öncelikle; delikanlı: çocukluk çağından çıkmış genç erkek - sözünün eri, dürüst, namuslu kimse. *
ancak nedense delikanlı hatun denince aklıma özü sözü bir olan kızlar gelmiyor. affınıza sığınarak izah edeyim efem;
dobra dobra konuşuyor mu kadın, "açık sözlü" de sen ona.
tavrını koyuyor mu istemediği bir ricayla karşılaştığında, kararlı biri olduğunu düşün.
kalkıp sana "keyfin bilir" dediğinde ifrit mi oluyorsun? "vurdumduymaz ın teki" de belli ki sıkıntıya gelemez işte.
hakkını savunuyorsa -laf altında kalmamak için değil- ne istediğine emin olduğu için masaya yumruğunu vurabiliyorsa, var sen de ne istersen ona.
oturmasını kalkmasını, nerde ne laf edeceğini biliyor, sustuğu zamanlarda ise konuştuğu vakitler kadar etki bırakabiliyorsa ben "helal" derim ona.
iyi kötü tüm sıfatları ekleyin adının önüne ama delikanlı sıfatını yakıştırmayanlardanım ben kadınlara. iki kolu az geride duran, ağzında bir küfür, asar, keser, acımaz , hemcinsini zayıf gören, eleştirmekten çekinmeyen, çekinmesin sözümüz yok da eleştirildiğinde horozlanan, kuşandığı zırhtan kazandığı ekmekle karnını doyuran, kaba saba kızlar geliyor aklıma.
delikanlıyım diye geçinenlerin zırhını, alay ettikleri pısırık kızların delip geçtiğini çokça kez gözlemledikten sonra.
tanıyamıyordu kadın kendini. biliyordu bilmesine de nasıl, ne zaman yabancılaşmıştı kendisine? zor zamanıydı, uzaklaşma fikri kaçmayı gerektirdi. kadın kendinden kaçtı. fenası gittiği hiçbir yer yeterince uzak değildi.
bir şeylere kızdı, tepkileri farklılaştı. anladı anlamasına da önleyemedi. öyle ya öfke nöbetini başka hiçbir duyguya devretmezdi. tek tabanca, yaptı atışlarını. hedef şaşmış şaşmamış kadın için mühim değildi. kaybettikleri umrunda değildi. kurşun kadına saplandı.
kendini sorguladı ara sıra. utanacağı şeyler yaptı ama pişman olmadı yaptıklarından. önemsediği değerleri ayaklarının altında çiğnedi, nefret ettikleriyle buluştu, canını acıtanları affetti, en sevdiklerini unuttu.
dedim ya tanıyamadı o vakit kadın kendini. bir dönem kayboldu kendini buluduğunu söylediği yerlerde. içinde yaptığı kanlı hesaplaşmalarda mağlup belliydi belli olmasına ama galip kim olacaktı? kestiremedi o vakit.
sık sık geçiyordu ayna karşısına. aynaya baktığında kendine bakmıyordu aslında. kaşı saçı görmüyordu gözü. bir yabancıydı gördüğü. sahi gözlerine sinen bu ifade de neyin nesiydi? her seferinde inceliyordu kendini. dokunuyordu yanaklarına. bir keresinde yaklaştı kadın aynaya, sonra daha çok yaklaştı. ne gördü, ne umdu, neden korktu?
gözlerine çöken hüznü isyana teşvik eder bi hali vardı kadının, çaresizce hüznünün diğer duygular tarafından nasıl lime lime edildiğini izledi sonra.
gözleri ardına yuva yapmış yabancıyı farketti en sonunda. farketti farketmesine de "bu yabancı da kim" diyebildi sadece. usulca. dudaklarını oynatmadı kadın. oynatırsa farklı bir ses duymaktan korktu. kendi sesinden başka bir ses duymaktan.
o yabancı çok önce yerleşmişti gözlerine... kadın fark ettiğinde bunu korktu kendinden. kırdı aynaları. o günden beri hatırlamıyor geçmişini.
şimdi dışarı çıkacağız seninle. kalabalığın içine karışacağız. herkesin yürüdüğü yönün aksine yürüyeceğiz. hiç kimse farketmeyecek içimdeki seni, kimbilir belki bir anlığına göz göze geleceğim biri anlayacak halimi. hazırlan dışarı çıkacağız seninle şimdi.
şikayet eder gibi durma öyle. etrafta kimse yokken çoğalan sen, kalabalık gördün mü korkarsın, beden sayısı arttıkça kaybolacağını sanarsın aralarında. halbuki aldanırsın. hem ne biliyorsun? tek korkan sen değilsin belki, gel haydi.
en çok sahiplendiğim yanımsın sen. koyverme kendini. bilirim en cevvali, en kararlısı, en ısrarcısı sensin içimdekilerden. herkes sanar ki boynu büküktür yalnızlıkların, yalnız olanların, yalnızlığı hissedenlerin. kendinden ödün vermeyen tek histir halbuki o. olsa olsa geri çekilir bir iki adım, terketmez öyle yerleştiği bedeni. zihne de sindi mi endişesi, kolay olmaz çöreklendiği yeri terk etmesi.
korkma, onlarca insan varken dahi çevremde , muhafaza edenlerdenim ben seni. öyle ya yalnızlık hamal gibidir kimilerine göre. kırık dökük ne varsa sırtlanırsın sanar insanlar seni. konduramazlar öyle ya. acı vermelisin her daim. yapışmış bu da bir kere üstüne. gel atacağız üzerimizdeki kirleri.
şimdi dışarı çıkacağız seninle. kalabalığın içine karışacağız. bir iki dolaşıp izleyeceğiz insanları. sen konuşacaksın kafamın içinde, ben dinleyeceğim gene. ben başkasına anlatacağım bir şeyler, o belki dinleyecek ama beni anlayan sen olacaksın gene.
dayan diyorum kendime. alt etmeye çabaladığım sadece öfkelerim şimdi. sen gir koluma ya da boşver gizlen gözlerimin ardına, dolaşalım biraz. dayan yalnızlığım, dayan ki daha bir dik yürüyeyim sokakta.
susmak meziyettir kimilerine göre, bana göre anlaşılamayacağını bile bile dakikalarca konuşma becerisine sahip kadınlardadır asıl meziyet. e haliyle sabırlarına şapka çıkarmak gerek.
anlatsa anlaşılmayacağını düşünen,
anlayacak olsa da karşısındaki, elinden bir şey gelmeyeceğini bilen,
paylaşmak istemeyen,
cevapları bilen,
bilmediklerini de merak etmeyen,
teyide lüzum görmeyen,
bilip bilmeden ahkam keseceklere - her ortamda mutlaka rast gelirsiniz bu tiplere- fırsat vermek istemeyen,
sözden çok hareketlere ehemmiyet veren,
dile dökülenlerin her vakit gerçeği yansıtmadığını bilen,
"laf ağızdan bir kere çıkar" sözüne bağlı,
laf kalabalığına tahammülü olmayan,
az laf ile çok şey anlatabilen,
yeri geldiğinde susan, oldu ya tutamazsa çenesini utanan,
utandığı için dudaklarını kemiren,
zeytinyağı gibi üste çıkma gayreti göstermeyen kadındır sıklıkla susmayı tercih eden. ister meziyet denilsin bu tercihine ister burun kıvırsın kimileri, yanıt vermeyecektir hakkında düşünülenlere.
"şiirde bazı kelimelerin lugat manalarını aramak bence lüzumsuzdur çünkü şiir kelimelerin bir araya gelmesinden hasıl olan büyük bir kelimeden başka bir şey değildir. bir tek kelime, hecelere ayrıldığı zaman, nasıl o heceler başlı başına bir mana ifade etmezse, şiirde teker teker kelimelerin manaları ile uğraşmak beyhudedir. şiir tıpkı hayatta olduğu gibi müşahhas malzeme ile mücerred bir alem yaratmaktır." *
her kadın güçlüdür. kimi bilmez sahip olduğu gücü kimi ise fazlasıyla farkındadır. farkında olanın otokontrolü fazladır, herhangi bir sorun karşısında devrildiği yerden kendisinden umulmadık bir hızla doğrulan kadın, gücünün sonradan farkına varandır.
otokontrolü yüksek olan kadınlara yafta yapıştırmak alışıldık bir durumdur. duygusuz falan derler böyle kadınlara halbuki gizleme becerileri gelişmiştir yalnızca. çektiği bir sıkıntının, duyduğu bir utancın ve benzeri duyguların kendi ağzından çıkmadıkça bilinmesini istemez bu kadınlar. bundan sebep yansıtmazlar yüreğinden geçenleri yüzlerine. bükülmez hemen dudakları, eğmezler başlarını...
duygularını çekinmeden belli eden fazla hisli, belli etmekten kaçınan duygusuz, belli etmemeyi beceren güçlü sayılır öyle ya... durduk yere ağlayanın, gereğinden fazla duygusal olanın gizlemeyi başardığı şeyler yokmuş gibi yahut hislerine söz geçirenler hiç olmadık bir anda gözyaşı dökemezmiş gibi. bak bu da enteresan gözyaşı ve güç iliş(çeliş)kisi.
kimi başkasından medet umar,
kimi birçok şeyi zamana yıkar,
kimi alt eder altından kalkar,
kimi ezilir içine atar,
kimi karşısındakini ikna etmeye çabalar bu sayede inanır ağzından çıkanlara.
yöntem, sorunlarla baş etme süreci, sancıları dindirme biçimleri, karşılaştığı zorluklar neticesindeki mağlubiyet ve kazançları yorumlama becerileri farklı olsa da her kadın güçlüdür. beni bir çalımla yere devirecek sorunu sen kaale almazsın belki, seni kahredecek bir şey benim başıma gelse ben güler geçerim belki.
karakteristik farklılıklara bağlı olarak değişse de yaklaşımlar ama yavaş ama hızlı kalkmasını, doğrulmasını bilir tüm kadınlar.
çantasında dezenfektanla dolaşıyor olma ihtimalinden endişe duyuyorum. endişemi kendisine belli etmiyor, yemek yediğimiz mekanın hijyenik bir ortam olmamasından ötürü ekşittiğini yüzünü görmezden geliyorum. bi gözüyle sağını solunu incelerken masaya bıraktığım peçeteyi elimde tutmama sinirleniyor. ses tonunu kontrol etmesini bir türlü beceremeyen bana nazaran oldukça alçak sesle "şşt bırak onu bakayım, benimkini paylaşırız" diyor. yanımızdakiler bize bakıyor. 5 yaşlarındaki bi çocuk halime acımış olacak ki dönüp bana gülümsüyor. kıbrıs'tan almış olduğu dezenfektanın ne kadar işe yaradığını anlatıyor bir yandan da.
kedilerden hoşlanmadığımı biliyor, nedense gittiğimiz her mekanda olduğu gibi burada da ne kadar kedi varsa beni bulup ayaklarıma dolanıyor. ancak 19 senelik dostum imdadıma yetişiyor. bacaklarımı kaldırdığımı görünce üzerime atlamak üzere olan kedinin kafasına kolasını boca ediyor. kedi kaçıyor. masa batıyor. üstümüz başımız da haliyle. "kaçtı" diyor. "rahat rahat ye". kirlenen masayı umursamıyor. yüzünde her zamanki kocaman gülümseme. "batarsa batsın senden kıymetli mi?" diye ekliyor.
yüzündeki o kocaman, hayranlık uyandıran gülümsemeyi görmek için bile her sabah kalkıp onun yanına gidebilirim. gidiyorum da. yanından her ayrılışımda mutlu hissediyorum kendimi. bazen çalıyorum kapısını, susup oturuyorum. o da susuyor. "yolcudur abbas bağlasan durmaz"" dediğimde ise sadece "gene gel" diyor. biliyor. en mutlu anımda, en kötü zamanımda kapısını haber dahi vermeden çalacağımı. ben biliyorum o kapıyı her zaman yüzündeki o ışıltılı tebessümle açacağını.
saatlerce susmadan anlatabilirim sana aklımdan geçenleri. istersen tabii. merak edersen... dinlemek istersen. sonra ayağa kalkıp anlatmak istediğimi el kol hareketleriyle destekleyebilirim. başka birinin bana anlattığı bir şeyi sana anlatıyorsam yani hikayemde üçüncü kişiler varsa onları da taklit edebilirim. güldürebilirim seni. mimiklere dikkat ederim bilirsin, yüzümde yer bulan çeşit çeşit ifadeyle seni eğlendirebilirim. istersen tabii.
"niye sustun" dediğin anda bıraktığım yerden devam edebilirim. konudan konuya atlayabilir son söylediğim kelimeyi unutabilirim. başka yöne baktığını fark edersem " hu kime konuşuyorum en son ne dedim ben " diyerek seni sıkıştırabilirim. kem küm ettiğinde yanağına bi öpücük kondurabilirim. istersen tabii.
gün içinde başıma gelenleri de anlatırım hem. hatırladığım bi olayı, kulak misafiri olduğum bir diyaloğu? izlediğim bir film vardı sahi, tartışalım mı? istersen tabii.
ama anladın değil mi? anladın çünkü susmayı ne vakit tercih ederim bilirsin. çok konuştuğum anlarda hiçbir şey anlatmak istemediğimi, istesem de beceremediğimi bilirsin. havadan sudan malzeme bulmakta üstüme yoktur hem. içi boş hikayeler anlatabilirim sana. seni beni güldüren lakin bir acıyı perdeleyen... gene çok konuştum değil mi? fark ettin mi gizlediklerimi?
sıkıntımı anlatmakta iyi değilim bilirsin. "gözünden anlarım ben" dersen susabilirim. "susman anlatıyor zaten her şeyi" diyorsan, bilmek, izlemek istiyorsan susabilirim. gerçekten.
semaların laciverdini doğramak için açılıp kapanan binlerce çelik makas...
şammesi * köpeklerden bin kere daha kuvvetli olan bu et yiyici kuş, bir sopayı bir tüfekten ayrımak hususunda en seri bir anlayış kabiliyeti gösteren sayılı kanatlı hayvanlardan biridir. hasım sayıp, muazzam bir cidal için hazırlık yapıyorsanız önce haklarındaki nakıs bilginizi gözden geçirmeniz gerekiyor.
yapılan bazı tetkiklere göre karga 3 e kadar saymayı biliyormuş. misal;
iki avcı bir adaya karga avına gitmişler. ilk tüfek patladıktan sonra kargalar adadan uzaklaşmışlar. avcılardan biri adayı terketmiş, kargalar avdet etmemişler ve ancak ikinci avcının da adadan çıktığını gözleriyle gördükten sonra ağaçlarına dönmüşler. üç avcı ile aynı tecrübe, aynı neticeyi vermiş. fakat avcı adeti üçü geçince, rakamı seçmek hususunda karga zekasının dumanlanmaya başladığı görülmüş.
"çoğumuzdan akıllı olan bu çelikten dökülmüş zeki kuşla uğraşmak için avcı tüfeği değil, mitralyöz lazım!" demişti bir yazar, haksız da sayılmaz hani.
ben yaşarım arkadaş, dizime kadar battığım bataklıkta bazen gözümü kapar daha çok iterim kendimi aşağıya. debelenmem yani, hem bilemezsin batar sonra tekrar çıkarım belki. ha sen benim kafamdan bastırmışsın o ayrı. hızlandırmışsın çöküşümü. ben dibi boylamışım sonra. ne farkeder?
ben girmedim mi o bataklığa? hayal aleminde yaşayan bir ben miydim yoksa? sen kullandın ben kullanıldım ben aptaldım bi zaman sonra kendi derdime yanacaktım. öyle mi sandın? aman üstündeki çamur bulaşmasın başka yere. ben boyladıysam dibi elbet bırakmışımdır sende de bir leke.
sen bana bakma sonrasında farketmişimdir tabii. belki tüm kusuru sende bulmuşumdur. belki de tek kusurlu sensindir. kusursundur. kusur kalsın ben yaşarım arkadaş, senin niyet mühim olmaz ben o bataklığı merak etmişsem.
farkettiklerim bana kalsın, senin niyet seni ırgalasın; gitmeye karar verdiğinde bende yoluma bakar yaşadığımı yanıma kar sayarım.
bu takdirde bazı yarışmacılar başlarını iki elleri arasına alıp alınlarını önlerindeki masaya yapıştıracak, kimileri gülmekten yerlere yatacak, kimileri parmak kaldırarak söz isteyecek, ismini hatırlayamadığım sarışın yarışmacı mutlaka hamdi bey'e durumu özetleyen bir mani okuyacaktır. gerisi alkış kıyamet.
masa üzerine çıkanları,üzgün numarası yaparken çaktırmadan gülümseyenleri gördükten sonra verilecek tepkilere pek şaşmayacağımız bir olay olacaktır bu yani.
hiç beklemediğin bir söz duydun bugün.
asla başıma gelmez dediğin bir olay geldi başına.
tam konuşacakken susturdu seni birileri.
basiretin bağlandı sonra.
eve döndüğünde "bunu neden söylemedim" diye kızdın kendine.
ya da söylemediklerinden çok söylediklerin sıktı canını.
ağlamak istemedin ya da belli etmek istemedin yutkundun sadece. o anda fark ettin ama boğazındaki düğümü.
boğazında bir kelepçe, konuşsan kelimelerin olacaktı anahtar.
susmayı tercih ettiğin zamanlarda değil, kendini susmaya mecbur hissettiğin sonrasında sıklıkla pişman olduğun anlarda yerleşir o düğüm boğazına.
hepimizin içinde barınan bu korkuyu anneye olan düşkünlüğümüz körükler gibi dursa da aksinin de olabileceği gerçeğini görmeden gelemeyiz. hoş netice değişmiyor ama buyrun bi de burdan bakın;
benim annem yok.
hakkında sayfalarca anlatabileceğim anılarım yok.
olanları da hayal meyal hatırlıyorum.
unuttuklarımı hatırlattığında biri, anımsamış gibi yapıyorum.
yalan söylüyorum.
çocukluğumdaki halini bile ancak resimlerine baktığımda tasavvur edebiliyorum. düşün ki yüzünü unutmamak için verdiğim gayret zamana yenik düştü, önce ses tonunu ardından yüzünü unuttum. hatta bir dönem kendisini unuttuğumu dahi iddia ettim. söylememe lüzum yok herhal, o zamanda yalan söylemiştim.
yokluğunu hissettirmemeye çalışan çok oldu. bazı özel anlar dışında hissettiğimiz boşluk acıtmadı da canımızı. kolay atlatanlardan değil belki ama zor yıkılanlardan olduk. o dediğim özel anlarda hissettiğimiz boşluk doldurdu karakterimizdeki zayıf yönleri.
içinde anne kelimesi geçen cümleler kurmadık. kendi kendimize dile getirdiysek de kulak yabancı kaldı ağızdan çıkana. iki kardeş kenetlendik birbirimize, yeri geldi ben onun annesi oldum, o ise benim canım.
hemen herkesin yaşamış olduğu benzer bir dolu şeyi yaşayamadık kısacası. içimizde kaldı mı kaldı ama bu eksilikle ya dağılacaktık büsbütün ya törpülenip düzgün insanlar olacaktık. sanıyorum bunu başardık.
savunduğum şey şudur ki aksini iddia eden var mıdır bilemem ama anneye olan düşkünlük, anne çocuk arasındaki o inanılmaz bağ değil bu korkunun altında çöreklenmiş olan. bizde de mevcut çünkü.
bir yerlerde bir şekilde yaşıyor, görmüyoruz, görmek istemiyoruz, aranmıyoruz neyse ne ama kaybetmekten korkuyoruz. öyle ya da böyle hani bilirsin sevdiğin bir yerlerde nefes alıyor ya da görüşemiyorsundur ama biliyorsundur yerini, kafan rahattır bizimki de o hesap.
yanlış anlaşılmasın, bunun sebebi "bir gün kavuşacağız tekrar" umudu değil, "kazanmamışım ki kaybedeyim" gibi densiz bir fikir de yoksa ortada, yaşadığını bilmek bile kafidir bu korkuyu taşımak için yürekte.
gir kalabalıklara, kalabalık dediysem yabancı değil arkadaşlarının arasına... bunlar sıkı dost dediklerin değil karıştırma, öyle hemen kendini bırakma. mutsuzluk zehirinin ucuz panzehiri karışmaktır insanlar arasına.
hala evdesin di mi? üşeniyorsun hazırlanmaya. hadi kalk artık, kafa dağıtmalısın sağda solda.
üzgün süzgün, düşünceli, kırgın yürü yolda. kime ne? kimse seni izlemiyor ya. sıkıntıların bir kısmını evde bıraktın nasılsa. yükün az hadi! gidene kadar arkadaşına az vaktin var kendini toparlamaya.
hah geldin mi? ev kalabalık belli. silkele kendini. "gülmekten gözümden yaş geldi" diyerek acının kanattıklarını dökerken az yalan söylemedin etrafına. bir idman daha az gelmez sana. de haydi çal kapıyı şimdi...
mümkünse çok konuş, gül hatta. kahkaha patlat ara sıra. sonbetten kopma. cümlenin son kelimelerini yakalayıp aval aval kafa sallama.
elini kolunu sallayarak bir şeyleri anlatmayı sevdiğini bilirim. saklama bağdaş kurduğun bacaklarının arasına o elleri.
gitmeye niyetlenirken "tekrar görüşelim" de mutlaka. ileriye dair umudun var gibi bir tavrın olsun hep. uygulayamayacağın planlardan bahset. "yalan söyleyemem ben" deme, yalancısın sen şimdi...
sonra git evine nasıl istersen. kime ne? kimse seni izlemiyor ya...
basiretin bağlanır bazen.
şaşkınlıktan mütevellit kalakalırsın olduğun yerde.
beklersin ki biri gelsin seni itsin.
ya da mecbur hissedersin kendini sessiz kalmaya.
bi konuşsan, hani tek bir laf çıksa şimdi ağzından değişecek sanarsın her şey.
yazıkki korkarsın akıbeti değiştirmekten.
görmezden gelirsin sonra.
duymazdan gelirsin.
ondan bundan fikir alır, kulak asmazsın
ya da
onun bunun dediklerini yapıp dibi boylarsın.
kar küresine benzer o vakitten sonra hayat. biri gelir evirir çevirir, kar o kadar yavaş hareket eder ki suyun içinde, izlemekten sıkılır -hızlansın diye- durmaksızın sen çalkalarsın bu sefer elinde.
soluklanmayı bilmezsin hareket etmeyi beceremediğin gibi.
içerlersin.
bazen yok yere kendini kahreder,
yanıbaşındakilere dünyayı dar edersin.
hep bir bahanen vardır ama.
içinde bulunduğun durum sebeptir tüm bunlara.
her şeyin farkında olduğunu iddia ederken sen,
bonkör davranır harcarsın zamanını.
hiçbir şey yapamadığını iddia ederken sen,
düzelmiştir belki her şey kendiliğinden.
düzeldiğini göremediğin gibi kendi elini kolunu da bağlarsın aklından geçenlerle.
ben diyeyim, aslında sen çok şey yapıp hiçbir şey farkedememişsindir bunca sürede.
işte budur bağladığın düğümlerin çözülmeme nedeni.
1990 yılı içinde izmir'de bir hayvanat bahçesi'nde 54 hayvan öldü. sebep çok şaşırtıcı çünkü bu hayvanlar alkol komasına girmişler. nasıl derseniz, kafayı bulan ziyaretçiler, hayvanları ortak etmişler çilingir sofralarına. hayvanat bahçesi amiri ziyaretçilerin hayvanlara zarar vermelerini önlemek için sık sık anons yaptıklarını, onları uyardıklarını, alkol vermenin sevgi boyutunu aştığını söylemiş sonrasında ve gene dediğine göre eziyet edenler hakkında cezai bir uygulama olmaması ellerini kollarını bağlıyormuş.
hoş hatırlarsınız siz de, beyaz balina aydın'ı. gazetelerde görmediniz mi o zamanlar, güzelim hayvana rakı içirmeye kalkışanları?
kuzey afrika ve ortadoğu ülkelerinde görülen bir rahatsızlığın adıymış aynı zamanda. * zar hastaları içlerine cin girdiğine inanıyorlar, bağırıyorlar, kafalarını oraya buraya çarpmaya başlıyor, sürekli gülüyorlarmış.
çocuğun dayısı nişantaşı'nda tavukçu dükkanı açmıştır. * dayısını görmeye gidecek olan çocuğu, annesi taksiye bindirir, taksiciyi tembihler. istikamet nişantaşı'dır. vardıklarında semte çocuk parasını öder, taksiden iner.
annesinin eline tutuşturduğu kağıda baksa da adresi bir türlü bulamaz. tek çare bilen birine sormak olacaktır. hayli yaşlı bir amcayı gözüne kestiren çocuk ona yaklaşır ve der:
- pardon amca şen piliç nerde biliyor musunuz?
amca hınzırca güler.
+ biliyorum elbet, şen piliç horozunun olduğu yerdedir.
bir sürü ifade satılır el altından. yanıltmak için karşındakini çeşit çeşit alır takarsın sende yüzüne. maksat ikna etmektir çevrendekileri, bilinsin istemediğine. bakma başarılı da olursun bazen. inanır insanlar, hakkında düşünmelerini istediklerine.
lakin katmazsın hesaba gözlerini. bir maske yok yeryüzünde perdeleyen gözleri.
yalancı kahkalarının ardından en kötü dersin "fazla güldüm gözümden yaş geldi".
ah şu bahaneler... her vakit örtbas eder di mi gözlerdeki nemi?
halbuki bilmez misin en sağlam maske, sözcüklerindir senin.
sorarım, hangimiz medet ummadık kelimelerden? takındığın ifade daha mı inandırıcı oldu dersin söylediklerinden? düşünsene bi, üzgün görünsen dahi ettiğin iki şen şakrak söz güldürmedi mi karşındakini? gülmekten karnı ağrırken, farketti mi bükmüş olduğun dudağı? gözlerine bakmayı akıl etti mi dersin?
hislerini, düşündüklerini sıradan cümleler ardına kim saklamamış ki bugüne kadar? "ne güzel bir gün" derken sen yanındakine, kim inanmamış ki yarınından vazgeçmiş birinin ağzından dökülmüş bu söze? yapma allasen, sen istedikten sonra, kurduğun oyunda kim itiraz edebilmiş koyduğun kurallara?
kelimelerin sihrine inanmak gerek. en kestirme yoldur bu; bilinsin istemediklerin, hakkında düşünülsün istediklerin için.
hem duydun mu hiç şu sözü: "bazıları vardır düşüncelerini gizlemek için sadece kelimeleri kullanır"...
gece vakitleri, karşında kafamı çevirip, sessizce ağladığımda değil; en çok karanlığa astığım gülüşümü alıp yanıma, aydınlığa çıktığımda gizlerdim ben gözyaşlarımı.
topuk ağrısına sebep olan, topuk dikeni olarak bilinen hastalıktır. topuktaki kemiğin gitgide sivrilmesi olarakta açıklanabilir.
genelde 40-60 yaş aralığında, sıklıkla kadınlarda görülür. şişmanlık, ayak taban bozuklukları, uzun süre ayakta kalmak, yürümek bu hastalığın oluşumuna sebep olan faktörlerdendir.
can yakar. yürümek eziyet haline gelir. bazı doktorlar tarafından kalıtımsal da olabileceği söylenir.
kendi arzusu dışında ayrılanlar kanımca kavuşmayı hep dilerler. umut fakirin ekmeği, umut ederler. farklı onlarca düş kurarlar ilk karşılaşacakları an'a dair.
özlem duygusunu da bastırmayı iyi bilirler, öyle sık sık dile getirmezler. "sayılı gün çabuk geçer" sözü lüzumsuz bir teselli, "giden dönmez" sözü ise acımasız bir yaklaşımdır onlara göre. kimseye laf anlatmak istemezler.
kimileri saplantı olarak adlandırsa da bu tavrını, bilmezler belki de budur onun ayakta durma kaynağı.
her geçen gün körelmez ümitleri, her yeni güne "ya bugün dönerse" diye başlamazlar da aynı zamanda.
beklemek anladığımızdan farklı manalar içerebilir onlara göre. özlemdir, hasrettir, bilinmeyene duyulan merak, unutmamak için çabalamak, hatırlamak için daha çok gayret göstermektir. beklemek onlar için olması gerekendir. görev değil içten gelendir.
vazgeçerlerse bir gün, onun haline üzülenler sanarlar ki umudu tükendi, boşa kürek çektiğini anladı; halbuki vazgeçerse bir gün, kimse bilmez ki o gün düşlemekten vazgeçti, kendisi bir daha dönmemek üzere bir hayali terk etti.
kızını istemeye geldiklerinde gözünü kızından kaçırdığı, yüzükler takıldıktan sonra elini öpen kızına daha önce hiç sarılmadığı kadar sıkı sarıldığı an.
rahat biri olmamdan sebep o zamanda utanmamıştım bunlardan ama hoş değildi elbet yaşananlar.
* halamın benden iki yaş büyük oğluna fazlaca düşkün olmamdan sebep ilkokula "bak mert de o okulda" dedikleri için bir hevesle başladım. sınıfa girdiğimde mert'i göremediğim için kıyameti koparttım. yaklaşık 3 hafta boyunca ilkokul 3 lerle (yani mert'in sınıfında) derse girdim. alıştıktan sonra 1.sınıfa geri döndüm. okuma yazmayı en geç ben söktüm.
* izmitliler bilir; eskiden faytoncu şefik vardı. hatta bi ara ilkokul servisliği dahi yapmışlığı var. şefik amcanın yanındaki iki kişilik yeri kapmak beceri isterdi o vakitler. kaptım diye sevinip, ayağa kalkıp abuk sabuk hareketler yaparken ben, hareket halindeki faytondan düştüm. acısı mühim değil de buna şahit olan çocuklardan bazıları halen görüştüğüm kişiler. her ortamda anlatmaktan çekinmezler bu hadiseyi. sağolsunlar.
* denize ve denizdeki canlılara olan merakım küçük yaşlara dayanır. 4 yaşındayken herkesten gizli iskeleye çıkıp berrak sudaki balıkları izlerken, balıklar iskelenin altına ilerlediler bende takip edeyim diye eğilince denize düştüm. neyseki kurtardılar. deniz korkumu yenememdeki sebep bu olsa gerek. incelemek lazım.
* koca kafalı kardeşim kafasını balkon demirlerine sıkıştırdı bi seferinde. "nerde bu çocuk" diye sorduklarında komşuya gittiğini söyledim. saatlerce gelene geçene baktı akıllım, gıkı çıkmadı. hatırladıkça üzülüyorum bak.
* babamın arabasının bagajında her daim içinde temiz çamaşır, bir adet gömlek, çorap vs bulunan valizi bulunurdu. işi gereği yurt dışına çıkardı zaten ama ne zaman gideceği belli olmazdı pek. bir gün o valizi eve getirdi içindekileri değiştirecekti sanırım. gece ondan gizli içindekileri boşaltıp yerine saçma sapan şeyler koydum. sabah valizini aldı ve gitti. gittiği yerden bizzat beni aradı pek tabii.
* kardeşimin de benden eksik kalır yanı yoktu aslında. bi yerden arabayla dönerken "ne kadar efendi çocuklarınız var" diyen aile dostumuza söyleyemedik önümüzdeki çöp kamyonunun arkasına asılmış olan okul üniformalı çocuğun kardeşim olduğunu. babam akşam bizzat onla da ilgilendi pek tabii.
otur ki sandalye hatırlasın
sandalye olduğunu.
masa da unutur masalığını,
elini komasan üstüne
bakışlarını ayırmaya gelmez,
sürahi boşalır sonra suyundan.
kadehim kadehim dediğin şey,
dudağını değdirmedikçe kadeh değildir.
mezeler de bilmez renklerini, lezzetlerini,
çatalını dokundurmazsan. *
hakkını veriyorsan masanın, içkinin, mezenin, sohbetin, fonda çalan ney'in hatırlarsın bak o masada edilen sohbetleri. bundan sebep gene toplanmak istersin arkadaşlarınla. her seferinde farklı bir tat bırakır dimağında. unutursun da ama. konuşulanlar kalır çünkü o masada.
bir yerde okumuştum; "bu sohbetlerde tartıya çıkar adam, ağırlığı ölçülür" deniliyordu, katılmamak elde değil. ya dostlarla hemdem olunur ya yeni arkadaşlıklar pekişir, ne dediğini bilmezler ise bu masada yer bulamazlar kendilerine bir daha.