gelen şansla sentezleyiverelim birde ortak olan doğru hamleyi koydukma ahanda işte bize başarı. çokta uzaklarda değilmiş aslında değil mi ? klavyede parmağımın bastığı bir kaç harfle ahkam kesmeside pek kolay oluyormuş sevmedim değil hani.
aslında hayat bu kadar basit ve bir o kadar da zor sayın seyirciler. kimine göre basit bir oyundan ibaret kimine göre bilmediği, öğrenmek istemediği bir oyundan. ama sonuç olarak hayat sadece oyundan ibaret. ama onu oynatanın kişinin kendisinin olduğunu öğrendiği anda tüm kozların az biraz şans faktörüyle birleşince bizde olacağını bilmek, aralık kapılardan içeri girmektir. korkmamak ve çekinmemek, biraz daha güven ve doğru düşünülüp fevri olmayan mantıklı hamleler. elbet hayat hamlenizi görecek ve sizden bir kaç kale götürecektir, ancak elimizde bir piyon kaldığında dahi onu vezir yapmak elimizdeyken, bu umutsuzluk, hele bu saatte olmuyor, yakışmıyor gençliğe.
genelde beğenilmemiş, yapılandan memnun kalınmamış durum ve olaylar karşısında zaman zaman aşağılamaya karşılık gelen soru.
ne yazık ki dillere pelesenk olmuştur. gündelik hayatta aklımıza gelen, beğenmediğimiz her şeye karşı söyleriz, ardını düşünmeden. söyleriz ancak onun bile yapıldığına ne inanan şükreder ne inanmayan teşekkür eder. ortada geçen emek? bize ne ki? biz mi vakit harcadıkta onu kötü yaptık? cevap hayırsa devamını okumayın zatenki hayatınızdaki tüm hayırlarınız gibi basite şimdiden kaçın. eğer evet ise ya bismillah, parmaklarımıza kuvvet;
emek nedir? günümüzde ne yazık ki ideolojiler uğruna erimiş bitmiş, belli partilerin iyi ya da kötü sembolleri olmuş işbu sebeplede gereğinden fazla ve gereğinden fazla şekilde boş kullanıldığı için, aynı günde yüzlerce kez seni seviyorum denilen bir ilişkideki sevgi sözcüklerine dönmüştür. özünde iyi, bizlerde itici. ama aslolan işin özüne indiğinde insanoğlunun her davranışında bir emek olduğu gerçeğidir, aynı her gün değerini yitirmiş olsada hissettiğiniz sevgi gibi...
kimi zaman okumaktır emek, kimi zaman yazmak. kimi zaman evindeki çocuğuna ekmek götürmek için alnından ter akıtmak, kimi zaman okumak için efor sarfetmek. sonuçlar farklı olsada amaç aynıdır; yaşam mücadelesine karşı atılan bir kurşun. evet en özü bu olsa gerek, her gün yaşama attığımız bir kaç mermidir emeklerimiz. ancak kişi bir bakınca; gerek anlamının yitirilmiş olmasından gerekse kapitalizmin bencilliği had safhalara ulaştırdığından olsa gerek bir vurdumduymazlık vardır. yaşamın zorlukları öyle bir şekillenmiştir ki kafalarda, sanırsın robocop olmuş, kurşun işlemiyor. evet ortadaki büyük yanlışlık budur, emek harcamamak ve harcanan emeklerin kıymetini bilememek.
hepimizin gerek aileleri gerek çevrelerinin yaptıkları en büyük hatalardandır, kıyaslama. "benim çocuğum burs kazandı , yaa naber seninkinin verdi eline." "benim babam senin babanı döver" az duymadık ve kurmadık bu cümleleri herbirimiz. ama yazık olan kimeydi? yine bizeydi. kıyaslananın derin çöküşü aldığı kapanmayacak yaralar ve cevap veremediği yüksek beklentiler. halbuki oda yani bizde emek harcadık vakti zamanında, ee sonuçta haytalıkta bir emek değil midir? ancak kafalarda ki tabular yıkılmak bilmedi, hep en iyisi istendi. mutlka suretle en iyisini istemek haktır, hukuktur. ancak istemesinide bilemedik ? önce taktir etmedik ki sonra teşekkür edebilelim. hep açgözlülüğün kurbanı olduk.
ne diyorduk biraz dağıttık? " bu ne böyle!" . evet her zaman ki gibi bu ne böyle ! isyanlar hakim vucutlarda. ya emeklerin karşılıkları? ya kuru bir kaç gülücüğümüz nerede. birisi çıkar hükümete isyan eder birisi çıkar muhalefete? peki hiç sordunuz mu kendinize, birbirimize? bu isyanlardan başka kendimizi nerelerde temsil ettik, kişisel gelişim akabinde doğan toplumsal uygarlık için neler yaptık. başkaları kötüde olsa bir iş için harcadıkları emekleri hor görüp tiye almasını yine bilen bizler acep ne zaman göreceğiz ya da öğreneceğiz taktir ve teşekkür etme yetilerini...
peşin edit: emek kavramı etik çerçeveler içinde ele alınmıştır. yoksa benim vatanıma, benim mehmedime sıkan kurşunların açılımı emek değil olsa olsa sövmek olur.
ramak kaldı; saatler, dakikalar 2008 için geçiyor. herkeste bir umut, ümit. temenniler, iyi dilekler had safhada. iyi niyetler at koşturuyor gülen gözlerde. peki ya gerçekler ?
iyisiyle kötüsüyle geçen bir 2007 yılı. duyar gibi oluyurum iyisiyle derken ? evet, evet aslında pek iyi değildi. bir çok kötü anı, istenilmeyen hatıralar bıraktı toplum üzerinde. serseri kurşunlar daha bir adres bilmez oldu bu sene. analarımız gözyaşlarını kattılar neredeyse son üç,dört aydır her ölen şehidimizin anasına. küller kaldı, tekrar alevlenmeyi bekleyen. şanlı ordumuz kuzey ırak'ta. hava soğuk, sigara içerken balkon kapısını açamıyorken, yaşıtlarım savaşın içinde. ama geride kaldı yeni bir yıl geliyor değil mi ? tamamen bakış açısı aslında. tam ortada yollu bir düşünce. yeni bir yıl geçen yıla göre iyi mi olacak, kötü mü olacak ? hemen soruyoruz, noel dayıya ? nasıl girersen öyle olur diyor, es geçiyor bizi hadi bakalım ya sabır, başlayalım.
klasik mesajlarımız vardır; kimimiz huzur kimimiz para kimimiz şan şöhret kimisi ise sağlık ister. ben mutluluk isteyenlerdenim, ve tabi beraberinde getirdiklerinden. ama şöyle bir kafamı kaldırıp, bakmaktan ziyade gerçekleri görmeye odaklanınca doğal olarak istekler değişmesede "istek"ten ziyade "hayal"e kayıyor, her geçen saniye.
bir umutsuzluk hakim, aslında hak olan bir umutsuzluk, alt tarafı tarih değişecek. 7 yerine 8 koyacağız. ama öyle değil aslında. tamamen kafada biten ya da başlayan güzel bir tarih. kişinin kendini şartlaması, öğrenilmiş çaresizliklerini bir kenara bırakması... sigarayı bırakma dernekleri; sigarayı yavaş yavaş bırakmaktan ziyade özel bir günde özel bir tarihte bir anda bırakmayı tavsiye ederler. işte öyle bir tarih ve yeni bir başlangıç fırsatı.
öncelikli olarak toplum için isteyecekleri kişinin kendine indirgemesi gerek, düz mantık ile kendin değişirsen toplumda değişir ya da değiştirirsin. işbu sebeple yeni yılın getirebileceklerini savaştır, ekonomik krizdir düşünmek yerine; biraz daha bencil olmayı öğrenip, kendi eğitim, iş, ve özel hayat problemlerini düşünecek bunları nasıl sıfırlarım diye radikal kararlar alacaksın. sen alacaksın ki etrafta seni gören ve mutlak suretle seni örnek alabileceklere yol göstereceksin. peki ne isteyebilirsin ki yeni yıldan ? şöminenin altına kırmızı çorap koymak gibi ecnebi adetlerimiz yok allah'tan yoksa, yurdum insanı -ben dahil- cüzdandan başka bir şey koymayız noel dayıya yön göstermek için. ama bunu es geçmeyi istemeliyiz ilk ve mutlak suretle. yetecek kadar paraya odaklanmalı insan, daha fazlasını çoluk çocuğu için istemeli, eşi için bir şeyler yapmalı. kendisi bir dilim ekmek yerken cocuğuna en kral yerlerde pasta yiyecek parayı verebilmeli. ama az istemeli, dozunu aşmamalı yani. öncelikli olarak paradan ziyade ailesini düşünmeli ve gelebilecek mutluluğu. annesinin, babasının ya da anne ya da babaysa çocuğunun gülen gözlerini görebilmeyi öğrenmeli, para kazanmadan para istemeden önce. zaten bu gelişimi tamamlarsa, yani mutlu olmayı becerebilirse hayat daha kolay olacaktır. beraber oldukları güç verecek, hayattan her çelmeyi yediğinde uzanan eller onu daha güçlü kılacaktır. düşünün herkesin böyle olduğunu, sürekli düştüğünde bir elin ona uzandığını. hangi birimiz arıyoruz ki o eli, parayı aradığımız kadar ?
kendimiz için isteyecekleri aslında tek isteği istedikten sonra topluma geçmeli insan. ee ne de olsa vatandaş olmanın getirdikleri var! hepimiz bir isyanlarda almışız gidiyoruz başımızı, kimse bilemez olmuş sövmek yerine dur diyebilmeyi. böyle oldukçada içimize girmiş şerefsizler bir sağdan bir soldan çarpar, kendimize gelemez yapmış bizi. ama bunu hala yeni bir yılda değiştirmek kolay. aslında hep kolay olmuş idi; sadece bir yürek olma başarısını göstermek gerek. alabildiğince yüzüne sert sert vuran rüzgara küfür etmek yerine rüzgarı durduramayacağını ama ondan kaçıp o elbet durduğunda yoluna devam edeceğini görmek.. daha özü umut gerek topluma, kişinin kendi mutluluğundan da bir parça. ekmeğini yediği, suyunu içtiği, havasını soluduğu vatanına kalbinde ki dört odacıktan birini verebilmek. o seni sevmese bile elbet seveceğini kabullenmek.
işte bunlar yapılır, ya da yapılmaya çalışırsa tarih değişmesinden dolayı özel olan bu günde, kişi radikal kararlar alıp kendini kendi gelişimine adayıp görevlerinin farkında olur ise, yeni yılın getirebilecekleri; tarif edebileceklerimizden çok daha fazla ve alabildiğine güzel olacaktır. verin el ele... yeni yılda daha kuvvetli bir benlik ve yitirimemiş benliklerle daha güçlü bir türkiye. kulağa cidden hoş geliyor değil mi ?
zorunlu tanım ; yeni bir yıla girmek üzereyken o yılda olma ihtimali olan ya da olması istenen temenniler.
"hebelehubeleuhrejjk" aslında fenerbahçe olmaması gereken türk takımı. yok nasıl olur, cl gruplarında katılan takımlarımızın tüm senelerde ki toplayalım sonra 8 ile çarpalım 5 e bölelim kimin daha yüksek çıkarsa o olsun. ya da paşa paşa bu gerçeği kabullenelim.
hayır biz galatasaray uefayı aldığında sokağa çıkıp omuz omuza tüm renklerle türkiye için sevinmeyi bilmiştik, şimdilerde ise gençlik bir gölge düşürme meraklısı olmuş gidiyor.
mektubuma burada son verirken hadi beya diyor, tüm fanatikleri öpüyorum.
birçok farklı durumda hissedilebilecek ölüm; zaman zaman kişiyi teğet geçmesi, zaman zaman hastanelik olunması, ya da ilerleyen yaşla hissedilebilecek soğukluktur.
niye soğukluktur ? şöyle açıklayacak olursak; ölümün soğuk olması kısaca dünya üzerinde kişinin daha yapacakları olmasına eşdeğerdir. ne kadar çok yapacak ya da yapmak istediğiniz şey var ise, ölüm o kadar soğuk gelir size. ve önüne geçemeyerek korkuya dönüşür, tüyler diken diken olur, gözler dolar...
farklı durumlarda hissedilir bu korku. kimi zaman bir trafik kazasında son anda hastaneye yetiştirilen kimse yaşar bu soğukluğu, kimi zaman serseri bir kurşunun saçlarını sıyıran kimse. kimisi intihar etmek ister; bir köprüden yaka paça alınır. kimisi ortalama 65 yaş sınırına ulaşmışken hisseder kimisi yatalak başkalarına muhtaçken. ama hepsinde ortak olan tek şey, dondurucu bir soğukluktur. zira zamanında yapamadıkların aklına gelir. kalbini kırdıkların, hakkını yediklerin, bir hiç uğruna koskocaman bir hiç uğruna yaktığın canlar.
ama tüm bunlar aklına geldiğinde, sana tekrar bahşedilen bir hayatın vardır. bu sende ki tüm umut kapılarını ardına kadar açar. yeni bir hayata başlamış olursun. geç değildir hiçbir şey için; elin telefona sarılır. ardı arkasını kesmediğin haksız olsan dahi özür dileme hissiyatına kapılırsın. bir nevi pollyannacılık oynamaya başlarsın yani yapman gerekeni yaparsın. hayatta geç kaldıklarını yaşarsın. çocukken yapamadıklarını yaparsın. kısaca hayatı dolu dolu yaşamaya başlarsın. vaktinin kıymetini anlarsın. hissettiğin soğuk tüm hücrelerinin kan dolaşımını hızlandırmasından olsa gerek daha bir sağlam basarsın yere, her an ölecek gibi yaşar, her an yaşayacaksın gibi ölürsün...